RSS Feed for This Post

Aydınlanmanın Diyalektiği ve Kültür Endüstrisi (Adorno – Horkheimer)

Sosyoloji Notları‘nda Cemil Meriç kültürün 161 ma’nâsı olduğunu yazar; “161 mânâsı olan kelimenin hiçbir mânâsı yoktur.” diye ekler. (Meriç,1997:304) Onu bu kadar keskin olmaya iten, münevverlerin kelimeleri mikrop kapar gibi kapmasıdır. Nihâyetinde dilimize sonradan, Avrupa’dan ithâl olan kültür, her şeyle bütünleşik olarak kullanılabilecek, uçsuz bucaksız anlamlar yüklenebilecek, her kalıba sokulabilecek bir mefhumdur.

Yine de onun sosyolojik bağlamda en geniş anlamı “yaşam tarzı”dır ki bu yazı boyunca kültürden bu anlam kast edilecektir. Yaşam tarzı anlamında kültür, tabiatın mensuplarının tabiatla kurdukları ilişki tarzıdır diyebiliriz kısaca. İnsanî anlamıyla kültür için, maddî ölçülere göre yeme-içme, barınma, iletişim gibi yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasında başvurulan yöntemlerin biçimlerinin tümüdür. Daha geniş bir çerçevede, sadece insan değil tüm tabiatın varoluş tarzı/hayat üslûbu olarak da görmek mümkündür elbette. Bu yaklaşım ile kültür, medeniyet ve uygarlık kavramlarından farklı olarak insanı tabiat ile birleştirir. Onu tabiatın bir uzanımı yapar. Medenî insanın tüm etkinliğiyle tabiata hükmedişine, onu bir nizâma sokuşuna rağmen; kültürel insan edilgendir, doğaya ve çevreye hükmetmeye değil onlarla uyum içinde var olmaya çabalar. Doğanın şartlarında yaşantısını biçimlendirmek için uğraşır.

Toplumsal açıdan ele alındığında, bir topluluğun yaşam tarzını belirleyenin ortak bilinçaltı olduğu düşünüldüğünde kültür; belirli bir yaşam alanında belirli bir tarihsellik içinde ortaya çıkan bir toplumun norm, değer, inanç, ideal ve düşüncelerinin müşterek bir ma’nâ etrafında biçim kazanarak yaşam alanına yansıması olarak görülür. Bu yönden modern toplumlarda hegemonik güç, iktidar veya sermâye; insanları yönlendirmek, insanlar üzerinde bir denetim kurmak ve bu sâyede onları kitleler haline getirmek adına kültüre daima başvurmuştur ve başvurmaktadır. Toplumun yaşam tarzının motive edici bilinçaltı süreçleri üzerinde oluşturulacak hâkimiyet ile alışkanlıklar, tüketim ve düşüncenin kendisi üzerinde bir denetim imkânı, iktidarları kültür üzerinde çalışmaya itmiştir.

Temeli Aydınlanmacıların ilerlemeci bakışına, Comte ve Marx’ın evrimci düşüncelerine dayanan toplum mühendisliği çalışmaları ile, toplumun artık kendine mahsûs dinamiklerinin ve kurumlarının oluşumunda “doğallığını” kaybetmesinin, tepeden belirlenmiş değer ve normları içselleştirmesinin ve bir kitleye dönüşmesinin temin edildiği bilinmektedir. Buna göre sosyal bilimlerin ürettiği bilgi, toplumlara uygulanabilecek kesin aşamaların olduğu varsayımı ve bu varsayıma dayanan determinizm, sosyal evrime yön verebilmek adına toplumun kitleleşmesini, ideolojik dayatmaları, jakobenizmi ve sosyal denetimi meşrulaştırmıştır. Felsefe ve teolojinin birbirinden ayrılması ve devamında din ve devlet yapılarındaki ayrışmaya dayanan laiklik prensibiyle boşalan aşkın otoritenin yerine devlet olgusu oturtturulmuştur. Bu sâyede kültür de ideolojilerin yanılsamalar üreten bir makinesi haline getirilmiştir. Propaganda ve manipülasyonlarla zihni karartılan dünya, dilenen biçimde şekillendirilmeye başlanmıştır. Kısaca denilebilir ki kültürün ideolojik araç haline gelişindeki temel maksat, toplumun kitleselleştirilmesidir. Ki geçmişte ulus-devletlerle beraber ideolojilerin de bugün devletler-üstü diyebileceğimiz hegemonik sermâyenin de bir toplumdan ziyâde kitleye daha çok ihtiyacı olmuştur.

Kültürün kapitalist düzendeki yoğun işlevine odaklanan Frankfurt Okulu teorisyenleri, kapitalizmin totalleştirici eğilimlerini ve kültürü tahakküm aleti haline getirmelerini “kültür endüstrisi” kavramıyla açarlar. Bu eğilimin nedeniyse dönemin liberal ülkelerindeki tekelci kapitalizmin ve Avrupa’da yayılan faşizmin oluşturduğu menfî tesir ile komünist ve sosyalist sistemlerdeki umutsuzluktu. Kültür endüstrisinin kitle kültüründen farklı olduğundan söz eden Adorno bu kavramla, kitlelerden kaynaklanan bir kültür anlayışının önüne geçmek istediklerinden bahseder. (Adorno,2003:76) Habermas tarafından Adorno ve Horkheimer’ın en karanlık kitapları diye nitelenen Aydınlanmanın Diyalektiği‘nde (1947) dile getirildiği gibi “büyük kültür acenteleri” tarafından üretilen kültür endüstrisi, kültürel ürünlerin de birer meta haline getirilmesini dile getirmektedir. İki düşünür, bu kavramı XIX. yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın başlarında Amerika ve Avrupa’da yayılan eğlence endüstrisinin kültürel biçimlerinin metalaşması anlamında kullanmışlardır. (Şan ve Hira,2007:286) Endüstri teriminin ilk anlamıyla alınmaması gerektiğini yazan Adorno, bu terimle doğrudan üretim sürecinin kastedilmesinden ziyâde kültürel malın standardizasyonu ve dağıtım tekniklerinin rasyonelleştirilmesine işaret edildiğini belirtir. (Adorno,2003:78)

Frankfurt Okulu düşünürlerinin kültüre odaklanma sebeplerinin başında, kapitalizmin sadece ekonomi-politik ile açıklanamayacak kadar karmaşık oluşundan hareket etmeleri vardır.  “A.B.D.’de bulundukları dönemde Amerikan başkanının politik iknalar için radyoyu kullanmasına, hükümetin siyasal propaganda için kitle iletişimini kullanmasına, Amerikalıların sinema ve tiyatroya gidişlerine; magazin, komik kitaplar, seks dergileriyle yeni kitlenin ürettiği kültürün ürünlerine, ucuz kurguların genişleyen popülaritesine şahitlik etmişlerdir.” (Kızılçelik,2000:220) Frankfurt Okulu teorisyenleri, kapitalizmle birlikte Aydınlanma ve modernlik paradigmasını da insana özgürlük vadederken yeni egemenlik biçimleri ihdas ettiği için eleştirirler. Formel veya araçsal aklı, en temel mes’elelerinden birisi haline getirirler. Aydınlanmanın Diyalektiği‘nde, totaliterlik olarak niteledikleri Aydınlanmanın tasarısının dünyanın büyüsünü bozmak olduğunu yazan (Horkheimer ve Adorno,2010:19) düşünürlerin de sezinledikleri üzere ortaya çıkan bu yeni egemenlik biçiminin temel karakterini homojen bir toplum yaratma ideali oluşturmaktadır. (Şan ve Hira,2007:283) Homojen toplum yaratma idealinin vasıtası olarak da kültüre, klasik Marksizm’de sadece bir üstyapı unsuru olarak bakılırken ve iktisat tarafından biçimlendirildiği ileri sürülürken teorisyenlerce daha kritik bir değer atfedilmektedir.

Bilindiği üzere kapitalist düzeni analiz ederek eleştiren Marksist yönelimler, bir çatışma teorisi temelinden hareket ederler. Diyalektik materyalist bir felsefe olan Marksizm, toplumun yapısını da altyapı-üstyapı ikiliği ve ayrımıyla kurgulayarak maddî bir temelden, iktisadı merkeze alarak yorumlar. Buna göre üretim ilişkileri dâhilindeki üretim tarzı veya iktisadî rejim, toplumların san’at, hukuk, ahlak, kültür gibi soyut ya da doğrudan maddi olmayan karakteristiklerinde belirleyici rol oynamaktadır. Ekonominin belirleyiciliğine itiraz etmeyen Frankfurt Okulu teorisyenleriyse, kitle kültürünün ürünleri sâyesinde statükonun yeniden üretildiğini savunurlar. Herkes statüsüne uygun tüketim biçimlerine motive edilerek sistem rasyonelleştirilmekte ve sözü edilen tahakküm düzeni böylece inşâ edilmektedir.

Böylesi bir düzenin devamlılığının sağlanmasıyla birlikte hemen her şeyin metalaşması, ticarîleşmesi ve popülerleştirilmesi aynı anlamlara gelmektedir. Tüketimin bir sahası olarak kültürel üretim, yüksek ve popüler diye ayrıştırılmadan; her seviyeden insana, her beğeniye göre tasarlanarak sunulur. “Burjuva toplumlarında yüksek kültür ve eğlence kültürü arasında kesin çizgilerle bir ayrım vardı. Kitle toplumunda ise yüksek kültür, eğlence kültürüne ve popüler kültüre karıştırılarak tümden kitlesel ve ticarî bir hale dönüştürülmüştür.” (a.g.m.:288)

Bu anlamıyla bir dönem Oğuz Atay’ın popülerleştirilmesiyle, Serdar Ortaç’ın popülerleştirilmesi arasında bir fark yoktur. Her ikisi de sermâye ve tüketim ilişkisi açısından aynı maksatlar etrafında bütünleştirilmiştir. Her şeyin metalaştırılması yoluyla elde edilen yüksek kültür-popüler kültür denkliği sâyesinde görünüşte toplumsal anlamda eşitlikçi bir yapı oluşturuyor ve bireyselleşme öne çıkıyor gibidir. Oysa gerçek böyle değildir. Hatta bunun tam da karşıtı bir gerçeklik söz konusudur: Çünkü kültür endüstrisi, bireyi de bir “özne değil nesne” konumuna yerleştirmektedir. (Adorno,2003:76)

Bilinç ve bilinçaltı düzeylerinde bir baskı ve denetime tabi tutulan bireylerin hayattan kaçıp saklanabileceği bir sığınak olduğuna dair bir yanılsama yaratılmasıyla güçlendirilen ideoloji sâyesinde bilincin yerini uygitsincilik almıştır. (a.g.m.:78-81) “Kimse kaçamasın diye herkes için bir şeyler öngörülmüştür, farklar tesviye edilerek birbirine uydurulmuş ve çekici kılınmıştır. Halkın ihtiyaçları seri niteliği taşıyan bir hiyerarşiyle karşılamak, özelliklerin sırf matematiksel olarak yazıya dökülmesine yaramaktadır. Bütün tüketicileri kapsayacak çapta bir takım kategorilendirmeler (level) yapılmakta, kimse de bunun neden böyle olduğuna ilişkin bir soru soramamakta, olayı olduğu gibi kabullenmektedir. Halka düşen görev, kendi tipi için seri halde üretilen ürünleri tüketmektir. Birer istatistik malzemesi olarak tüketiciler, propaganda mekânlarından artık bir farkı kalmayan araştırma mekanlarının haritalarında gelir gruplarına göre ayrılmakta ve kırmızı, yeşil, mavi alanlara dağılmaktadır.” (Horkheimer ve Adorno;1995:11-12)

Aynı zamanda kültürel ürünler de diğer ürünler gibi kullanım değerlerine ilâveten gösterge değerleriyle fiyatlandırılır. Böylece klasik bir edebiyat eseri tüm edebî yetkinliğine rağmen, görebilirse popüler bir yazarın eseri kadar ancak kıymet görür. Gösterge değerinin piyasadaki belirleyici vasfından ötürü, kültürel ürünlerde de eserin yetkinliği, kifayeti, güzellik değeri önemli olmamakla birlikte, reklam ve halkla ilişkiler çalışmaları ile trend olması yani modalaşması sağlanır. Bu sâyede kitleler, uluslararası konumlarına rağmen aynı kitapları okur, aynı müzikleri dinler, aynı filmleri seyrederek aralarındaki onca kültürel farklılığa rağmen aynı şeylerden haz duyarlar. Eskiden de kültürel eserlerde bir kâr arayışı olduğunu yazan Adorno, bunun eskiden dolaylı ve eserin özünden bağımsız bir haldeyken artık kesin ve dolaysız olan faydanın saklanmayan önceliği olduğundan söz eder. (Adorno,2003:76)

Modern dönemde baskın ideoloji olan kapitalizm açısından kültürü ele almak gerektiğinde sistem için kültür iki süreç itibariyle önem kazanmaktadır: Üretim ve tüketim süreçleri. İlk olarak kapitalist sistem, üretim sürecinde kültürü bir yeniden-üretim vasıtası olarak değerlendirir. Yani çalışanların üretim dışı zamanlarının, üretim için harcayacakları emeği yenilemesi demek olan emeğin yeniden-üretimi; insanların yaşam biçimlerine doğrudan el atılıp bireyi sisteme bağlayacak bir halde tutmayı da içerir. Bu anlamıyla kapitalizm için kültür, üretimin devamlılığı için üreticileri daima verimli ve hazır tutmak gereğine göre biçimlendirilir. Zamanın tam planlı hale getirilmesi, niceliğin ön plana çıkarılması, faydanın en büyük değer olması gibi biçimlendirmeler sâyesinde örneğin insanlar fast-food ya da hazır gıdalara yönlendirilir; hikmet, felsefe, ilim, san’at yerine çabuk ve kolay alımlanabilecek eserlere, zaman öldürecek oyunlara, eğlenceli (komik ya da erotik) içeriklere çekilir. Popüler olana özendirilen kitleler, özendikleri nesnelere erişebilmek adına kölece bir çalışma düzenine boyun eğerler ve sistemin çarkı içinde sadece emeklerini değil boş zamanlarını da satarak ezilmeye devam ederler. Tüm kültürel alanlar bu sâyede ticarîleştirilmiştirler.

Bu durum aynı zamanda kültürün kapitalist sistem için işleyen ikinci süreci olan tüketim boyutuna da karşılık gelmektedir. Endüstriyel toplumun iktisadî dinamikleri açısından her üretim aynı zamanda bir tüketimdir. Üretim süreci dışındaki çalışanların, inşâ edilmiş maddi değerler dizgesinde kendine bir karşılık bulmak sâyesinde boşlukları doldurmaya çalıştıkları bu yaşam tarzı, bir kültür modeli olarak tüketimi tüm hayatın odağına yerleştirir. Fight Club‘da denildiği gibi: “Nasıl bir koltuk takımı beni en güzel şekilde ifade eder!” türünden soru(n)lar, toplumsal olarak ağırlık kazanır ve genel bir eğilimi yansıtır. Böylece ortaya çıkan toplum tipi, sosyolojide tüketim toplumu olarak anılmaktadır.

Tüketim toplumunun felsefi altyapısını oluşturan postmodern süreci en iyi analiz eden yazarlardan birisi olan Baudrillard’ın gösterdiği gibi, günümüzde iletişimin gücü sâyesinde kamusal uzam bir gösteri olmaktan çıkarken, özel uzam da bir sır olmaktan çıkmaktadır. Artık gerçek diye nitelenen, dünyayla kurulan bağlantı değil televizyon ekranlarından verilendir: Televizyon dünyadır. (Sarup,1996:236) Gerçekle gerçek olmayanın (sanal), modelle gerçeğin birbirine karıştığı bu dünya, Baudrillard’ın “hiper-gerçek dünya”sıdır: “Haber sizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sizsiniz…”  Baudrillard, konuyu kısmen başka bir düzlemde ele almışsa da ‘Yeni Medya’ ile işaret ettiği alan, bugün bir düzen halinde ortada durmaktadır. Ki bu düzende her birey başlı başına bir ‘medya kanalı’ olmuştur adeta. Bireylerin, kaç takipçisi olduğu, ürettiği içeriklerin ne kadar paylaşıldığı gibi verilerin ölçümünü yapan (…) birçok site (bile) vardır. (Baudrillard,2010:53)

Modern sürecin ötesinde postmodern süreçte, artık herkes kendine ait bir sayfada yazarlık yapıyor, ucuzlatılmış teknoloji sâyesinde fotoğraf çekip, film kurgulayabilir, kendi atölyesinde hobilerini san’ata dönüştürebilir. Bu sâyede kültür başlığı altında san’at ve hobi birleştirilir ki bu postmodern süreçte her şeyin iç içe geçmişliğiyle uyumlu bir durum var eder. Horkheimer ve Adorno’nun yazdıkları gibi: “Her şeyin her şeyle özdeş olmasının bedeli hiçbir şeyin kendiyle özdeş olmamasıyla ödenir.” (Horkheimer ve Adorno,2010:30)

 

Değerlendirme ve Eleştiri

Bu çerçevede Aydınlanmanın Diyalektiği‘nin yazarlarının tespit ve değerlendirmelerinin bazı noktalarda tenvir edici yönleri olduğunu söylemek mümkün. Evvela eleştirel teorisyenler, Aydınlanma ve moderniteye eleştirel yaklaşmışlardır. Aydınlanmanın mitlere tepki içeren yaklaşımlarına rağmen kendi başına bir mite/söylenceye dönüştüğünü yazarlar. “Nasıl söylenceler aydınlanmayı tamamlamadıysa, aydınlanma da attığı her adımla mitolojiye daha çok gömülür. Aydınlanma söylenceleri yıkmak için tüm malzemesini söylencelerden alır; bu şekilde yargılanan konumunda söylencesel büyünün etkisi altına girer. Yazgı ve misilleme sürecinden ona misillemede bulunarak uzaklaşmak ister. Söylencelerde olan biten her şey olup bitmiş olmanın kefaretini ödemek zorundadır.” (a.g.e.:29) Moderniteyi kapitalizmle birlikte okuyarak insanın doğal varoluşunun nasıl boşluğa bırakıldığına işâret ederler.

Aydınlanmanın Diyalektiği’nin en dikkate değer vasfıysa genel olarak Frankfurt Okulu’nun belirleyici yönü olan kültür eleştirisi üzerine odaklanmasıdır. Bu noktada Okul’un her ne kadar maksist eleştiride bir üstyapı unsuru olarak kabul edilen kültürü belirleyici bir tarzda incelemiş olsalar da Marx’ın ideolojiyi, bir tür düşünme hatası, yanlış bilinç olarak ele alışı ve bunu toplumsal tahakkümün vasıtası haline getirmesinden hareket ettikleri söylenebilir. Ki Marx’a göre ideoloji, “Üretim araçlarına sahip olan egemen sınıfın gerçeği çarpıtması ve böylece ürettikleri maddi koşullara ait yanlış bilgidir. Nitekim maddi üretim araçlarına sahip olan bu sınıf, zihinsel üretim araçlarını da elinde tutarak toplumun entelektüel gücünü de elinde bulundurmaktadır.” (Temirkaynak,2008:32) Daha sonra Okul’un bir üyesi olan Marcuse, kültürün bu etkisini, sosyalizasyon sürecinde ailenin yerini kitle iletişim araçlarının alması ile açıklayacaktır. (Kızılçelik,2000:221)

Burada Frankfurt Okulu’nun, kültürü ele alırken onun baskınlığına odaklanmalarına rağmen Marksist hatada ısrar ettikleri söylenebilir. Kitle kültüründen hareketle kültürü var kılanın ekonomi olduğuna saplanıp kalınırlar. İktisadın, kültürel bir tarz olabileceği üstüne gitmeyen yazarlar için kültür, iktisadın bir aracından ibarettir. Bu sebeple kapitalizm için de bir tahakküm vasıtası olmaktan ileri gitmez. Nihâyetinde Batı Marksizmi içinde de anılan Okul, Aydınlanmaya, moderniteye yönelttikleri sert tenkidi Marksist altyapı-üstyapı ayrımına tevcih etme noktasında duraksamışlardır denilebilir.

Aynı şekilde özellikle Max Horkheimer ve Theodor Adorno, kültürün önemini kavramış olmalarına rağmen, onun ne olduğunu doğru tanımlayamadıkları için bocalamışlardır. Bu bocalamada Marksist okumaların kibrinden ötürü kültürü, kültür endüstrisine indirgemişlerdir: Tek bir formül, tüm tarihi, sosyal varoluşu çözümlemeye yetecektir onlara göre! Manipülasyona, kitleye, propagandaya (ve reklama) vurgu yaparken, tüm bunların kültürün kuvvesi olan müşterek şuuraltıyla alakasını doğru bir tarzda tespit edememişlerdir.

Yaklaşımları ve kavramsallaştırmaları yönünden Frankfurt Okulu’nu anlamak için bir anahtar olan Aydınlanmanın Diyalektiği‘ni geniş bir açıdan eleştirmek mümkün. Yine de bir sosyalizasyon aracına dönüştürülerek statükonun devamını sağlayan ve bir endüstriye dönüştürülerek sömürünün devamlılığını sağlayan kültürün kapitalist anlamı üstüne yazan yazarların bugünü, kültürel eserleri ve gündelik hayatı anlamlandırmada düşünce üzerinde her halükarda kesin bir etkilerinin olduğunu yadsımak söz konusu değildir. Bu sebeple Aydınlanmanın Diyalektiği, sadece kültür mes’elesi açısından değil, Aydınlanma, modernite ve kapitalizmin doğum, gelişim ve ilerlemesini, birçok yönden ele alarak düşüncenin ufkunu genişleten kıymetdâr bir eser olarak değerlendirilmektedir.

 

 

Kaynakça

Adorno, T. (2003); Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken, Cogito, s:36, Yaz 2003, İst.

Baudrillard, J.(2010). Simulakrlar ve Simülasyon, Doğubatı Yay.,5.Basım., Terc.: O.Adanır, Ank.

Horkheimer ve Adorno (1995); Aydınlanmanın Diyalektiği-Felsefi Fragmanlar II, Kabalcı Yay., Terc.: O.Özügül, İst.

Horkheimer, M. ve Adorno, T. (2010); Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı Yay., Terc.: N.Ülner,E.Ö.Karadoğan, İst.

Kızılçelik, S. (2000). Frankfurt Okulu, Anı Yay.,Ank.

Meriç, C. (1997); Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yay., 4.Baskı,İst.

Sarup,  M. (1996). Postyapısalcılık ve Postmodernizm, Bilim ve Sanat Yay.,Terc.:A.Güçlü, Ank.

Şan, M.K. ve Hira, İ. (2007). Frankfurt Okulu ve Kültür Endüstrisi Eleştirisi. Sosyoloji Yazıları 1., Kızılelma Yay. (s:281-295). İst.

Temirkaynak, M. (2008). Yanlış Bilinç’ten Son’a Giden Yolda İdeolojinin Serüveni. http://www.belgeler.com, Erişim: 14.11.2011.

 

 

Kitap Tanıtan Kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

Kitap Tanıtan Kitap 2

Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.

Kitap tanıtan kitap 3

İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:Ada Yücel Tarih: Nis 17, 2022 | Reply

    İnanılmaz işime yaradı, ellerinize sağlık.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin