RSS Feed for This Post

Komşularla sıfır sorunlu dış politika

Okan Kemal

Ev alma komşu al demiş atalarımız. Hakikaten bir evi beğenseniz dahi etraftaki komşular hakkında araştırma yapmadan ev almak sonradan ortaya çıkacak birçok soruna da peşinen katlanmak anlamını taşıyor. Hele bu komşularla yıllardır bir arada, aynı apartmanda oturuyorsanız; artık birbirinize benzemişseniz; ancak komşularınız hiçbir zaman apartman hayatını tam olarak öğrenememişse ve işin kötü tarafı siz de apartman hayatını tam olarak bilmiyorsanız vay halinize. Komşularınızı seçme gibi bir tercihiniz de olmadığından yıllar yılı kavga dövüş yaşar gidersiniz. Kimi zaman komşularla yakın ilişkiler kurar; kimi zamansa itiş kakış halinde yürütürsünüz hayatı.

 İşte Türkiye’nin komşularıyla ilişkisi bugüne kadar; daha doğrusu Ahmet Davutoğlu’nun “Komşularla Sıfır Sorunlu Dış Politika” anlayışına kadar bir hır gür içerisinde geçiyordu. Tüm okullarda yıllarca bize tüm komşularımızın aslında bizim topraklarımızda gözü olduğundan bahsedilirdi. Özellikle Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ile komşu olmamız, tercihimizi kapitalist Batı’dan yana yaptığımızdan dolayı güvenliğimiz açısından doğrudan bir tehdit  anlamı taşımaktaydı. Hatta 1970’lerin Ecevit ile özdeşleşen “Ortanın Solu” anlayışı, Türkiye’de Ortanın Solu; Moskova’nın Yolu şeklinde Sovyetler Birliği ve Komünizmle özdeşleştirilmişti. Hatta o dönemler her tür Sol söylem Sovyetler Birliği ile özdeşleştirilmekteydi ve Sağ’a göre Sol akımların ortak amacı “Türkiye’yi Sovyetler’in vilayeti yapmaktı“.  Bu anlayış, ABD’de McCarthycilikle ayyuka çıkan Sovyet düşmanlığının Türkiye’deki yansımaları idi. Sovyetlerin açık bir tehdit olarak görünmesi, özellikle darbe dönemlerinde (ama sadece darbe dönemlerinde değil) çok sayıda Solcunun hapse atılması ya da işkence görmesi hatta işkencede ölmesiyle sonuçlandı. İşin garip tarafı, Sovyetlerin tehdit olarak görülmesi yalnıca Türkiye’nin Sosyalist Doğu Bloğu içinde yer alması ihtimali değildi. Ayrıca anakronik bir şekilde Çarlık döneminin “Sıcak Denizlere Açılma” politikasının Sovyetlerle gerçekleşebileceğine dahi inanılıyordu. Doğu’da bizi tehdit eden diğer bir ülke ise İran’dı. Özellikle 1979 İslam Devrimi ardından İran, bizim için kendi şeriat rejimini her an ihraç edebilecek açık bir tehditti ve Türkiye asla İran’a benzememeliydi. “Türkiye Laiktir, Laik kalacak” sloganı özellikle İrantipi bir rejime karşı seslendirilmekteydi. Dolayısıyla komşumuz İran asla dostumuz olamazdı. Bugün karışan Suriye özellikle Abdullah Öcalan ve PKK’ya lojistik destek sağlaması bakımından asla dostumuz olamazdı. Ayrıca Suriye, Antakya’yı kendi sınırları içinde göstermekteydi. Açıkça Türkiye’nin milli birliğine kastetmişti. Suriye’ye karşı su kozu mutlaka kullanılmalı; gerekirse Türkiye, Suriye’ye giden suyu kesmeliydi. Irak ile çok bir sıkıntı yoktu özellikle Saddam döneminde. Önemli olan Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasıydı; Saddam gitmemeliydi. Zira; eğer Saddam giderse maazallah Irak bölünür Irak’ın kuzeyinde yer alan Kürtler, buradaki Kürtlerle birleşmeye kalkabilirdi. Bu garip korku, kendi içinde Kürtlerle sorununu halledememiş bir ülkenin başarısızlığını, karşılıksız evhamlarla  dile getirmesinden başka bir şey değildi aslında. Batıya gelindiğinde durum daha vahimdi. Özellikle Soğuk Savaş döneminde bir ara Türklere karşı asilimasyon uygulayan Bulgaristan açıkça düşman ilan edildi. Ancak, bu politikalar bittiğinde otomatikman bu ülkeyle de sorun kalmamış oldu. Ne var ki, Batı sınırında öyle bir ülke vardı ki; Türkiye’nin ezeli düşmanıydı: Yunanistan. Türkiye, özellikle Ege Denizi kıta sahanlığı ve Kıbrıs konularında Yunanistan ile açık bir ihtilaf içinde oldu. Bugün dâhil; bütün askeri stratejiler Yunanistan ile çıkacak olası bir savaşa göre şekillendirildi.  Asker için Yunanistan temel düşman olarak algılandı. Ama ne gariptir ki Yunanistan, Türkiye’ye hiçbir taviz vermeden NATO’nun askeri kanadına da 12 Eylül askeri cuntası döneminde girdi. Türkiye, tüm tezlerinde haklı olduğu gibi sübjektif bir yaklaşım içinde oldu hep. İşin garip tarafı, Türkiye, Yunanistan’a nasıl yaklaşıyorsa, Yunanistan da Türkiye’ye öyle yaklaşıyordu. Yani, biz bu tarafta Yunanlılar için ne düşünüyorsak; Yunanlılar da aynı yaklaşım içindeydiler. Her ne kadar iki ülke arasında kültürel bir benzerlik olsa da; Yunanlılar da tüm askeri politikalarını Türkiye ile çıkabilecek bir savaşa göre biçimlendirdiler. AB üyeleri arasında halen en yüksek askeri harcamayı Yunanistan’ın yapmasının yegane sebebi de Türkiye korkusudur.

 Türkiye, yukarıda özetlemeye çalıştığımız gibi; özellikle Soğuk Savaş döneminden bu yana komşularına karşı yürüttüğü “Sorunlu” politikayla, bir tür, aynı apartmanda yaşayıp tüm komşularıyla problemli olan; komşularının her birinin kendi can, namus ya da malına zarar vermek için sıraya girdiğini düşünen “paranoyak” bir ev sahibine benzemekteydi. Bu paranoyak politika, Avrupa Birliği sürecinin hızlanmasıyla ve Dünya’nın değişmesiyle ve küreselleşmeyle birlikte bir nebze törpülendi.; ancak asla yok olmadı. Ancak, Türkiye’nin özellikle AB macerasının uzaması; AB’den ucu açık üyelik alınması gibi faktörler, Türkiye’nin geleneksel Batıcı yaklaşımının biraz frenlenmesini ve Doğu’yla yakınlaşılmasını doğurdu. Bu çerçevede; Türkiye’nin Batıyla sınırlı kalmayıp çok taraflı bir dış politikayı benimsemesinin önerildiği “Startejik Derinlik” adlı eseriyle dikkatleri çeken Uluslararası İlişkiler Profesörü Ahmet Davutoğlu’nun dış politikayı önce danışman sonra da bizzat Bakan olarak yönlendirilmesiyle birlikte, Türkiye geçmişten gelen sorunlu komşuluk anlayışının yerine “Komşularla Sıfır Sorun” anlayışını benimsedi. Bu komşulardan kasıt daha ziyade İran, Irak ve Suriye’dir. Ancak, bu kapsama Gürcistan da girmektedir. Yoksa, burada Yunanistan ve Bulgaristan ile olan ilişkiler çok öne çıkmamaktadır; zaten bu iki ülke hali hazırda AB üyesidir.  Komşularla sıfır sorun anlayışı, aynı zamanda bugüne kadar ihmal edilmiş olan Arap ülkeleriyle yakınlaşmayı; İsrail ile zıtlaşmayı ve hiçbir Arap ülkesinin cesaret edemediği ölçüde Filistin’e açık destek vermeyi beraberinde getirdi. Davutoğlu’nun Doğu politikası, Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras kalan bir coğrafyada Türkiye’nin liderlik etmesi şeklinde bir nevi “Neo-Osmanlıcı” bir politikaydı. Bu çerçevede, başta sınırdaş ülkelerle hiçbir sorunun yaşanmayacağı ölçüde iktisadi ve siyasi ilişkiler geliştirildi. Türkiye, yavaş yavaş bölgede anahtar ülke konumuna doğru ilerledi. Temelini Davutoğlu’nun tasarladığı bu politika, Başbakan Erdoğan’ın, gerek söylemi gerekse Davos’takine benzer çıkışlarıyla, Arap dünyasında bir lider olarak algılanmasını sağladı. Türkiye, tarihinde hiç olmadığı kadar Arap coğrafyasıyla yakınlaştı ve komşu ülkelerle ciddi ilişkiler içine girdi. Oluşturulan, Türkiye önderliğindeki bu yeni ittifak bölgesi,  Batı’da bir “eksen kayması” (shift of axis) şeklinde algılandı. Zira, Türkiye, AB ile uzayan hikayesine karşılık bir nevi alternatif arayışı içine girmiş ve eskisi kadar AB üyeliğine atıf yapılmaz olmuştu. Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşması, The Economist gibi dergilerde özellikle seçim öncesinde Erdoğan aleyhinde yayın yapılması sonucunu doğurdu. Batı, tarihinde ilk defa Türkiye’yi kaybettiğini düşünmeye başladı.

 Davutoğlu’nun Neo-Osmanlıcı dış politika anlayışı, Batı’dan bir nebze uzaklaşıp; bugüne kadar ihmal edilmiş bir dünyaya açılmayı öngörürken; açılım yapılan yeni dünyanın geçmişten bugüne gelen kültürel ve siyasi yapısını yeterince göz önüne almadı. Zira, komşularla sıfır sorun noktasına gelinmişken; bir anda sıkıntılar çıkmaya başladı. Tunus’ta başlayan demokrasi ateşi ve Arap Baharı, Mısır ve Libya’ya yayıldı ve tüm Arap âlemini etkiledi. Bu trend, son olarak burnumuzun dibindeki ve sıfır sorunlu olduğumuz Suriye’ye gelince Davutoğlu’nun politikası da alarm vermeye başladı. Zira; gidişat bakımından ele alındığında Türkiye’nin bir çok anlaşma yaptığı ve son derece samimileştiği Esad yönetimiyle birlikte hareket etmesi gerekirdi. Ancak, Türkiye, Esad rejiminin demokrasi ve insanlık dışı saldırılarına tepki gösterince ve Suriye’den kaçanlara kucak açınca, ilişkiler yeniden kırılma noktasına geldi. Sorunsuz denilen ilişkiler bir anda sorunlu oldu.  Türkiye, Suriye gibi ülkelerle yakınlaşırken ve sözüm ona kalıcı ve istikrarlı ilişkiler tesis ederken, aslında bu ülkelerin mevcut durumlarını ve bu ülkeleri yöneten sınıfın bir gün değişebileceğini ve tüm ilişkileri baştan tesis etmek zorunda kalacağını hesaba katmadı. Çünkü, Davutoğlu’nun politikası, ancak mevcut rejimler başta kaldığı sürece kalcı olabilirdi. Türkiye, bir zamanlar herkese paranoyak gözlerle baktığı apartman sakinlerinin aslında apartman hayatını çok iyi bilmediklerini ve bunlarla kurulacak kalıcı ilişkilerin kırılgan olduğunu bir an için unuttu. Komşularının demokrasi ve özgürlük konusundaki sicillerini göz ardı etti ve bunu da demokrasi ve özgürlüklerin en üst seviyede yaşandığı Batıya sırtını dönerek yaptı. Dolayısıyla üç gün önce can ciğer olduğu Esad rejimi gibi komşu rejimlerle bugün kanlı bıçaklı bir noktaya geldi. Yani; Türkiye, Batı ve Doğu arasında kalmış bir ülke olarak, yine ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabildi. Eskiden Doğu’yu tamamen göz ardı edip, Batıya açıldığında, Doğu ülkeleri (özellikle Arap âlemi) Türkiye’yi kendi özünden uzaklaşmakla itham ediyordu; Batıyı unutup Doğu’ya açılınca da Batı’dan “eksen kayması” şeklinde bir eleştiri geldi.  Dolayısıyla Türkiye’nin Doğu macerası da duvara toslamış oldu. Nitekim, bunu Esad’ın Türkiye’yi “Batı’nın maşası” olmakla suçlamasında açıkça görmekteyiz.  

 Davutoğlu politikası, Türkiye’nin çok taraflı bir ülke olmasını öngörmekteydi. Bu nedenledir ki Türkiye örneğin Brezilya ile de yakınlaştı bu dönemde. Ancak, Türkiye’nin Tanzimat’tan bugüne gelen geleneksel Batı yanlısı yaklaşımı ve bugüne kadar Avrupa Birliği yolunda atılan adımlar, bu politika çerçevesinde geri plana düştü. Hamasi bir Neo-Osmanlıcılığın ağır basmasıyla birlikte Türkiye, kendi kendine bölgesel liderliğe soyundu ve sonunda yine iki cami arasında binamaz kaldı. Anlaşılan Türkiye’nin artık maceracı dış politikalar yerine; özgürlük, refah ve demokrasiden yana olan blokların içinde yer alması; artık geçmişte kalmış bir imparatorluğun nostaljisiyle kendisine bölgesel liderlik payı biçmek yerine özellikle ekonomik alanda daha güçlü bir ülke olmayı hedeflemesi gerekiyor. Ayağının yere basması gerekiyor yani. Kendi sorunlarını halledememiş komşularla sorunsuz ilişkiler tesis etmenin, bu komşulara potansiyel düşman gözüyle bakan paranoyadan çok farklı sonuçlar doğurmayacağını görmesi; politikalarını ileride yaşanacak rejim değişikliklerine göre ayarlaması gerekiyor. Zira bu coğrafyada daha çok rejim ve yönetim var zamanla değişecek. Bunları dikkate almadan; kendi vatandaşına özgürlük ve refah sunamamış ülkelerle “Sorunsuz” ilişkiler tesis edilemeyeceğini bilerek hareket etmek lazım. Aksi takdirde komşularla ya da Batıyla yeni sıfır “Sorunlu” politikaların yaşanması sürpriz olmasa gerek…..

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin