RSS Feed for This Post

Allah insanı terkeder mi?

Mevsim normallerinin çok üstünde bir sıcaklığın hüküm sürdüğü sakin, ıssız bir münzeviler beldesinde uzun zamandır görüşmediğim dostumla karşılaştım.

“Sen daha iyi bilirsin ama bizi Allah da terk etti her hal” dedi, tüm çabalarına karşı çocuk sahibi olamayan dostum. Tıbbın tüm olanaklarını kullanmıştı ve derdine deva bulamamıştı. Mutlu yuvasını taçlandırmak için tek eksiği bir çocuktu ama olmuyor, olmuyordu. Buna rağmen benim iki çocuğum vardı ama işten çıkarıldığım için cebimde bir kuruş bile yoktu. İlgimi çeken, isyanının tanıdık gelmesiydi.

İşin hangi noktaya doğru adım adım gittiğinin farkına varmak için gereken iki olmazsa olmaz şarta sahiptik dostumla ben. Birincisi sınandığımız yokluğun bize ağır gelmesi ve ruhumuzda çok derin çatlakların oluşmasıydı. Daha da önemlisi, bizi bu sınavdan çekip çıkaracak olan ne bir peygamber sabrına sahiptik, ne de teslimiyetine.

“Yokluk” sınavlardan bir sınavdır, şahidim ve de bilirim. Kapılar size açılmadığı gibi tam aksine çifte kilitle daha sıkı örtülür. Telefonlarınız çalmaz olur çokça zaman, bad-ı sabâ’dan gayrısı kapınızı açmaz olur Fuzuli’nin deyişiyle. Doğuda vuku bulan ve altı ay hüküm süren, yolları kapatan kışlar gibi bir kışı yaşamaya başlarsınız ağustos sıcağında. “Dost bir el” beklentisinin umuduyla geçen kurak mevsime oranla, mümbit bir teselli iklimi sarar dört bir yanınızı.

Az biraz okumuşluğunuz, kulağınıza çalınmışlığı varsa şairlere bel bağlarsınız bir müddet. Usul, erkân bilenleri açar divânı ve: “gözlerimde parıltısı bakır bir tasın/ kulaklarım komşuların ayak sesinde/ varsın yine bir yudum su veren olmasın/başucumda biri bana su yok desin de…” der. Kimisi daha bir gaddar, daha bir hoyrattır; kestirir atar: “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz”.

Yok, nazım değil de nesir olsun dersen de Hugo’nun Paris’ine gidersin. Esmaralda’nın şehvetine, cazibesine nispetle bir o kadar çirkin, pis, soğuk Paris’e. Yokluğun merkezinde bir çingeneye âşık, papazın, zangocun ve bir şairin bağdaş kurduğu Paris. Oysa ki yıllarca orada ikamet edip de dönen dostum hiç de öyle anlatmamıştı Paris’i. En çok da yılbaşında insanların umudundan, mütebessim ifadelerinden bahsetmişti bana. Cemil Meriç haklıymış; “yokluğu, maroken koltuklarında puro tüttürerek tahayyül eden romancılarımızın başarısızlığı şaşırtıcı olmamalı” demişti Jurnal’de. Hugo belki bugün yaşasaydı bir metroda bilet kesecekti, ya da ne bileyim elinde bir el feneri teşrifatçılık yapacaktı. Aslında ne kadar yanlış okuduğumuzun da delili bu biraz da. Yazar’ın yazdığından önce Allah’ın Hugo’ya ne yazdığını okumamak bir Okur için ne eksiklik. Martin Eden’i okuduğumda duyduğum hayranlığın aslında O’nun Jack London’un ta kendisi olduğunu öğrenince ikiye katlanmıştı.

Dedim ya yokluk, uçsuz bucaksız bir teselli iklimidir aynı zamanda; hem başkaları tarafından size sunulur hem de bizatihi kendiniz tarafından kabul edilir. Hem Paris gibi bir diyarın yılbaşını nasıl geçirdiğiyle, dahası bunca zamandır bunu aklımda tutmakla elime ne geçti ki! Kendi hikâyem Hugo’nunkinden daha mı az müptezel, daha mı az acıklı? Seksenlerin okuyup adam olayım diye ufacık bir çocukken fırlatılıp atıldığı Aydın’ı ve onun soğuk, rutubetli, merhamet yoksunu yurt köşeleri. Aydın’dan o gün bugün nefret ettim. Çok güzel bir şehir değildi ama nefreti hak edecek kadar da çirkin bir şehir değildi. Hatırladığım, hiçbir şeyin olmadığı, olanı da alacak paranın bende olmadığı. Bir de portakalları hatırlıyorum Aydın’da. 31 Aralık akşamüstleri evine giden memur tayfasının ailesiyle oturup da yemek için aldıkları, kese kâğıtlarının içindeki portakalları. Hugo ve 1400’lerin Paris’ini yokluk vesilesiyle de anmaya ne hacet; on’lu yaşlarında bir yurt köşesine atılmış bir çocuğun hayal kırıklığı da bir Usta’nın elinde güzel bir maceradır.

Hugo’yla eşit miyiz o halde yaşadığımız rezil hayatlar bakımından? Sanmam, çünkü onları bizden fersah fersah öteye atan bir veba illeti var. En iyi netice, belki bir ‘primus interpares’ durumu. Yani, ‘eşitler arasında bir ılımlı birincilik’ ama o bile zor.

Bütün yollar zorlandıktan, tüm teselli iklimlerinde nefes aldıktan sonra, hatta 21. Yy.da düştüğün yokluğun pençesinden, Hugo’nun 1400’lü yıllarının Paris’iyle tatmin olduktan sonra kötü olan her kulun sorduğu o meş’um soruyu soruyorsun kendine: Bizi Allah da mı terketti?

Bu soruyu kendime ilk sorduğum zaman, zehir gibi olan teorime rağmen, zayıf olan pratiğime şaşırarak beyhude geçen bir ömre üzülmüştüm. Oysa ki kendinden emin olduğum imanım, şu benim ahir ömrümde teselli ikramiyemdi. Bu dünyayı kaybedenlerin bir diğerini kurtarmak için riyakârca, kurnazca “iki salla, bir bağla” kolaycılığıydı bu tarz bir dindarlık. Ne zaman ki bir kudret, bir güç “gel de şu imanı bir sınayalım” dedi, işte o an, “ateşlere yandığımızın resmi” oldu bir anlamda. Tıp Fakültesini en iyi dereceyle olmasa bile orta dereceyle bitiren, yarasının ne olduğunu bilen ama merhemi sürmekten aciz bir doktor gibiydim.

Zehir gibi bir teori, sıfıra yakın bir pratik…

“Sebep”, ilk sığınacak liman, ben gibi imanı en şiddetsiz zelzelede sallananlar için. Rızkı veren de, başımıza belayı musallat eden de Allah. Gerisi cümle sebeptir diyor bir ses. Sonra “kıyas” geliyor ardından peşi sıra. Çocuğu olmayan dostumu düşünüyorum ve oğlunu kurban etmekle görevlendirilen Peygamberi. Bir insandan ötesi olmak demek ki böyle bir şey! Kul olanı, olmayan çocuğuyla sınanıyor ve kaybediyor. Hem kul hem de peygamber olanı, var olan evladıyla sınanıyor ve kazanıyor. Küçük aklımla düşünüyorum sonra; insan bu yüzden peygamber oluyor…

Sıra kendime geliyor; kendimi düşünüyorum, açlıkla tanışmamış kendimi ve Peygamberimi. “Açım ya Resulullah!” diyerek kuşağına sabitlediği tek bir taşı kendine gösteren sahabeye karşı, “ben de açım” diyerek çözdüğü kuşağındaki iki taşı birden muhatabına gösteren Peygamberimi.

Oysa ki ayetle sabit olduğu üzere, Allah insanı terk etmez. Ebu Hureyre kalabalığa sesleniyor: “neden burada boş boş geziyorsunuz, koşun camiye, Peygamber mirasını dağıtmakta“. Kalabalık koşar ve gerisin geri döner. Çıkışırlar Ebu Hureyre’ye: “Ne mirası! İnsanlar ya zikirdedir, ya Kur’an okumakta, ya da ilim tahsil etmekte”. Güler Ebu Hureyre: “İşte bunlardır ki Peygamber miraslarıdır”.

Reddi miras yapan bir kulun şeytana kulak kabartmasından doğal ne olabilir ki?

Ya da Hugo’nun “oh Lucifer laissez moi, rien qu’une fois glisser mes doights dans les cheuveux d’Esmeralda” diye şeytana çıkışan sesinden feyz almayan okurun izansızlığından doğal ne olabilir ki…

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:MY Tarih: Ara 4, 2011 | Reply

    Terk edilmis, HASTA-siz ve DOKTOR-suz bir ingiliz hastahanesinde çocuk-suz bir bebek arabasi “illüstre” ediyor bu güzel yazinizi.

    çok içten yazmissiniz, dediginiz gibi YOK-luk büyük imtihan. insan NE-ye inandigini ve NIYE inandigini sorguluyor.

    Anne-sizlik, Baba-sizlik, Sevgi-sizlik, Para-sizlik, çocuk-suzluk…

    ALLAH’in lütfu keremiyle zenginleserek çikalim hepimiz bu imtihanlardan ins.

    Dua ile

  3. Yazan:suzannur Tarih: Ara 5, 2011 | Reply

    Bu cümlenin başlangıcı Antik-Yunan’a dayanıyor. Ateist aslında Tanrıların terk ettiği insan demek. Oysa Kur’an Rabbin seni terk etmedi diyor. İşte bu noktada kişinin hangi kaynaktan beslendiği ya da ona el uzattığı önemli.

  4. Yazan:çuvaldız Tarih: Ara 6, 2011 | Reply

    “Tanrı yok! Tanrı’ya yemin ediyorum ki Tanrı yok!…”

    http://www.haber10.com/makale/26261/

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin