RSS Feed for This Post

Kadına şiddetin iğrençliği üzerine

Türk matbuatının bir ölümcül hatası var ki iflah olacak gibi değil. Çok geniş ölçekli konular hakkında, çok büyük laflar ederek yıkılan koskoca duvara bir tuğla koymayı başarı addediyoruz. Hoş, koyulan o tuğlanın o duvara bir fayda sağladığını da gören olmamış ya neyse. Misal, Kürt Meselesi hakkında, Din hakkında, Darbe hakkında şu gök kubbede edilmemiş bir laf kaldığını sanmıyorum. Fakat rating kaygısından mıdır, müşterinin temayülü o yönde olmasından mıdır bilinmez bazı konuları pas geçebiliyoruz.

Haber Türk’ün sürmanşetinde bir resim vardı geçtiğimiz günlerde; yüzüstü yatan bir kadın ve sırtına saplı kocaman ekmek bıçağının olduğu bir resim. “Yanlış mı gördüm acep” diye yakından bir daha baktım ama gerçek ayan beyan ortadaydı. Bir hafta kadar polemiği sürdü bu olayın veriliş tarzının. Fatih Altaylı “görmeyenlere göstermek istedik” şeklinde özetlenecek bir açıklamayla konuyu diri tutmak istese de Üstadın deyişiyle “geçti gitti, birkaç günlük fasıldı…” Kamuoyu için.

Ne ailemden gördüğüm ne de yakın çevremde şahit olmadığım için bana uzak bir konu olsa da bu olayın Türkiye için daha da can sıkıcı olacağı aşikâr. “Kanunsuz suç ve ceza olmaz” der Ulpianus. Karısının yüzüne kezzap atan bir koca, eşini sırtından hunharca bıçaklayan bir diğeri, ‘barışalım’ bahanesiyle kandırdığı eşini sokak ortasında kevgire çeviren bir başkası bu kadar rahat hareket edebiliyorsa ya kanun bunu suç olarak görmüyordur ya da yeteri kadar cezasını vermiyordur.

Olayın sadece karı- koca meselesi olmaması da bambaşka bir bilinmeyen. Kocasından şiddet gören kadın üstüne üstlük bir de sığındığı baba evinden şiddet görerek gerisin geri gönderiliyor. Geçtiğimiz hafta medyaya yansıyan bir haberse kanımı dondurdu: “Aldığı beş bin TL başlığa rıza göstermediği için bir baba hem kızını hem de damadını öldürmek isterken yakalanıyor”. Bu arada, damat da ileri derece kanser hastası olduğunu belirtelim. İki kız çocuğuna sahip bir Baba olarak düşünüyorum, tüm empati yeteneğimi kullanıyorum olmuyor, olmuyor, olmuyor…

 Anlatılanlarla örtüşmeyen verilere sahip olma konusunda hız kesmeden ilerleyen bir Toplum olduk çıktık. Özellikle yurt dışından izne gelenlerin çokça vurguladığı bir konuydu bu Aile Bağları konusu. Avrupa’nın imkânlarını bolca övdükten sonra lâfı bu konuya getirir ve uzun uzun bu sıcaklığı Alaman’da bulamadığından şekvacı olurdu bizim Gurbetçi Tayfası. Yaşadığımız bugünlerde halâ bu özlemini dillendiren Gurbetçi kaldı mı bilmiyorum ama o kadar dünyadan bihaber olanına rastlarsanız kısa bir internet sörfü tavsiyemizdir bu arkadaşlara.

Üşenmedim, faillerin profillerini üç aşağı beş yukarı öğrenmek için bir araştırma yaptım. Genelde aynı tipler; ya bir baltaya sap olamamış ya da hiçbir baltanın kendini sap olarak tercih etmediği kompleksli, korkak, cahil insanlar sürüsü. Hani bir dörtlük vardır, bilirsiniz: ” Köroğlu der, kalman nâçar/ serçenin gönlünden şahinlik geçer/ şahini görünce kuytuya kaçar/ gider tenhalarda kahraman olur”. Açacak olursak; dörtlükte geçen ‘serçe’ öznesi, kahramanlıktan anladığı eşine şiddet uygulamak olan bu korkaklarsa, ‘tenha’ zamiri de çaresizliğinden o şiddete maruz kalan zavallı kadınlardır.

 Tatar Ramazan güçlü bir figürdür değil mi Edebiyatımızda. Zulme boyun eğmeyen, doğru bildiği yolda yalnız da olsa yürüyen, cesur, kendi doğruları olan, “volta cezanın törpüsüdür” gibi aforizmalarla seyirciyi titretip kendine getiren bir Kadir İnanır’ın oynadığı Tatar Ramazan karakteri her erkeğin hayalidir. Lâkin, küçük bir sorun vardır ki Tatar Ramazan olmak da meşakkatli bir iştir. Dışarıda kendine kurulan pusulara karşı tetikte olman yetmez, içeride de Abdurrahman Çavuş’un otoritesini sarsman, Akseli Ali’nin ayak oyunlarını boşa çıkarman gerekmektedir. Bütün bunlar yine de yetmiyor mert bir erkek için; voltaya çıkacaksın, “gel dedin işte geldim Abdurrahman Çavuş” deyip belinden Kirmastılı’nın tedariklediği bıçağı çekeceksin, Koskoca Mahpus Damını zulmüyle inim inim inletmiş Abdurrahman Çavuş’u yere sereceksin ve elinde kanlı bıçağını kendine çevrilmiş namlulara doğru çevirip “burada öldürülecek biri vardı, onu da ben öldürdüm. Benim adım Tatar Ramazan” diye posta koyacaksın.

Zor iş değil mi? İşte bu korkakların hepsi birer Tatar olma hevesiyle yola çıkıp da korkan, tırsan ve kuytuya kaçıp karısını, kızını döverek kahraman olacağını sanan dostlarının yüz karaları, düşmanlarının maskaralarıdır.

Olayın bir diğer tarafı olan kadınlarsa acınacak durumda. Kimsesizlik diz boyu, baba evi için bir yük adeta, parasını veren kocası için birer kum torbasından öteye gidemeyen bu biçarelerin her birinin acıklı hikayeleri var. Bu hikâyeleri okuduktan sonra onların eğitimleriyle daha bir ilgilenir oldum. İstedim ki bizler öldükten sonra da ayakları üzerinde dursunlar, ite köpeğe muhtaç olmasınlar.

Merhum Akif’in “Ya Rab! Bu uğursuz gecenin yok mu sabahı/ Mahşerde mi yoksa biçârelerin felâhı/ nur istiyoruz sen bize yangın veriyorsun/ Yandık diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun” diye başlayan bir şiiri vardır. Şiirin sonunda bunalan Şair’ in, bir de Allah’a, ‘nasıl da diyeceğimi bilmiyorum ama’ bir sitemi vardır, bilirsiniz: ” Yetmez mi müsâb olduğumuz bunca devahi/ ağzım kurusun yok musun ey adl-i İlâhi” şeklinde. Ben, kendi nefsim adına imanımı, çapımı Akif’le boy ölçüştürecek birisi olmamam hasebiyle şikâyetime muhatap olarak Devletimi esas alıyorum ve isyan ediyorum: “Dağa çıkanı indirmek için Devlet de o dağa çıkar ve onu indirir” şeklinde özetlenebilecek bir anlayışla yıllardır o dağ senin, bu dağ senin gezmek Devlet olmanın esasıysa, düzdeki bir masumeyi koruyup kollamak da bir başka esasıdır. Hele hele Akif’in şiirlerini ayrı bir iştihayla okuyan bir Başbakan’ın olduğu bir Ülkede zulmü alkışlayan, zalimi seven bu korkak, alçak, yüz karası erkekler taifesine had bildirmek, hukuk tarihinin görüp görebileceği en büyük cezalara muhatap kılmak farzdır zannımca.

İki kız çocuğu babası bir adamın bu saatten sonra Devletinden başka ne istediği olabilir ki?

 

… Bu konu ilginizi çekiyorsa…

Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları

Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne  kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor.  Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

 Kadın hakları ve Kemalizm

 “Kemalizm Türk kadınına özgürlük verdi” gibi sloganlarla düşünmeye daha doğrusu ezberlemeye itildiği için sık sık  şaşırmaya mahkûm bir kuşak bizimki. Tarihi, belgeleri, siyasî söylemleri ve sloganları aklın imtihanına tabi tutan herkes hayretler içinde kalıyor. “İyi de biz bunu bunca sene nasıl yuttuk?” diye sormaktan alamıyoruz kendimizi.  Kemalist düşüncenin, çağdaşlığın ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi “çağdaş Türk kadını’nın sesi” Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı olan Yunus Nadi kadınların siyasete atılmasına nasıl tepki vermiş meselâ?  “Havva’nın kızları, Meclis’e girip yılın manto modasını tartışacak”  Kadınlar Halk Fırkası kapatılınca yerine Türk Kadınlar Birliği kurulmuş. O da kapatılınca Cumhuriyet Gazetesi’nde şu başlık atılmış:  “Türk Kadınlar Birliği kapatıldı, fesat çıkaran hatun kişilere haddi bildirildi.” Derin Düşünce Fikir Platformu yakasını resmî tarihten kurtarmak isteyen okurlarına ezber bozan bir kitap öneriyor : Kadın hakları ve Kemalizm ilişkisine alternatif bir bakış

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:burak Tarih: Eki 18, 2011 | Reply

    Yazıda dört ana tema işlenmiş.

    Birinci bölüm, “tartışmak için tartışan” toplumun tasvirinden oluşuyor.( Bu yorumda sadece bu kısmına deyineceğim)

    Yerleşik değerler, ön kabüller, toplumun düşünce ve algı kalıpları; bu kalıpların toplumdaki yansımaları/dolaşımı/sonuçları irdelenmiş. Özetle, yazarın deyimiyle çok geniş ölçekli konuların sıradanlaştığı ve dolayısıyla tartışmanın bir tüketim nesnesine dönüştüğü üzerinde durulmuş.

    İlave etmek gerekirse, amiyane tabirle “laf çok ama icraat olmadığında” mesele çözüm odaklı olmaktan çıkarak “sektör”leşir. Malum, alanı her ne olursa olsun, münazara denilen toplumsal paylaşım, sahiciliğini yitirip silikleşerek sektör’e/piyasaya evrildiğinde doğal olarak bir arz talep dengesi oluşur. Tabiatıyla da seyrini arz- talep dengelerinin belirlediği yaşam alanlarında satıcı ve alıcıların olması kaçınılmazdır. Sanırım, gökkubenin altında edilmemiş lafımız kalmamasına karşın, bugün bir ileri iki geri döngüsünde takılıp kalmamızın nedeni tam da bu kollektif düşünce alışkanlıklarına adapte olmamızdandır.

    Sayın İbrahim Becer, bu noktada toplumsal düşünce ve algılarımıza çok güzel ayna tutmuş. Tespitler son derece yerinde. Ancak bir noktaya dair itiraz şerhim olacak. Temel konuların ya da moda tabirle kanayan yaraların ıskalandığından yakınmasında son derece haklı olmasına karşın bence bu itirazını dillendirirken bir noktada yanılgı içindedir. Zira kendisi de belirtmiş, artık tabu düzeyinde kalmış “duvarlarımız” yok ve her geçen gün kalan son duvarlar da bir bir yıkılıyor. Dolayısıyla var olan kanayan yaraların teşhis ve tedavisinde sonuç alamayışımız, “susan toplum”, sorunları “önceliğine” göre atlayan toplum olmamızda değil, ifade ve kamouyuna yansıma biçiminin aşındırılmasındandır. Aşındırıyoruz evet. Aşındırdıkça da kanıksıyoruz. Bağışıklık kazanıyoruz ve o kanayan yaralar sadece merakımızı gidermeye yönelik bir malzemeye dönüşerek yaşamımızın sıradan bir parçası haline geliyor.
    Bu anlamda bence atlanan hiçbir konu yok; kadına yönellik şiddet de dahil. Ne var ki analatanı ve dinleyeni ile yeşerttiğimiz bu tartışma iklimi “konu oluşturma”nın ötesine geçmiyor. Asıl sıkıntı bu.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin