RSS Feed for This Post

Roman Yazarı ve Okur

Bir roman yazarı, kurmaca bir eser meydana getirirken sorumsuz davranabilir mi? Ne kadar özgürdür ya da? Elbette yarattığı karaktere en akla gelmedik şeyler yapabilir, onu aç-susuz bırakabilir, aşktan karakterinin aklını başından aldırabilir, en olmadık trajedileri kahramanına yaşatabilir hatta onu öldürebilir… Yazara sınırı hatırlatan nokta neresidir/kimdir? Bu noktada devreye okuyucu girer. Her yazar okunmak amacıyla yazar. İster belirli bir kesim için, isterse kendisinden sonra gelecek kuşaklar için yazsın. Amacı okunmak ve etkilemektir. Bu amaç, eserini yaratırken yazarın sınırlarını belirler. Heinrich Mann, “yazarlar olarak başkalarına etki etmemizin şartı, tabii ki edebiyat yetimizdir. Çoğu yazarın sorunlara yanıt aramak için iyi niyetli bir biçimde hazırladığı bildirgeleri ya başarısız kalmış, ya da tersine yazar konuyu bizzat kendisi duyarak yaşamış, bu meseleyi kendi içerisinde yeniden yaratmış, kendine özgü sanatın aracılığıyla gözlerinizin önüne sermiştir. Bununla birlikte yazar, yalnızca günümüz okuyucu kitlesini değil, daha sonra gelecek okuyucuları da hesaba katmak isterse, işte o zaman eseri olağanüstü ve güçlü olmak zorundadır.”[1] der. Çünkü yazar, “hayâlinde arzularını ve bunların gerçekleşmesini kurar ve bu hayâlleri edebi araçlarla öylesine işler ki okuyucuyu da burada kendi arzularını bulur ve tatmin olur, hem de utanmayacağı bir tarzda. Yazar gerçekliği, küçültülmüş bir model biçiminde kopyalar ve gerçekliği bize fark ettirir. Başka bir dünya icat eder. Davranış provası yapar ve bizim bununla daha iyi davranmamızı sağlar. Yazar dille oynar ve bu oyundan tat alır, … o, bilinçli olarak rüya görür, çok katlı anlam taşıyan eserin, aynı bilinçsiz rüya sürecinin rüyayı oluşturması gibi biçimler. Potansiyel okuyucuyla içinden konuşur.”[2]

Romancının okurla ilişkisi hem eserin doğuşu hem de pazarı açısından hep söz konusu edilmiştir. Yazar-okur ilişkisi şairler açısından daha karmaşıktır. Çoklukla şair okurunu dikkate almaz. Romancı da bir noktaya kadar yaratı esnasında özgür davranır ve çok hesaplı davranmaz ancak bu sınırlıdır. Romancı bir noktadan sonra okuru hesaba katmak durumundadır. Bu hesaba katma okuru bir öğrenci gibi eğitme şeklinde kabul edilemez. Ancak hiç gözetmez demek, bu aşamada da kabul edilmemektedir.

Okuyucu kimdir? Meriç okuyucuyu, yığın/lecteur ve gerçek okuyucu/liseur olarak ikiye ayırır.Yığın’ın vakit geçirme, dinlenme ve gündelik hayattan uzaklaşmak için okuduğunu ve okuduğunu kolayca unuttuğunu, okunanın bu okuyucu tipinin yaşantısının özünü pek etkilemediğini belirtir. Gerçek okuyucu içinse edebiyatın bir vakit geçirme aracı değil, başlıbaşına bir amaç olduğunu ifade eder. Şöyle der: “Bir romanı okumak başka, romanı yaşamak başka. Don Kişot için, romanlardaki dünya hakikatin kendisidir, kucağında yaşadığı dünya ise bir büyücünün dünyası, aldatıcı ve yalan. Don Kişot, hakikat bildiği dünyayı yaşanılan dünya, gerçek dünya hâline getirmek için didinir durur. Eflatun’un idealler dünyası, Kant’ın vazife dünyası nasıl hakikatin kendisi ise, romanların dünyası da öyledir Kişot’a göre.”[3] Okuyucuyu anlatırken romancının bazen ideal hayata yelken açtığını, okuyucusuna bu hayatı telkin ettiğini ve okuyucunun ruhunda bu düzeyle uyuşacak bir yan varsa, romanı az ya da çok yaşamaya başladığını; bazen de romancının okuyucu tarafından yaşanacağına emin olmak için, onun yaşamış olduğu veya yaşamakta olduğu hayatı, bir ayna gibi aksettirdiğini belirtir. Kadın okuyucu ile erkek okuyucu arasındaki farkları da belirtir Meriç. Görüşleri şöyle: ” Kadın okuyucu ile erkek okuyucu romandan başka başka şeyler bekler ve romanı başka başka görürler. Kadın umumiyetle yazarın telkinlerine tâbidir, kahramanları görür, takip eder, sever veya iğrenir onlardan. Romanı hem okur hem yaşar. Onun için realite Eugenie Grandet’dir. Okuyan kadın, romandaki erkek ve kadın kahramanlarla kaynaşır. Okuyan ve okudukları hakkında yazan erkek ise, romancının dehası ile kaynaşmak ister.”[4]

Eco, yazarın ritm, soluk ve kefaretinin okuyucu için olduğunu dile getirir. Yazarın okuyucuyu düşünerek yazdığını ve yapıt bittiğinde metinle okuyucuları arasında bir diyalog kurulduğunu ve bu andan itibaren yazarın dışarıda kaldığını belirtir. Yapıt yaratılırken iki diyalog vardır der ve bunları şöyle açıklar: ” O metinle, daha önce yazılmış bütün öteki metinler arasındaki diyalog (kitaplar yalnızca başka kitaplar üstüne ve onların çevresinde yazılır) ve yazarla örnek okuyucu arasındaki diyalog.”[5] Burada karşımıza okuyucuyla ilgili yeni bir kavram çıkıyor: Örnek okuyucu. Yazarın kafasında tasarladığı ve eseriyle biçimlendirmek istediği yeni okuyucu kitlesi olarak tanımlayabiliriz örnek okuyucu kavramını. Bu kavrama yönelik Eco’nun açıklamaları şunlardır:

“Okurlar aynı düzeyde duran statik varlıklar olmadığı gibi aynı konumda da değildirler. Bir anlatı metinini kat etmenin iki yolu vardır: Metin her şeyden önce haklı olarak öykünün nasıl sona ereceğini bilmek isteyen birinci düzey okura yöneliktir. Ancak metin, okuduğu metnin kendisinden nasıl bir okur olmasını istediğini kendine soran ve kendisine adım adım gideceği yolu gösteren örnek yazarın nasıl ilerlediğini keşfetmek isteyen ikinci düzey okura da yöneliktir. Öykünün nasıl sona erdiğini bilmek için, genellikle bir kez okumak yeterlidir. Örnek yazarı tanımak için birçok kez okumak gerekir, belli öyküleri ise sonsuza dek okumak. Örnek okur ancak örnek yazarı keşfettiğinde ve okurun kendisinden istediklerini anladıklarında tam anlamıyla örnek okur haline gelecektir.[6] der ve Eco, okuyucu olarak Sylvie’yi nasıl okuduğunu örnek verir. Sylvie yıllardır neredeyse anatomik bir işleme tabi tuttuktan sonra bu kitabın kendisi için hiçbir zaman büyüsünü yitirmediğini ve onu her yeniden okuyuşunda Sylvie ile Ian’ın aşk öyküsünün ilk kez başladığını söyler ve devamla, “bu stratejinin ‘yapı’ sını, kuralını bildiğime göre bu nasıl mümkün olabiliyor? Şöyle yapı metinden çıkıldığı zaman kurulabilir; ancak okumaya dönerseniz metne geri dönerseniz ve kendinizi metnin akışına bırakırsanız, Sylvie hızlı okunamaz. (hızlı okunsa bile bu sadece bilgisayar taraması gibi bir şey olur.) Poe, yapıtını sonsuza dek soruşturabilecek bir okuru yaratmak için hangi stratejiyi kullandığını açıklamaktadır. Sanki metnin oluşturmayı istediği ideal okuru ile o ana dek hiç karşılaşmamış olduğundan bunu söylemeye karar vermiştir.”[7] der. Yazar ve okuyucu arasındaki ilişkiyi incelerken uygun okuyucu örneğini oluşturmaktan bahseder: “Bir yazar belli bir görgül(ampirik) okuyucu kitlesini düşünerek yazabilir; tüccarlar ve karıları için yazan, çağdaş romanın kurucuları Richardson, Fielding ya da Defoe’nun yaptıkları gibi. Ama ideal bir uykusuzluktan etkilenen ideal bir okuyucuyu düşünen Joyce da kitleler için yazıyordu. Her iki durumda da, insan ister cebinde parası, kapıdan çıkan bir kitleye seslendiğine inansın, ister gelecekteki bir okuyucu için yazdığını öne sürsün, yazman metin aracılığıyla, uygun okuyucu örneğini oluşturmaktadır.”[8]

Bu noktada fark okuyucu arasında değil, metinler arasında çıkar. Örnek okuyucuya yazılan metinle, okuyucuların isteklerine göre biçimlendirilmiş metinle. Biri kendi okuyucusunu yaratır, diğeri kendi yazarını veya eserini. Ama “yazar yeni olanı planladığı, değişik bir okuyucu tasarladığı zaman, dile getirilmiş isteklerin listesini yapan bir Pazar araştırmacısı değil, kuşkusuz Zeitgeist kurgularını sezinleyen bir filozof olmak ister. Okuyucu kitlesine, kendisi bilmese de, istemesi gerekeni açıklamak ister.”[9] Eco’nun ideal olanı yansıttığı söylenebilir bu görüşünde ancak roman piyasasına baktığımızda örnek okur yaratmaktan çok, okuyucunun isteklerine göre biçimlendirilmiş eserlerin daha fazla yer tuttuğunu söyleyebiliriz. “Okuyucu kitlesinin… talebi neticesinde, belki de belki de bütün edebi türler içinde en fazla piyasaya dönük olanı, parayla ilişkisi en sıcak ve ticaret metaı olmaya en yatkın olanı, yani içinde oluşarak geldiği toplumun kriterlerini ve niteliklerini en fazla yüklenen bir edebi tür olanı diye de görebileceğimiz romanın bizde de kısa sürede bir arz-talep mekanizması kurduğunu, teknolojik olarak modernleşen, Batı tarzı bir alt yapı istediğini ve basım, yayım ve dağıtım ağları içerisinde hemencecik bir ticari faaliyet alanını beslemeye başladığını görmemiz zor değildir. Roman okuru etkilemiştir, okur bu etkilenişleri neticesinde talebi büyütmüştür, bu talep ise arzın niteliğini belirlemeye doğru bir yapıyı beslemiştir.”[10] Artık yazarı etkileyen bir okuyucu kitlesi ile yüz yüzeyiz. Yine de ne kadar etkin olursa olsun okurun durması gereken bir sınır da vardır. Bir yazarı yönlendirebilirler, ona müdahale edebilirler hatta metin hakkında yorumda da bulunabilirler ama müdahale edemedikleri bir alan vardır. “Okurlar metinlerden, metinlerin açıkça söylemediği şeyleri çıkarsayabilirler ancak metinlere söylediklerinin tersini söyletmezler.[11] Okurla eser arasındaki ilişki yazarla eser arasındaki ilişki bittikten sonra başlar ve söz söyleme sırası okuyucuya geçer. Eserin okunması ile, eseri unutmak veya yaşamak, metni bir defa veya defalarca okumak, örnek okur -Meriç’in ifadesiyle gerçek okur- veya kitle okuyucusu olmak… işte bu, tamamen okuyucunun tercihidir ve Eco’nun dediği gibi yazar artık dışarıdadır ve yapabileceği hiçbir şey yoktur.

Romanın basımından sonra roman yazarıyla romanı hakkında yapılan konuşmalarda romana dair her şey sorulur ve roman yazarı neden ve nasıl yazdığını, romanına yerleştirdiği yapısal özellikleri kısaca romanına dair her şeyi okuyucuyla paylaşır. Burada şöyle bir soru sorulmalıdır:

Roman yazarı romanına ilişkin her şeyi okuyucuya açıklamalı mı? “Aslında açıklamasa daha iyi olur. Çünkü böyle bir açıklama tehlikelidir. Genellikle romanda duygu düzeyinin düşmesine, düşünce ve heyecanın örülmesine yol açar” Okuyucu, romanı okuduğunda kendi düş gücüyle tamamlamalıdır. Yazarın müdahalesi her bir okurla farklı anlamlar kazanan romanın tek-tipleşmesi anlamına gelir. Kundera şöyle bir örnek verir: “Şato’yu ilk kez 14 yaşında okudum. Bu dönemde yakınımızda oturan bir buz hokeyi oyuncusuna hayrandım. K’yı onun çizgileriyle hayâl ettim. Bugüne kadar da hep öyle gördüm. Söylemek istediğim şu: Okuyucunun düş gücü otomatik olarak yazarınkini tamamlıyor.”[12]Yazar bu riski göze almamalıdır çünkü amacı romanını okutmaktır.[13] Yazar romanını ” niçin ve nasıl yazdığını anlatabilir. Şiir sanatı üstüne yazılar yazan onları esinleyen yapıtı anlamaya yaramaz, teknik bir sorunun, bir yapıtın üretilmesi sorununun nasıl çözüldüğünü anlamaya yarar.”[14] Yani yazar okuyucusuna eserini nasıl okuması gerektiğini değil, eserini yazarken hangi sorunlarla karşılaştığını ve bunları nasıl aştığını göstermek için nasıl yazdığını anlatmalıdır. “Bir yazar kendi yapıtı üzerine yorum yapmamalıdır, yoksa bir roman yazmamış olur; çünkü roman yorumlar üreten bir makinedir. Ama bu erdemli amacın gerçekleştirilmesinde başlıca engellerden biri, bir romanın bir adı olması gerektiğidir. Ne yazık ki bir yapıtın adı aslında yorumsal bir anahtardır.”[15] Böyle de olsa, yazarın yorum yapmaması imkânsız da kabul edilse, “hiçbir şey bir roman yazarını, kendisinin düşünmediği, okurların ona önerdiği okunuşlar keşfetmekten daha çok sevindiremez…” Öyleyse “yazar, yazdıktan sonra ölmelidir. Metnin gidişini bozmamak için.”[16] Okuyucuların o romanda daha önce yazar tarafından düşünülmemiş yeni anlamlar keşfetmeleri için. Okuduklarını sorgulamaları ve kendi hayâl dünyalarıyla yepyeni bir dünya yaratmaları için. Çünkü roman, roman yazarı kadar okuyucunun da yaratıcılığı ile bütünlenir, böylece hedefine ulaşır, kendisini okuyucusunun elinden yeni okuyuculara sunar.

Roman yazarı ile okuyucu arasındaki ilişkiyi incelerken, son bir soru daha sorabiliriz. Roman okuyucuyu eğlendirmeli midir? Bu sorunun cevabı kimi yazarlarca evet iken, kimi yazarlarca da romanın değerini düşüreceği korkusuyla hayır olmuştur. Eco, her iki cevabı da sentezleyen bir bakış açısıyla şunu söyler: “Eğlence kavramı tarihseldir. Romanın her dönemi için eğlenme ve eğlendirme biçimleri vardır. Kuşkusuz, çağdaş roman konunun eğlenceliliğini, başka eğlence türlerine öncülük vermek için bastırmaya çalışmıştır. Aristo sanat kuramının büyük bir hayranı olan ben, her şeye karşın bir romanın – üstelik her şeyden önce konu aracılığıyla- eğlendirmesi gerektiğini düşünmüşümdür. Kuşkusuz, bir roman eğlendiriyorsa, kitlenin onayını sağlar. Belli bir dönemde, okuyucunun onaması olumsuz bir gösterge sayıldı. Bir roman onaylanıyorsa, bunun nedeni yeni bir şey söylememesi ve okuyucu kitlesine zaten beklediğini vermesidir. Ama ben, ‘bir romanın okuyucuya beklediğini veriyorsa onaylanacağını’ söylemekle, ‘bir roman onaylanıyorsa, bunun nedeninin okuyucuya beklediğini vermesi olduğunu’ söylemenin aynı şey olmadığına inanıyorum.” Eco’nun tavrı, bekleneni verse hatta yeni bir roman aşamasının başladığının delili olsa bile romanın bazen okuyucu kitleleri tarafından onaylanmayabileceğini, oysa roman okuyucu kitlesi tarafından onaylanmışsa, romanın bekleneni verdiğini söyler. Kısaca bir roman okuyucusunu eğlendirirken de yeni şeyler söyleyebilir, eğlendirmesi onun kışkırtıcı yapıt olmasına engel değildir.

 

 

 

 

 

 


[1] Heinrich Mann, “Roman Üzerine Düşünceler”, 20.yüzyıl Edebiyat Sanatı, Yay.Haz. Hüseyin Salihoğlu, İmge Kitabevi, Ankara, 1993, s.100.

[2] Gürsel Aytaç, Genel Edebiyat Bilimi, Papirüs Yayınları, İstanbul, 1999, s.32.

[3] Cemil Meriç, Kırk Ambar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998, s.145.

[4] Cemil Meriç, Kırk Ambar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998, s.146.

[5] Umberto Eco, “Sonrası” Alfabeta Dergisi, 1983, sayı 49, çev. Şadan Karadeniz,Gülün Adı, Can Yayınları,İstanbul, 2002,s.586.

[6] Umberto Eco, Anlatı Ormanında Altı Gezinti, çev.Kemal Atalay, Can Yayınları, İstanbul, 1995,s.35.

[7] Umberto Eco, Anlatı Ormanında Altı Gezinti, çev.Kemal Atalay, Can Yayınları, İstanbul, 1995,s.53.

[8] Umberto Eco, “Sonrası” Alfabeta Dergisi, 1983, sayı 49, çev. Şadan Karadeniz,Gülün Adı, Can Yayınları,İstanbul, 2002,s.587.

[9] Umberto Eco, “Sonrası” Alfabeta Dergisi, 1983, sayı 49, çev. Şadan Karadeniz,Gülün Adı, Can Yayınları,İstanbul, 2002,s.588.

[10] M.Fatih Andı, Roman ve Hayat, Kitabevi, İstanbul, 1999, s.70.

[11] Umberto Eco, Anlatı Ormanında Altı Gezinti, çev.Kemal Atalay, Can Yayınları, İstanbul, 1995, s.104.

[12] Milan Kundera, Roman Sanatı, çev. Aysel Bora, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s.44-45.

[13] Umberto Eco, Anlatı Ormanında Altı Gezinti, çev.Kemal Atalay, Can Yayınları, İstanbul, 1995, s.127.

[14] Umberto Eco, “Sonrası” Alfabeta Dergisi, 1983, sayı 49, çev. Şadan Karadeniz,Gülün Adı, Can Yayınları,İstanbul, 2002,s.571.

[15] Umberto Eco, “Sonrası” Alfabeta Dergisi, 1983, sayı 49, çev. Şadan Karadeniz,Gülün Adı, Can Yayınları,İstanbul, 2002,s.568.

[16] Umberto Eco, “Sonrası” Alfabeta Dergisi, 1983, sayı 49, çev. Şadan Karadeniz,Gülün Adı, Can Yayınları, İstanbul, 2002,s.568.

 

Abant İzzet Baysal Üniversitesi Öğretim Üyesi Mustafa Ayyıldız’la ortak yayındır

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin