RSS Feed for This Post

Kaliteli Bir Ateizm ve Sartre(2)

Kaliteli Ateizmin Müslümanlar açısından önemi

Askerî sahada Müslümanların bitmeyen mağlubiyetleri, teknik ve iktisadî sahalardaki hızlı değişim bizi bir gün batımına soktu. En azından 17ci asırdan beri alacakaranlıkta Müslümanlar. Kur’anca düşünmek, Kur’anca yaşamaktan uzak düştüğümüz şu devirde Müslüman aydın iki ışık görüyor ama kaynağını bilmemiyor: Vahiy ve kendi beşerî aklı. Ortalığı aydınlatan hangisi? Hakiki Işık’ın kaynağını kendi aklından nasıl ayırd edecek? Fikir hayatımızı kirleten parazitlere bakacak olursak el feneri ile Güneş arasındaki farkı göremiyoruz, bu farukiyetten çok ama çok uzaktayız: Kâh sosyalist İslâm, kâh liberal İslâm, kâh milliyetçi İslâm… Bir koltuk değneğine muhtaç olan kendi akılları ama alimcikler İslâm’a protez yapmaktan bıkmıyorlar.

 Geçmişte büyük alimler yetiştiren, Kur’an ve Sünnet’ten uzaklaşmadan asrın sorunlarına çare arayan bir ulema varmış. Bugün çare üretmek şöyle dursun, elindeki hazır çareler(?) için problem üreten alimcikler var.  (Yaşar’ın Namaz problemi, Ayşe’nin Kur’an problemi) Tembel ve çıkarcı bir çeyrek-aydın sınıfından muzdaribiz. Alim az, alimcik çok.  İslâm’a has İrfan geleneğinden uzaklaşmış olmanın bedelini her sahada ödüyoruz. (Bkz. Alimler ve alimcikler)

 Haliyle Jean-Paul Sartre’ın insan fıtratına dair hasletleri sorgulamakta katettiği mesafe Müslümanlar için oldukça ilginç bir inceleme sahası açıyor. Zira biz Müslümanlar teslim olup kabul ettiğimiz kurallardaki hikmeti idrak edemiyoruz her zaman.

 Üstelik modern yaşamın şekillendirdiği bu yeni dünyada oyunun kuralları ekisi gibi değil. Tıbbın ilerlemesi ile “fazla” uzun yaşıyoruz meselâ. Dayanışma ve aile bağları zayıf, ömür uzun, gelecek korkusu ağır basıyor. Gözümüzde yetimlerin ve fakirlerin kıymeti düşerken dünya malı kıymet kazanıyor. “Fazla” paramız var ama sadaka vermiyoruz, biriktirip duruyoruz. Paylaşmak yerine “fazla” yiyoruz, dolaplarımız giysi dolu. Cep telefonu, internet, sesten hızlı uçaklar… Özetle gücümüz arttı ama 9cu ya da 11ci asra kıyasla imanımızın kuvveti aynı kaldı, hatta belki de geriledi.

 Sartre gibi ateistler işte bu noktada ehemmiyet arz ediyor. Zira yeterince sorgulamadığımız, temellendirmediğimiz nice dinî emir ve yasak İslâm dışı kaynaklarda, özellikle de ateist metinlerde ele alındığında bu bize tenzih yoluyla ilerleme imkânı veriyor. Neden tenzih? Çünkü bazen birbirine karışık duran iki şeyden birini anlamak ötekini de idrak etmeye yarar. İnsan aklı böyle işler. Hep tuzlu suda yaşamış bir balık ne suyu bilir ne de tuzu; ta ki bir akarsu ağzına gelip tussuz suyu “tadana” kadar. Denizin ortasına geri döndüğünde artık sadece tatlı suyu değil Tuz’u da öğrenmiş olur.

 Bizim de bir yöntem olarak tenzih yoluyla birşeyleri arındırmaya ihtiyacımız var. 21ci asırda yaşıyoruz. “Eskilerin” dünyasına kıyasla “fazla” zengin ve “fazla” karmaşık bir dünya bu. Nükleer silahlar, uluslar arası ilişkiler ve 24 saat uyumayan para hareketleri başımızı döndürüyor. “Komşusu açken rahat yatamayan” bir köylü vardı belki “eskiden”. Ekmeğini böler, komşusunu doyurur rahat ederdi. Bugün aç yatan milyonlar var hepsi ile komşuyuz internet sayesinde. Dünyanın neresinde olursa olsun her zulümden haberdarız. Google ile hepimiz alimiz(!). Bilgi, para, silah, hak, adalet… “Eski” yaşantılardan bize kalan kurallar ve geleneklerle yaşamak kolay değil. Kötüye “iyi” denen, iyilerinse aşağılandığı, hor görüldüğü bir devir bu.

 Özetle öğlen güneşinin ortalığı aydınlattığı bir saat değil, tersine bir tür gün batımı bizim asrımız. Güneş’in ışığı direk ve bol iken neyin ne olduğu bellidir, ışık tektir, ne bir mum ne de bir projektör gözü (=aklı) aldatmaz. Peki ya gölgeler uzadığında, küçükler büyük gözüktüğünde? Güneş dağların ardında görünmez olup renkler siyaha çaldığında? Alaca karanlıkta bir el feneri bile gözlerimizi kamaştırabilir değil mi?

 Kaliteli ateizmden nasıl istifade edeceğiz? Jean-Paul Sartre‘ın özgür irade, toplumsal ahlâk, Altın Kural veya şeyleştirme gibi mevzularda yazdıkları bu sahaların tefekküre açık olduğunun ispatıdır. Gerekli ve fakat yeterlidir.

 Bir ateist olarak Sartre vahiy olmadan bu noktalara gelebilmiştir. Demek ki hürriyetin, iyiliğin, adaletin fıtrî oluşu sadece naklî bir bilgi değildir. Kur’an’da, hadislerde okuyup körü körüne yutulacak bir ezber değildir. Tersine bu hazinelerin kapısı insan aklına ve hatta hissiyatına açıktır. İnsan soğukluk, sıcaklık, açlık, tokluk vs hissedebildiği netlikte kendi özgürlüğünü de hissedebilir, hatta hissetmelidir. İslâm’a göre bu özgürlüğü reddetmek demek kanaatimce İlâhî Yargı’yı, Cennet’i Cehennem’i… belki Kur’an’ın yarısını reddetmek olur. Jean-Paul Sartre’a göre ise bu özgürlüğü reddetmek sorumluluktan (=insanlıktan) kaçmaktır. Sartre’ın “mauvaise-foi” dediği bir tür hilekârlıktır. Ama bu kaçış caziptir. Eric Fromm’un “Özgürlükten Kaçış” adlı eserinde tahlil ettiği gibi insan karar vermekten, sorumlu olmaktan kaçar, arkasına sığınacağı bahaneler arar.

 Sartre’ın ateist ahlâkının zayıf noktaları

Özgürlüğün kendisi özgür değil. Mesele burda. Yani insan doğmayı ve ölmeyi kendi iradesiyle kontrol edemediği gibi özgür olmayı da kendisi istemedi. Bu özgürlükten vazgeçmek de insanın elinde değil. Sartre’ın kendisi de söylüyor “insan özgür olmaya mahkûmdur” diye. Doğru. Fakat bu hümanist ve tanrısız perspektifte Özgürlük’e o kadar çok anlam ve hatta kudret etfediliyor ki korkarım Sartre’çı özgürlük putlaşıyor. Maurice Merleau-Ponty gibi destekçileri bile bir yerden sonra “keşke özgürlügün içini bu kadar doldurmasaydı, başka kavramlara da yer bıraksaydı” mealinden eleştiriler yöneltmişler. (Merleau-Ponty, Sens et Non-sense, sf. 87-91) Sonradan yazdığı makalelerde Jean-Paul Sartre da bu tür eleştirilere hak vermiş.

Hümanizmin bedeli bu bir yerde. Varlık’ın kaynağına, Adalet’in kaynağına İnsan’ı koymanın neticesi bu. Kendine özgürlük veren, kendini adeta yaratan, neyin iyi, neyin kötü olduğuna dahi özgürce karar verebilen ama özgürlüğünden kaçamayan bu insan tasavvurunu aklımız reddediyor:

Yaratılan kim? İnsan. Yaratan? İnsan. Yargılayan?  İnsan. Cennet? İnsan. Cehennem? İnsan…

 Pratikte belki değil ama ontolojik mânâda bu hümanizm akıl ile çatışır elbette. Fikrî zeminde bir ortak nokta bulmak imkânsız. Ancak dediğim  gibi bu çatışma pratikte insanların barış içinde yaşamasına engel olmaz. Özellikle komünistlerin “burjuva ahlâkı” deyip burun kıvırdıkları, liberallerin “ne malum? O da onun ahlâkı” deyip tembellik ettikleri bir dünyada bu kaliteli ateizmi dikkatle incelemek lâzım. Çünkü Sartre’ın sorumluluk ve özgürlük algısı David Hume‘daki ahlâkî rôlativizme kıyasla çok daha kaliteli, insan fıtratına çok daha uygun.

 Söz zayıflıklardan açılmışken… Sartre bir filozoftu. Onu bir peygamber veya yarı-tanrı mertebesinde görmek elbette neticeye vardırmaz bizi. Sartre bir insandı. Korkuları, umutları iel yaşamaktaydı. Meselâ Aşk konusunda yazdıkları insan fıtratına değil kendi iç dünyasındaki ızdıraplara ve düş kırıklıklarına işaret ediyor. Özgürlük, sorumluluk, adalet gibi kavramların tersine Aşk konusu fazlasıyla ben-merkezci, haliyle geçersiz.

 Bunun yanında tanrı fikrini reddetmek yetmiyor, Sartre’a bile yetmemiş. Bütün felsefesini ifade ettiği Varlık ve Hiç’te nötr kalmak için gösterdiği bütün çabasına rağmen “yargı” ifade eden kelimeler var: Meselâ Ödev (devoir), kaypak (lâche), kaypaklık (lâcheté), şerefsiz (indigne), şeref (dignité)… Tanrı yoksa, ilâhî mesaj yoksa neye göre yargılıyor, mihenk noktası ne? Bunlar havada asılı kalîyor.

 Evet, Satre bir insandı. Tanrısız bir ahlâk teorisi geliştirmeye çalıştı ama hayatı boyunca her insan gibi tutarsızlıklar sergiledi. Meselâ marxist fikirlerin rüzgârında kaldığı bir devirde mülkiyetin bir hak değil belli bir üretim biçiminin kurumsallaştırması olduğunu iddia edebildi. Fransız Komünist Partisi’ne göz kırpabilmek için yalan söyledi:

 “…Jean Paul Sartre 1954 senesinde yaptığı Moskova gezisinin ardından Komünist Rusya’da fikir özgürlüğünün mükemmel olduğunu ve bu ülkenin  hayat standardı bakımından 10 yıl içinde batılı ülkeleri geride bırakacağını söylemişti.

Aynı Jean Paul Sartre 1975′te yaptığı bir mülakatta ise bilerek yalan söylediğini itiraf etti. Aslında Stalin’in soykırımları biliniyordu 1950′lerin Fransa’sında. Komünist ülkelerde aydınlara yapılan baskı ve işkenceler de biliniyordu. Zaten Sartre komünizme verdiği destek yüzünden Albert Camus gibi aydınlardan ağır eleştiri aldı. Ama 1956′da Komünist Rusya özgürlük isteyen macarları tanklarla ezene kadar komünizmi desteklemekten vaz geçmedi Sartre…”

 

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin