RSS Feed for This Post

İslâmcılık: Devrim ile demokrasi arasında…

Sunuş: Yaklaşık 4 yıl önce yayına giren Müslüman’ın Zaman’la imtihanı isimli kitabımızda şöyle demiştik:

“…Darbeyle gelen asker cumhurbaşkanları, ölmeden koltuktan indirilemeyen diktatörler hâkim birçok İslâm ülkesine. Gazeteciler, yazarlar, araştırmacılar hapse atılıyor, faili meçhul cinayetlere kurban gidiyor:

  •  Libya’da Albay Kaddafi (1970’ten beri),
  • Suriye’de Hafız Esad (1970’ten 2000’deki vefatına kadar, yerine oğlu geçti ),
  • Mısır’da Hava kuvvetleri komutanı Hüsnü Mübarek (1981’den beri),
  • Pakistan’da General Pervez Müşerref (1999’dan beri).

 Gerçekten de birer sömürge valisi gibi hareket eden bu diktatörlerin yönetiminde İslâm coğrafyası işgal altında bir ülkeye benziyor. Kendi ülkesinin zenginliklerinden istifade edemeyen halk genellikle batılı firmaların kölesi durumunda. Demokrasinin, özgürlüklerin ve insan haklarının savunucusu(!) batı ülkeleri ise her nasılsa bu diktatörlerle hep iyi anlaştılar…”

 Ancak Tunuslu diktatör Zeynelabidin bin Ali’nin ülkeyi terk etmesi ve Mısırlı Mübarek’in koltuğunun sallanmaya başlaması, Suriye, Yemen,  Ürdün’de rejimin artan bir cesaretle protesto edilmesi İslâm Aleminde yeni bir uyanış fikrini gündeme getirdi. İslâmcı devrimlere mi tanık olacağız yoksa bir demokratikleşme sürecine mi? Bu hareket Müslümanların ancak %20’sini teşkil eden Arap ülkeleriyle sınırlı mı kalacak yoksa bütün İslâm alemine yayılacak mı? Ümit Aktaş’a sorduk. Ümit Aktaş’ı kitaplarından, Birikim Dergisi, Özgün Duruş  gibi fikir dergilerinden ve Müslüman devlet olur mu?” başlıklı söyleşimizdeki dobra cevaplarından tanıyorsunuz. (MY)

MY: Siz iyimser misiniz bugünkü tabloya bakarak? Yakın bir zamanda Tunus’ta ve Mısır’da halkın arzuladığı bir düzen kurulabilir mi? Yoksa bu “ilk enerji” güç kavgaları içinde yok olmaya mı mahkûm?

Öncelikle meydana gelen bu olayların, çok da “masum” olmadığını belirtmeden geçemeyeceğim. Şöyle ki, bilindiği gibi bu olayları görünülür ve etkili kılan (çünkü bu ülkelerdeki halk hareketleri yıllardır sürmekte), dolayısıyla da bir anlamda da başlatan, küresel gücün (ağırlıklı olarak ABD’nin) özellikle İslam dünyasındaki strateji değişikliğine duyduğu ihtiyaçtır. Aslında bu ihtiyaç, Obama gibi daha on yıl öncesinde bile ABD’nin başına gelmesini asla düşünemediğimiz bir siyah deriliyi ABD’nin başına getiren gücün duyduğu stratejik değişimle aynı eksende işlemekte. Çünkü ABD’nin küresel bir güç olarak dünya çapında bir hegemonya mücadelesini sürdürebilmesi için, öncelikle kendisinin evrensel değerlerle uyumlu oluşunu görünülür kılması gerekmekteydi. İşte Obama, bunu görünülür kılan en etkili görüntüdür. (Sözgelimi Türkiye de, en azından bölge çapında da olsa benzer bir stratejiyi yürütebilmek için Tayyip Erdoğan’a tahammül etmiştir. Ama Türkiye açısından bunun evrenselleştirilebilmesi için, Kürt sorunun da aşılması gerekmektedir.)

Çünkü ABD’nin, özellikle İslam dünyasında İsrail’e dayalı olarak sürdürmeye çalıştığı politikaları, artık sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Dolayısıyla ABD’nin bu yeni stratejisi, İsrail’i geri çekerek dizginleyen ve dolayısıyla da bu politika üzerinde oluşturulmuş olan Arap dünyasındaki diktatörlere dayalı statükoyu da değiştirmeyi amaçlayan bir stratejidir. Nitekim bu tip bir değişim ihtiyacını ve stratejiyi iyi okuyan Erdoğan, Davos’ta Peres’e “one Minute” diyerek bu yeni durumu hem okuduğunu ortaya koymuş, hem de bu yeni durumu görünülür kılmıştır. Erdoğan’ın bu çıkışı ve kendisini İslam dünyası için bir model olarak ortaya koyması, bir yandan İslam dünyasındaki değişim umutlarını diriltirken, ABD’nin de bölgede elini güçlendirmiştir. Bu stratejinin üzerine binen ve benim hiçbir zaman tam olarak masum olduğuna kani olamadığım Wikileaks belgelerindeki zamanlama ve etkinlik de bu eksende okunursa, sanırım konu daha bir açıklığa kavuşacaktır.

Nitekim Erdoğan, Türkiye siyasi tarihinde de belki bir ilk olarak, mevcut yönetimleri dikkate almadan doğrudan halkları muhatap almış ve tüm politik dil ve mülahazaları bir yana bırakarak, bu halk isyanlarına karşı direnen zalim yöneticilere seslenmiş, onlara “yeter artık, halkın sesini dinleyin ve gidin” demiştir/diyebilmiştir.

Tüm bunları söylemek, elbette ki Arap dünyasında diktatörlere isyan eden insanların çabalarındaki asalete gölge düşürmez. Çünkü bu isyanlar zaten yıllarcadır sürdürülmekte. Ama bu isyanların bir sonuca ulaşması, bir anlamda bölgesel konjonktürle küresel konjonktürün, belli ölçülerde de olsa örtüşmesini gerektirmektedir. Tüm bunlara rağmen bir devrim gerçekleşemez mi? Elbette gerçekleşebilir ve zaten devrim de bunun adıdır; yani her şeye rağmen olanın. Ama Arap dünyasındaki hareketler bir devrim değil, değişim hareketleridir. Şahidi olduğumuz bu gelişmeler ise, bir anlamda Arap dünyası ve çevresindeki genel değişimin ve ortaya çıkacak olan yeni bir dünyanın işaretleridir. Her şeye rağmen, yani küresel gücün istekleriyle uyuşan bir eksene de dayansa da, bu değişim Müslümanlar açısından önemlidir ve Müslümanlar, asıl yapmak istediklerini bundan sonra, ama bu kez de küresel güce ve kapitalizmin arzularına dikkat ederek ve mücadele stratejilerini bunun karşısında örgütleyerek sürdürmelidirler.

Sorunuza gelince, her ne olursa olsun, şu geldiğimiz nokta bile çok önemli. Yani zalime dur diyebilmek, ona karşı sesini yükseltmek, en azından psikolojik düzeyde de olsa bir özgürleşme uğrağına gelindiğinin göstergesi. Halkın aradığı düzen konusu ise biraz netameli bir konu. Çünkü halk gerçekten de bir düzen mi arıyor, yani bu özgürlük kavgası pozitif bir çabaya ve arayışa mı dayanıyor; yoksa bu savaşım sadece mevcut zalimden kurtulma tepkisine mi dayanmakta, bu çok açık değil. Ama bu bir dizi ayaklanmanın Wikileaks’le bağlantılarını da düşündüğümüz de, bu kalkışımların çok da pozitif bir çıkış noktasına dayanmadığını söyleyebiliriz. O zaman çok fazla umutlu olmaya gerek yok. Ama özgürleşme mücadelesi uzun ve emeğe dayalı bir mücadeledir. Dolayısıyla en azından bir başlangıç noktası olması hasebiyle bile önemli bu ayaklanmalar. Bundan sonrası, en azından diktatoryal olmayan bir zeminde sürdürülecek uzun soluklu bir mücadeleyi gerektirmekte ve biz de -hiç değilse şimdilik- bunu umut edebiliriz.

MY: Arap ülkelerinde başlayan bu hareket Suudi Arabistan’ı nasıl etkiler? Vahabizm bu “devrim rüzgârlarına” direnebilir mi?

Suudi Arabistan’ın ciddi anlamda Vahabi bir anlayışa dayandığını düşünmemekteyim. Orada tam anlamıyla bağnaz, gerici, gelenekçi ve diktatoryal bir sistem sürdürülmekte. Vahabilik belki bu sistemin kendisini meşrulaştırmak ve halkın rızasını kazanmak için başvurduğu kirletilmiş bir ideolojik argüman. Bu halk ayaklanmalarının çok da “masum” olmadığını düşündüğümüzde, Suudi sisteminin şimdilik bu sürecin dışından duracağını/tutulacağını söyleyebilirim.

MY: 19cu asırda diktatörlerin işini kolaylaştırıyordu trenler, telgraflar, istihbarat ve fişleme… Nazilerin toplama kamplarına kadar uzanıyor Zulümün “endüstrileşmiş” şekli. Oysa Teknoloji “halkın yanında” yer aldı, çok ilginç bir rol oynadı bu hareketlerde. Cep telefonları ile yollanan görüntüler, twitter, web siteleri… Devletin bir iki televizyon kanalı kapatması ya da gazeteleri toplatması mümkün ama bilgi teknolojileri “oyunun kurallarını” değiştirdi sanki. 21ci asırın devrimleri sizce teknolojik mi olacak?

Devrimler her zaman en ileri araçlardan yararlanmışlardır. Çünkü devrimleri yapan kitleler, görece de olsa o toplumun en “ileri” kesimleridir. Bu kesimler ise, devrimci girişimlerini sonuçlandırmak için mevcut “silahlar”ın tümünden yararlanırlar. 21ci asırdaki sorun, bu teknolojilerden yararlanmanın ötesinde, bu teknolojilerin stabilleştirdiği, eylemsizleştirdiği ve pasifleştirdiği kitlelerin artık kendilerinde devrim yapacakları o coşku ve dinamizmi bulamamalarında yatmakta. Özellikle çağımız erkekleri, savaşçı güçlerini ve arzularını büyük ölçüde yitirmekte.

MY: İranlı yetkililer Tunus’taki olayları İran İslâm Devrimi’ne benzettiler. Oysa bu ülkede son seçimlerdeki yolsuzluk iddiaları sonrası çıkan olaylar artık devrimin yozlaştığı hissini uyandırıyor. Dünün İranlı devrimcileri bugünün muhafazakârları gibi görünüyor. Sizce Tunus ve Mısır’daki halk hareketleri İran’daki hükümetin elini güçlendirir mi? Yoksa tersine muhalefeti daha cesur olmaya mı iter?

Aslında 1980lerde İslam dünyasının önüne iki önemli seçenek sunulmuştu. Birisi İran İslam Devrimi, diğeri ise Türkiye Milli Görüşünün demokratik mücadele yöntemi. Devrim, özellikle 80-90lı yıllarda İslam dünyasında önemli bir coşku ve umut yaratmıştı. Ama bu coşku ve umut, ne yazık ki sürdürülemedi. Bunda elbet sadece Devrimin stratejisyenleri sorumlu değil. Küresel istikbar da, Devrimin boğulması için her türlü savaş taktiğini uygulamaktan kaçınmadı. Milli Görüş ise, aynı dönemi oldukça sıkıntılı mücadelelerle geçirmekle birlikte, görülen o ki, şimdilerde aynı İslam dünyasına coşku ve umudu bu gelenekten gelen bir iktidarın girişimleri vermekte. Dolayısıyla bu süreç, küresel istikbarın da -en azından şimdilik- arzusuyla örtüşen bir biçimde Devrim’in aleyhine, ama Milli Görüş’ün, yani, demokratik bir gelişmenin lehine işlemekte. Dolayısıyla, İran’daki toplumsal güçler açısından da giderek demokratik teamüllerin daha ağır basabileceğini söyleyebilirim.

MY: Devrimden bahsederken kelimelere bir çerçeve çizmek gerek diye düşünüyorum. Devrimci, isyancı hatta terörist olarak nitelendi Tunuslu göstericiler. Tabi her güç kendi çıkarları açısından yeni bir terminoloji oluşturuyor. Bir siyasî hareketi meşru görebilmemiz ya da “halk devrimi” diyebilmemiz için basit bir ölçü yok mudur? Devleti, iktidarı hedefleyen bir çetenin kışkırtmasıyla başlayan şiddet ile halkın aklını, vicdanını yansıtan olayları nasıl ayırd edebiliriz?

Doğrusu ben de devrim yerine isyan kavramını kullanmayı daha yerinde buluyorum. Çünkü devrimler çok özel olaylardır ve sıklıkla tekrarlanamazlar. Öte yandan devrimler sadece kendi toplumlarını değil, dünyayı da dönüştürürler. Ancak bu yine de bu isyanların meşruiyetlerine bir gölge düşürmemeli. Çünkü zulme karşı her başkaldırı olayı oldukça değerlidir ve bu yüzden de biçimsel değerlendirmelerle çarçabuk harcanmamalıdır. Elbet bu statükonun bozulmamasından yana olanlar açısından isyancılar birer “terörist”tir. Çünkü onların, yani zalimlerin çıkarlarını sarsmaktadırlar. Dolayısıyla bu tip tanımlamalar, tamamıyla olaya nereden baktığınız ve neresinde durduğunuzla ilgili, göreceli tanımlamalardır.

MY: Önceki söyleşimizde devrim kavramı üzerine şunları söylemiştiniz:

Devrim kan ve ter gerektirir, hazırlık, sebat, fedakârlık, aşk, mücadele, disiplin, cehd, sabır, emek gerektirir. Bunlar aslında tüm insanlarda aradığımız olumlu değerler. İslam’ın da insanlarda oluşmasını istediği değerler. Bu değerlere sahip olmayan biri Müslüman olabilir mi? Ama sorun devrimlerde değil, devrim sonrasında aranmalı. Çünkü devrim süreçlerinin ağırlığı, devrimci bireyler ve enerjileri tükettiği için, devrim sonrası alanlar, çoğu kez fırsatçılıklara ve demagoglara kalmakta. Yani Baudrillard’ın kavramlaştırdığı gibi simülakrlara. O yüzden değil mi ki Ali Şeriati, Nas ve Felak surelerini yorumlarken, sorunun devrim yapmak değil, devrim sonrası hakikati ayakta tutabilmek sorunu olduğunu vurgulamakta;

 Diktatör Zeynelabidin bin Ali’yi kovan Tunus halkı koşullar izin verseydi seçimle liderlerini seçebilir, basın yoluyla hükümeti eleştirebilir ve bağımsız mahkemelerde hakkını arayabilirdi. Yani güç ayrılığı, özgür basın vb kurumlarıyla batılı anlamda bir demokrasi olsaydı Tunus’ta devrime gerek kalmayacaktı. Buna bakarak Şöyle dersem katılır mısınız?

“Devrim halkın zulüme direnmesi ve bu direnişten doğan enerjinin bir anda boşalmasıdır, Devrimler demokrasinin çok hızlı yürüyen bir şeklidir”

Bir halkın belli şeyleri öğrenmesi hiç de kolay olmuyor. Öğrenmek çünkü bir deneyim ve emeği gerektiriyor. Zorun, zulmün bile bir öğreticiliği vardır. Yeter ki öğrenmeye niyetli ve yetenekli bir halk olsun karşısında. O nedenle şayet Zeynelabidin bin Ali olmasaydı halk bunları yapabilirdi diye bir öngörü olamaz. Çünkü rahatlık atmosferi çoğu kez olumsuz bir işlev de yüklenebilmekte. Bu konuda, yine bir Tunuslu olan İbn Haldun’un gözlem ve çözümlemeleri oldukça aydınlatıcı ve öğretici. Yani bedeviliğin diriliğine karşı hadariliğin yozlaştırıcılığı, dikkate alınması gereken bir husus. Öte yandan devrim ve demokrasi, siyasal açıdan farklı usuller. Devrimlerdeki enerji patlamalarının yoğunluğuna karşı demokrasiler, amaca doğru yürümek için belli bir uzlaşma kültürünü ve sabrı gerektirmekte. Tabi biriktirilen her enerji nitelikli olmayabileceği gibi, demokrasilerde de işler her zaman iyi yürümeyebilir.

Devrim eğer eski düzenin “devirilmesi” ile başlıyorsa az ya da çok şiddet içermek zorunda sanırım. Tunus’ta ve Mısır’da bir kaç hafta içinde olup biten ve bütün bir ülkeyi saran bu süreç üzerinde halkın denetimi nereye kadar olabilir? Meselâ Tunuslu ve Mısırlı yönetici kadrolar “hedefler araçları meşru kılar” diyerek işkence yaparsa ya da insanları fişlerse bu yozlaşmayı durdurmak için yeniden bir devrim mi yapmak gerekecek?

Halkların şiddet sarmalından çıkamamaları, tarihin öğreticilik yerine tekerrürü gibi bir sonuca yol açmakta. Bu durum da, İbn Haldun’un gözlemlerinden çıkardığı başka bir sonuç. Birbiri ardı sıra gelen kısa ömürlü beyliklerin serencamı üzerinden çok da şey geçmiş gibi değil sanki. Deneyimlerini biriktirerek, oradan bazı öğretici sonuçlar çıkaramayan halklar açısından tarih, bir türlü içerisinden çıkılamayan bir labirente dönüşmekte. Sonuçta kendinden öncekini tekrarlayan bu oluşumların yeknesaklığı ise, bir süre sonra halkaların ruhuna bir umutsuzluk tortusu ve bu içinden çıkılamazlığın yazgısını eklemekte. Bu yazgının alt edilmesi için sadece zalime dur denilmek yetmemekte, bu yazgısallaşmış döngüye de bir dur denilebilmelidir. Bu ise, isyanların reaksiyoner ya da fütuhatların yağmacı niteliklerinin ötesindeki bir çabayı, tecrübî, bilimsel, pozitif ve geleceğe dönük bir bakış açısını; sabrı, cehdi ve emeği gerektirir.

Trackback URL

  1. 1 Trackback(s)

  2. Şub 6, 2011: Twitter Trackbacks for İslâmcılık: Devrim ile demokrasi arasında… : Derin Düşünce [derindusunce.org] on Topsy.com

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin