RSS Feed for This Post

Sınav Kâğıdı İptal

 

Sabiha Çimen

 Senin kaşın küsmüş dedi kuaför. Berna mıydı adı, Berat mıydı, hatırlayamıyorum. Fatih’in 12 Eylül görmüş kadim kuaförlerindendi. Aralıksız dizilmiş renk renk peruklar resmi ideoloji kurbanları üzerinden ekmek yemeyi de sağlamıştı bu kuaföre. Eğer gece yatmadan evvel kaşlarıma sarımsak sürersem geri çıkabilirlermiş. Sual etmeden öğrendiğim benzeri birçok bilgi devridaim oluyordu zihnimde.

  • – Adın neydi canım?
  • – Zülâl
  • – “Hah, Zülâlciğim bak canım senin gibi üniversiteye başlayacak olan kızlar çok geliyor bana. Böyle saçını iki numaraya mı vurduran dersin, kökünden kazıtıp peruk isteyen mi dersin, neler neler. Ben biliyorum yavrum, fotoğraf şeysinde türbanını çıkarman gerekecek, şu saçlarını iyice kesersek peruğunu rahat çıkarıp takarsın. Hem kökü sende uzar hemen, sonuçta senin bileceğin iş bana bir zararı yok”.

 Saçlarımı bire vurdurmuştum. Taviz esnasında işimi kolay kılacak ve psikolojik baskıyı üzerimden atacak pratik bilgilere ihtiyacım yoktu. Üstelik peruk takmayacaktım. Resmi ideolojinin meşru olmayan yasakçı zihniyeti bana musluk muamelesi yapıp başörtümü açmamı dayattı diye inancımla maytap geçemezdim. Başörtümü çıkarmam bu haksız yasağa ancak ivme kazandıracaktı ve her zaman taviz tavize gebeydi. Ve bu hususta her ne kadar kendileriyle aynı tarafta olmasam da okul kapılarında başörtülerini kıvrana kıvrana açan, psikolojisi bozuk, suratı asık, bölünmüş kimliklerle okul bahçelerinde dolaşan arkadaş, yaşdaş ve yasakdaşlarıma destek olmak için kestirmiş olabilirdim saçlarımı. Zira nedenini henüz kendime dahi açıklayamadığım, aniden verdiğim bir karardı bu. Evet, bir nebze kafam rahatlamıştı. Saçlarım artık yoktu ama kafamın içindekiler her adımda ağırlığı altında eziyordu beni. Ne olacaktı, nelerle karşılaşacaktım, ilkeli bir tavırla nereye kadar gidecekti?

  Üç yıl başörtümle üniversiteye alınmadığım için alternatif eğitim arayışlarına yönelmiş ve her ÖSS deneyimimde yaka paça sınıftan atılmıştım. Aynı haklara sahip olduğum, aynı amaçla okul sıralarına oturduğum diğer üniversite adaylarının üzerimde bomba taşıyormuşum gibi yasakçı söyleme ivme kazandıran menfi bakışları sosyal yaşamımda beni bir an bile bırakmamıştı.  Yasağın psikolojik boyutları üniversite çağındaki gençler için tıkır tıkır işleyen bir tezgâhın en önemli (mütemmim) cüz’üydü zira.

– ” sen akıllı bir kıza benziyorsun, geleceğin için 3 saat başını açman kime zarar verir ki? YÖK’ün kararı bu yönde, benim bir yetkim yok, ben senin lehine konuşuyorum, böyle bir şeyi yapamam! Müdür beyi çağırır mısınız, burada problem çıkaran bir şahıs var, sınav kâğıdını alın! Hanımefendi direnmeyin lütfen diğer arkadaşlarınız da sizin yüzünüzden sınava geç başlayacak, dışarı! ”

   Dolmakta olan sıralara başı örtülü bir öğrenci oturduğunda sınava girecek olan öğrencilere pozitif gülüşler atan, uçuşan birer polen gibi narin davranan sınav gözetmenlerinin sevgi pıtırcığı ifadelerinde çok ekşi bir gülüş peydah oluyordu. Bir intihar bombacısı görmüş gibi yanaşmaya imtina eden, diyalogdan kaçınıp kestirip atan yahut diyalogu laik örgütlenmenin kıs kıs gülerek yürüttüğü ikna odaları yoluyla yapan kraldan çok kralcı zihniyetin insan sever(!) müdür ve öğretmenlerinin vicdani ve akli anlamda her türlü hallerini tecrübe etmiştim. Söyleyebilirim ki, hiç kimse görev aşkıyla bu kadar yanıp tutuşamazdı(!)   Görev bilinci riyakârlıkla harman olmuştu, mümkün ve esnek olan her koşul “emir kulu” kipine bürünerek yasakçı zihniyete göz kırpıyordu. 3 saat kişiliksizi oynamak ve aslında bölünmüş kimlikle yaşamaya ilk adımı atmak sorun değildi ikna odalarının mucit ve müritleri için. Başarmışlardı;  Sınav öncesi tuvalette saçlarını tepeden toplayıp, yüzüne ve gerdanına su çarpan kızların yanında aynaya sırtını dönerek başörtüsünü çıkaran kızlar artık yüzünü aynaya dönebiliyordu. Başörtüsünü açmak için koridorun sonuna güler yüzle giden birde gasp edilmiş hakları üzerinde gıcır gıcır bir şişede su içen, arkadaşı güldürünce de suyu yere püskürten kızı görünce bakakalmıştım. İçimdeki camlar kırılmıştı şakır şakır koridorun tam ortasına. Şşş! sesi rahatsız ediyordu “öğrencileri”. Ah benim koridor görmüşlüğüm…  Kırıkları süpürüp terk etmem gerekiyordu koridoru, sınav başlayacaktı zira…

 

    Fikri olmayanın tavrı da olmazmış. Kendisine yanaştığım başörtülülerin “bence sende direnme, sonuçta onlarında yapacağı bir şey yok, hepsi emir kulu” minvalindeki tepkileri sindirme politikalarının kimlikler üzerindeki tesirini gözler önüne seriyordu. Bir tepki kımıltısı… Gücümün kemiyeti bayram edebilirdi. Düşünüyordum; kendisini gayri meşru bir uygulamayla asimile etmeye çalışan zorba zihniyet karşısında ses tellerini oruca adayan, yasak sadığı gençliğin geleceğinden ne beklenebilirdi ki? Öyle ki sınavda davaya omuz vermesi gerekenlerden çok bugünün tiki görünümlü Seda Sayan’dan olma “dobra” jenerasyona kalmıştı “tavır”. Kesin şu saçmalığı diyecek bir yiğit henüz çıkmamıştı karşıma. İçimdeki camlar kırılmaya devam ediyordu. Tecrübe ediyordum, hakkı olanı almaya imtina edeni ve pembe sakızlı, giysisi teni olan hak savunucusunu. Son deneyim olarak çapa’nın bir amfi sınıfıda 12. sırada rahat giyinimli, uzun boylu, esmer, farklı tonlarda bakış, gülüş ve konuşmaları olan bir öğretim görevlisi eğilmişti kulağıma ;  ” kızım başımı yakama, benimde eşim türban takıyor ama bu kadar saplantı hanine getirmez, senin yaşın kaç, günahı bana…” gibi klasik diyaloglara girmiş ve son cümle olarak başör”tümü çıkarmamı teklin etmişti ılık bir ses tonuyla.  Dualarım, beklentilerim, çabalarım soğuk sıradan kalmakla son bulacaktı gene. Çantamı omzuma alıp kalkmak için hareket ettiğimde yüzüme acıyarak bakan ekşi gülüşlü sınav gözetmeni “hadi aç” diye seslendi kısık bir ses tonuyla.  Eğer başımı açarsam o psikolojiyle zaten hiçbir soruya akli selim yanıt veremeyeğimi söyleyip size zorla şort giydirseler ne hissederdiniz diye sorduğumda yüzümdeki ayrıntıları keşfediyormuşçasına yakın mesafeden bakan endişeli gülüşle iyi kalpli bir el tutmuştu elimden.  Hakkımda “yüzü görünüyorsa sınava alınsın” kararı alınmıştı ve aslında yüzüm herkesten çok görünüp, tanınmıştı. Zira tüm sınıfın boynu tutulmuştu arka sıradaki vukuatı izlemekten. En arka sırada birazda görmezden gelinerek girmiştim sınava. Hızla birinci bölümü okumaya başlamıştım lakin ne fayda okuduklarımdan çok yaşadıklarımın idrakiyle meşguldü zihnim. Artık sınava girebiliyor olmama rağmen omuzlarımı düşürüp, bir pürüz çıkmasın diye her şık için ölümüne bastırdığım masanın salım salım sallanmasına ses çıkarmadan hakkım olana hayretle, paranoyak gülüşlerle tepki verdiğim, yenilgiye alışmış köşegeni sivri silgisizliğim, susuzluğum ve teçhizatsızlığımla ; “girmiştim sınava”

 

     Üniversite bir laboratuardı.. Akademik ortam a’dan z’ye her işin usulünü öğretiyordu. İnsanın sisler içinde hani bir ışıkla beliren o gelecek tasavvurundan çok başka bir deneyimdi bu. Lakin öyle herkesin düşündüğü,  müstağniyetin, malumatfuruşluğun olmadığı dürüst ve kibar insanların bulunduğu bir çatı değildi üniversite. Kritere göre; ya parası ya da zekâsı olmalıydı arkadaş adayının. Göğsünde tik gibi saygı duyulan tikli bir marka olmalı, fazla düşünmemeli, iyi espri yapmalı, defter kitap taşımamalı ve büyük ekranlı telefon sahibi olmalıydı…  Henüz 19 yaşında olup, kendini içki içebilmek ve bara gidebilmekle ispat etmeye çalışan paradoks ve içi boş bir gençlik örneğiyle karşı karşıya kalıyordum her gün.  Ve her sol görüşlü Tkp’li gencin bir platform yahut sınıf ortasında sanırım henüz belledikleri madımak olayı ve birkaç konuyu başörtülü olmam hasebiyle yüzüme ateşler saça saça anlatıp,  beni tuş etmeye çalışması üniversitenin en yüce klişesiydi. İçimdeki camlar kırılıyordu…

 

      Sanki herkes işi gücü elden bırakmış üniversiteli ve başı örtülü kıza odaklanmıştı. Dengesizleştirme politikası vardı ve kokusu akademik ortamın koridorlarına sinmişti. Tabii olarak öğretim görevlilerinin çeşitli ideolojileri vardı ve aslında sadece Müslüman kızlar bu çeşitli ideolojiler arasında sıkışmaya mahkûm oluyordu. Meğerki herhangi bir sivri kişi ayağa kalkıp görüş bildiriyor olmasın. Klasik hikâye odur ki; PR hocası başörtülü öğrenciye sınıfın ortasında “seni kıracak kadar önemsemiyorum” bakışı atarak havada kalmış cevapsız sualine mukabil yalnızca ona 45 yaşında ve kalıplarına sığamamışta okumaya karar vermiş teyze muamelesi yapar ve “nasıl okumaya karar verdin” kabilinden bir soru sorar ve yahut iletişim piri (!) bir tavır içinde “ama bunu öğrenmeden olmaz” diyerek üzerinden haftalar geçmiş olsa da ödevlerine sürekli feed back “geri bildirim” verir. Mesele odur ki cehalet mürebbiyesi gibi her an bir çatışma halinin yaşandığı üniversite Müslüman bayanların görüp görebileceğinin alabildiğine çeşitli olduğu bir laboratuardı. Ok’un diğer ucunda ise bir hapşuruğa kendini siper edecek akademisyen duyarlılığı insanın yasak dengesini bozacak cinsten kafa karıştırıcıydı.  Başkalarını görmeyecek kadar birebir ilgiyle işlenen ders, sorular sorulup tanınmaya çalışılan bir öğrenci prototipi her defasında diğer öğrencilerin hazır oldaki nefretine gark ediyordu beni.  Buzdolabı kapağı gibi aç-kapa kararlarıyla başörtülü öğrencilerin hisleriyle oynanan, psikolojilerini altüst eden yasak sürecinin psikolojik sindirme planları “denge” yönünden de kuşkusuz fazlasıyla etkisinde bırakıyordu insanı. Dengeli bir hoca öğrenci ilişkisi yaşayabilmişliğim olmamıştı. Zira ifrat ve tefritteki okul yaşamına ivme kazandıran çok ciddi bir yasak söz konusuydu. İçimdeki camlar kırılıyordu…

 

       Herkes en güzel yaşlarımda olduğumu söylüyor ve telkinde bulunuyordu.  Biz üniversitedeyken dersi kırıp limonata içmeye,  pasta yemeye giderdik. O zamanlar limonata da limonla yapılırdı. Limonda limondu haa… Masanın etrafın oturduk mu akşamı ederdik. Kitaplar, meseleler, değerli anlar… Cümleler akıp giderken, resmediyordum anlatılanları, arada bir yerde durup düşünüyordum. Limon değişti Allah’ım. Sohbetler meseleler üzerine kurulmuyor artık. Mesele şimdilerde bir karakter yaratmakta; kriteri araba, giysi ve sevgili olan bir trend,  inançlı ve inançsızların ortak paydası… Okulda yasağa dair hiçbir fikri olmayan, daha önce hiç duymamış olup insana bir uzaylı gibi  imasız bakışlar atan ve çoğu kez de yasağı seven sınıf arkadaşlarım vardı; Sevgili edinince yüzü gülen, iyi giyinimli, doğuştan Upper seviyesinde İngilizce bilen ve dahi her şeyi yaradılış doğası bilen entelijansiyede rakip tanımayan malumatfuruş insan topluluğu…Öyleleri  sevgilisiyle arası bozulduğunda bir anne yahut leman abla fonksiyonundaki ve  normal koşullarda kendisiyle münasebet kurmadığı başı örtülü gönüllüleri psikolojik danışman niyetine kullanır. Başörtülü gönüllüler en arkasında dolaştığı grubun teyzesi olmaktan, olgun bakışlı rehberlik hocalığına, daha sonra günah çıkarılıp vicdan rahatlatılan örtülü aşk ve din uzmanlığına kadar terfi eder. Konsere gitmek için aynı yaşta olmalarına rağmen annelerinden kapalı arkadaşlarının ismini vererek izin koparılır ve yeri gelince de kapalı kızın konsere gitme çelişkisi de silah olarak kullanılıp çok acımasızca eleştirilir. Yobazlığı sadece örtünmeye ait bir mefhum sanıp arkadaşını tek celse de yobaz yapan, başörtüyü cicileştirip aynı anda modern yapan günümüzün cehalet kumkumaları üniversitenin en bilindik izlenceleriydi. Sınıfa bir Kürt girdiğinde şaşılacak ve gülünecek bir duruma tepki verir gibi davranan, sıktığı kokudan anlamayan ve kendisiyle trend sohbeti edemeyeni hayat dışı eden, hayvan haklarını insan haklarından daha çok dert edinen, yobaz kavramının gerçek özneleri temsilci(!) olarak geleceğin gelemeyecek olduğunu gözler önüne seriyordu. Üniversitelerdeki başörtüsü yasağı kendini bilmezlere asalak bir müstağniyet verirken kendini bilenlere de “yaranma” bilinçsizliği vermişti. Hal böyle olunca ders aralarında namaz kılma hassasiyetinde olanlar bile birbirini görünce selam vermez olmuştu. Haziran ayıydı. Yüzüne aşina olduğum başörtülü kız bir elinde göğüs seviyesinde tuttuğu araba anahtarı diğer elinde ise pembe zeminli ve üzerinde altın rengi kabartmayla “kınaya davetlisiniz” yazan bir davetiye ile bana “gülümsüyordu”. Lüks bir otelde sadece belli kesim bayanların katılacağı (örtülü) eğlence maksatlı programa davet edilmiştim. Müslüman birlikteliği çok önemliydi. Özellikle otelde. Camide göz göze gelip birbirine selam vermeye dahi imtina eden kızlar kınada eğlenip belirli kesim insan sıfatını taşıyacaklardı. Trend sen nelere kadirsin! İçimdeki camlar kırılıyordu…

 

    Atatürk sadece onların mı…  Hararetle tartışmadan uzaklaşmak için kalkıyordu… 3-5 kişi kimya bölümünden Betül’ü çevrelemiş “peki şuna cevap ver” le başlayan sorular soruyordu. Ağzıyla kuş tutsa da eleştirilecek olan Betül, Atatürkçü düşünme derneğine üye olmuş, çok değişik ruh haline sahip bir kızdı. Lakin bir huyu vardı ki müstesna! Hatırlıyorum okulumuzda başörtüsü yasağının kalktığı ilk gün çok örnek bir davranışta bulunmuştu. Kendisini kimse anlayamasa da o çok düşünceli bir kızdı. Koridorda, alt ve üst kantinde öğrencilerin 32 dişle yasak kalkmış, şapkaları çıkarabiliriz uğultularına rağmen rektörümüzü kendine dert edinen yekta feraset! “rektör zor durumda kalabilir, yasak kalktı diye hemen başörtülerimizi çıkarmayalım” telkiniyle hayatta bencil olmamak gerektiğini bizlere belleten komposizyon kabilinden kızlardan sadece biriydi. İçimdeki camlar kırılıyordu…

 

   Sen İran’a git! Klişe serisinin en yüce cümlesi…

Mayıs sonlarıydı. Bir an evvel kendini dışarı atmak isteyen çok iyi hazırlanılmış bir sunum ardından alkışlarla çıkmıştım sınıftan. Cevap vermenin sebep sayılacağı bir diyalog ardından kendimi koridor ve kalabalığın ortasında  “sen İran’a git” sözüne gark edilirken bulmuştum. Bütün yüzler güleçti. Hıncını alamamış iyi bir sunumu dahi reva görmeyen yasak sever öğrencilerden biri henüz anlam karmaşası yaşayan arkadaşımın başörtüsünü çekip taciz ediyor “ahmaklar İran’a” diyordu. Mesele İran’a gitmek olduğunda ne güzel de diyordu herkes. 80 kadın milletvekilinin mecliste olduğu, kadın’ın değer bulduğu İran malumatfuruş insanın ağzında sıkışılan durumda söylenen klişelerin bir diğeriydi.  Herkes ses telleri alınmış bir vitrin mankeni gibi kımıltısız ve magazinsel boyutla izliyordu olup biteni. Herkes izliyordu da biri… Tamda araya girip herkesi silim silim silkeleyecekken, kavganın ortasına düşmüş bana sadece oradan geçiyor olmasıyla umut olan lakin basit kavga argümanlarını duyup yanaşmak istemediğini açıklayan, beni kulak arkası eden dava arkadaşım geçmişti kalabalığın en can alıcı yerinden. Öyle ki Müslüman bir erkek kalabalığı fevkalade dağıtabilirdi, sesini hak bildiği ilkeler uğruna yükseltebilirdi. Öyle ki artık yasak uzantısı sosyal problemler ve dolayısıyla başörtüsü sorunsalı yalnızlığa terk edilmişti. Ve koridorda çok güçlü bir ses yankılandı. Ahh benim koridor görmüşlüğüm… İçimdeki camlar kırılmıştı.

 

    Adım Zülal. Çapanın amfisinde 12. sıradaki kalp atışlarımı hatırlayıp kendime yazığım geliyor hala. Henüz okulun koridorlarına ayak basmadan sert bir sesin  “bu şekilde dolaşmayın, tuvalet koridorun sonunda” uyarısı sosyal hayatta girdiğim her kapıda benimle birlikte geliyordu. Hastane kapısından girerken, mesela pasaport için sırada beklerken veyahut herhangi bir kamu dairesinde üstelik bütün evraklar hazırken ve herkesle eşit haklara sahip olduğum halde çeşitli prosedürlere karşı ürkekliğim yasağın bana müzmin armağanıydı.  Nereye gidersem gideyim yanımda kendimi de götürecektim. Başörtülü kadın her ne kadar Avrupa görmüş, master  ve doktora yapmış olsa da sosyal yaşamda hep bir şekilde birileri tarafından kendini ispat etmesi beklenecekti, yaşı 23 olsa da çarşıda  pazarda kendisine teyze diye hitap edilecek, araba kullandığında çok çağdaşça taciz edilecek ve yeri gelince de vicdan rahatlatmak için muhabbet edilecekti.

Lakin, ilkeli Müslümanların  erimemesi gereken bir pastil gibi dillerine pelesenk ettikleri  bir söz vardır: “bizi öldürmeyen yaralar ancak güçlendirir”

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:esma Tarih: Ağu 11, 2011 | Reply

    yasakla karşılaşılan kısmına şahit olamadım ancak üniversite yaşamında şahit olunan klişeleri çok iyi bir dille anlatmış. leman abla ve günah çıkarma meselesi çok iyi bir tespit. tebrikler, kaleminize sağlık.

  3. Yazan:çuvaldız Tarih: Ağu 12, 2011 | Reply

    Başörtülü kadınlar, Müslüman erkeklerin öldürmeyen ancak güçlendiren yaraları.

    Dün yanlarında olmadıkları kadınlar,
    bugün yanlarında olmalarını arzu ettikleri, gücüne ihtiyaç duydukları kalabalıkların büyük bölümünü oluşturuyor.

  1. 1 Trackback(s)

  2. Ağu 29, 2011: Son 30 günde en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin