RSS Feed for This Post

Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı(1)

Sunuş: Çeşme resmine bakmakla suya kanamayacağını idrak eden Akıl kendiliğinden suyun kaynağına yönelecektir. Tam da bu sebeple  Zaman’ın NE?‘liğini anlamak(=görmek) için de Sanat’tan istifade etmek icab eder. Bu bir keyfiyet değil.  İnsan gibi düşünmek için Sanat’tan istifade etmek zorundayız. Çünkü eserler sanatçıları anlatır, sanatçıya dairdir. Eser Sanatçı’nın aynısı değildir ama eserin varolmasını MuRaD etmiş ve eşyaya şekil vererek onu ortaya çıkarmıştır Sanatçı. Zaman vehmi de Zaman’ın hakikatini gözlerden saklar. Vehimden kurtulmanın yolu aklı (gözü) eğitmek, harf ile mânâ arasındaki farkı ona öğretmektir.(1a)

Sanat taklit midir? 

Schumann’ın en lezzetli eserlerinden birini dinliyorum,  “spanische liebeslieder” (op. 138). Aşk şarkıları bunlar. 15ci asırda İspanya’da yazılmış aşk şiirlerinin Almanca tercümelerinden ilham almış büyük besteci. Albümdeki birinci parça gül bahçesinde rastladığı delikanlıya aşık olan bir genç kızın şarkısı. Mezzo-soprano Angelika Kirchschlager‘in berrak sesi su gibi akıyor ve soprano Barbara Bonney‘inkiyle “karışınca” öyle bir içiliyor ki…

Şırıl şırıl akan küçük bir derenin berrak suları canlanıyor gözümde. Seslerin berraklığı “lokur lokur akan” pianonun ritmiyle daha da belirginleşiyor. Bu kısacık şarkıyı tekrar dinliyorum. Genç kızı, delikanlıyı, gülleri anladım da… “işin içinde bir de su var” diyorum, bu kadar tesadüf olamaz. Sonra sözler takılıyor kulaklarıma. Acaba şiiri Almanca’ya tercüme eden Emanuel von Geibel sonu “ş” ve “s” gibi su sesiyle biten kelimeleri kasten mi seçmiş? CD’nin kutusundan kitapçığı çıkarıp sözlere(1b) bakıyorum: Oh! Yanılmamışım. Hakikaten şırıl şırıl akan bir dere var iki aşığın ilk defa karşılaştığı yerde.

Sanat doğanın taklidi midir? Doğal olarak güzel olan şeylerin beceriksizce, yapay biçimde tasvir edilmesinden mi ibarettir? Öyle ya, batan bir güneşi seyretmek dururken neden kıpırdamadan duran bir yağlı boya tabloya bakalım? Bir bülbülün şen nağmelerini, akan suyun şırıltısını dinlemek dururken Schumann’ın şarkıları ile yoralım kulaklarımızı? Tabi sanatçı ve/veya sanatsever okurlarımız kızabilirler. “Ah! hayır, kimse Hacı Arif Bey’in yerini tutamaz” ya da “Hangi kuş Mozart’ın 40cı senfonisini çalmış da biz duymamışız?” gibi itirazlar gelebilir. Ancak Sanat eserleri doğanın kötü birer kopyası değilse nedirler? Bunu bir tarif etmek gerek. Yani Tabiat’ın güzellikleri dururken Sanat’a ne gerek var? Yok eğer Sanat Tabiat’tan ayrı ise, basit bir eğlence ya da süs eşyası değilse nedir gayesi? Yöntemi? Hedefi?

“Doğadaki güzellikler doğal olarak güzeldir. Oysa sanatsal güzellik bir şeyin güzel bir tasviridir”

Böyle diyor Kant vicdan ve güzellik üzerine düşüncelerini sunduğu Yargı Yetisinin Eleştirisi adlı kitabında. Doğal güzellikler katıksız ve fayda arayışı olmadan, kendiliklerinden güzel olan şeyler. Doğadaki güzelliklerin cezbettiği insanların ahlâken de güzel olacaklarını savunuyor büyük düşünür. Oysa sergi salonlarının elitist/züppe(?) havası, sanatsal faaliyetlere ister istemez dahil olan beşerî çekişmeler, maddî kaygılar Kant’ı soğutuyor insanların yaptığı sanattan. Tanrı’nın yarattığı doğal güzellikleri, bir anlamda ilâhî sanatı insan eliyle “yaratılmış” güzelliklere tercih ediyor.

Peki sanat gerçekten doğal güzelliklerin taklidiyle sınırlı mıdır? Bundan başka bir amacı olamaz mı müzeleri dolduran heykellerin, tabloların? Onca bestenin, mimarî eserin ve sanat adına yapılmış işlerin, bu uğurda sefalet çekmişlerin hatta can vermişlerin MuRaDı nedir?

Kant’ın gözüyle (aklıyla) bakmaya çalışalım önce: Farz edelim bir sokakta yürüyorsunuz gece vakti. Birden gökyüzünde kocaman dolunayı fark ettiniz. Heyecanla karışık bir hayranlık uyandı içinizde. Biraz daha yürüdünüz, o da ne? Dolunay sandığınız şey bir sokak lambası değil miymiş? İşin bütün tadı kaçtı değil mi? Ne oldu? Neden bozuldu “tılsım” ? Eğer güzellik bakanın gözünde ise ne fark eder gerçek mehtabın yerine  “kötü bir kopyasına” bakmak? “Dolunay” dediğiniz şey neticede beyaz ışık saçan yuvarlak bir cisim değil mi? Neden sevgilinizle el ele yürürken, romantik şarkılar dinlerken ille de dünyanın uydusunu görmek istiyorsunuz? Bir sokak lambası neyinize yetmiyor?

Kant kısmen haklı belki. Eğer dindar bir kadın olan annesinden aldığı Protestan inancıyla gökyüzüne baktığını varsayarsak onun  perspektifinden şöyle denilebilir:

“Mehtap kendiliğinden güzel. İnsan yapısı olmayan, “faydasız” bir güzellik olduğu için Tanrı’nın sanatını yansıtıyor. Mehtabın doğal güzelliği acıkan, üşüyen beşerî yönüme değil iman eden insanî yönüme hitab ediyor. Mehtaba bakınca duygulanmam, gözlerimin ve aklımın cezbedilmesi Kâinat’ı yaratan Sanatçı ile temas etmemi sağlıyor.

 Oysa sokak lambası kenti aydınlatmak için konmuş. Gözüme güzel görünse bile o lambayı üretenlerin maksadı, MuRaDı  bu değil. Tasarlayan mühendisler ve imal eden işçiler için maddî amaçlar vardı: Maliyet, güvenlik, montaj…”

-400’lerde yaşamış Yunanlı ressam Zeuxis  yaptığı üzüm tasvirlerini gerçek sanarak yemeğe gelen kuşlarla övünürmüş. Doğanın güzelliklerine yaklaşmanın , Sanat’ı yücelttiğini iddia edermiş. Tekrar kendimize sormak lâzım, hayvanları aldatabilmeyi  Sanat’a amaç edinmek Sanat’ı yüceltir mi yoksa tam tersine dekoratif malzeme mertebesine mi indirir? Hegel Estetik Derslerine Giriş‘te bu ve buna benzer argümanlarla Kant’ın fikirlerine hücum ediyor :

“Tabiat aynı anda beş duyuya hitap eder. Oysa [taklitçi] sanat ancak bir duyuyu aldatabilir. Bu sebeple kendini taklit rolüne hapseden bir sanat sürünerek bir fili taklid etmeye çalışan solucana benzer. Taklitçi sanat gerçek canlılığın yerine ancak Hayat’ın bir karikatürü olabilir!”

Aslında Kant ve Hegel’in güzellik/sanat konusundaki fikrî çatışmaları sanırım bir tür maskeli balo. Bir yanda Hristiyan terbiyesi aldığı halde bilimcilik kıskacındaki meslektaşlarından tepki almaktan korkan Kant, diğer yanda İnsan’ın sanatındaki maneviyatı  keşfeden ama bu Mânâ’yı Tabiat’a sığdıramayan Hegel.

Hegel’in kitabının tamamında çok ilginç fikirler var ama yer yer insan dışındaki alemi şeyleştiren pozitivist(?) bir eğilim kokusu alıyorum. Spinoza ile Descartes’in fikirlerini sentezleyip maddî bir maneviyat(!) inşa etme yönünde bir çaba göze (akıla) çarpıyor:

“herhangi bir adamın aklından geçen değersiz bir fikir bile Tabiat’ın ürettiği her şeyin üzerindedir. Çünkü [insan eylemleri] maneviyat ve özgürlük içerir.”

Hegel sanki dehası sayesinde materyalizmin açıklarını yakalamış ama objektif bir maneviyat kurma gayesi güdüyor yine de.(2) Dikkatli okuyucularımız göreceklerdir, Hegel ve Kant zıt görünse de yazımızın başından beri ısrarla andığımız MuRaD‘ın zemininde birleşebilirlerdi. Çünkü her ikisi de aynı temele oturtmuşlar fikirlerini:

 “Sanat’ın X türlüsü güzeldir çünkü X bir MuRaDın ifadesidir, mânânın maddeye, eşyaya MuRaD ile şekil vermesidir”

Ancak o MuRaDın kaynağı konusunda hemfikir değiller. İşin bir başka ilginç yanı her ikisinin de bir sistem kurmak istemiş düşünürler olması. Sadece Sanat’ı değil Akıl’ı, Ahlâk’ı, savaşları, politik gelişmeleri, diplomatik hesapları… toplumu meşgul eden her meseleyi ihata edebilecek bir felsefe sistemi kurmak istemişler. Belki bu iki büyük deha inşa değil de keşif odaklı çalışsalardı daha farklı olabilirdi netice:

 « Cansız’dan Canlı’ya geçişte zahiren de olsa bir irade var. Çorak, Hayat’sız bir toprağa yağan ilk yağmur damlaları nasıl o toprağın içine işlerse Madde’ye öyle işliyor İRaDe. Hayatiyet dediğimiz şey baş harfi büyük yazılmak üzere bu İRaDe, Madde’ye canlılık veren. Sonsuzluğa erişme MuRaDını, ölüme direnme MuRaDını Madde’ye “sokan” bir İRaDe var. Madde’nin Madde olarak var oluşu bir iradenin neticesi olarak görülebilir. Ama “Canlı Madde” olan bitki ve hayvanlar bizzat o Madde’yi var eden İRaDe’nin minik gölgeleri, yansımaları. » (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…)

Neden MuRaD üzerinde bu kadar ısrarla duruyoruz? İnsan’ın insanlığının başladığı yer burasıdır da ondan. İnsan’ın kendi varoluşunu anlama noktası  MuRaD‘ı anlama, kavrama noktasıdır. Hegel’in deyimiyle eşyanın, hayvanatın EDİLGEN varoluşu (an sich) ile İnsan’ın şuurlu, AKTİF varoluşu (für sich) arasındaki farkın berraklaştığı kavşaktır MuRaD. Bu sebeple Sanat’ın bir ihtiyaç olduğunu söylemek Sanat’a yapılmış bir hakaret gibidir. İnsan’ın  kendi EVVEL’ine ve kendi AHÎR’ine âgâh olabilmesi için vardır Sanat ve Sanat’a dair ne varsa; kültür, zihniyet, eşyayı anlamlandırma:

Neden bir nefes alma kültürü geliştirmedik bu güne kadar?

  • – Lütfen, önce siz nefes alın. İstirham ederim.
  • – Ah! Dünyada olmaz. Siz misafirsiniz. Önce siz nefes alacaksınız.
  • – Beni mahçup ediyorsunuz ama…

Seçme imkânı bulunmayan durumlarda İnsan özgür olamaz. Bir nefes alma kültürü geliştiremediysek bundandır. Kültür Mânâ’nın başladığı yerdedir. Madde’ye Anlam, İnsan’a Özgürlük yüklenen noktada. Özgürlük sayesinde hayvanların determinist dünyasını ve hayvanlığı BİLEREK, İSTEYEREK [MuRaD ederek] terk eder insan.(3)

Bunun içindir ki sadece doymak için yemez ve ısınmak için giyinmez. Yemeğe herkesten önce başlamak, şu veya bu şekilde giyin(/me)mek, konuşurken argo, Osmanlıca veya İngilizce kelimeler seçmek mânâ taşır. Bir insanı tek başına evine davet etmek mânâ taşır. Davet edilen yere git(/me)mek mânâ taşır. (Derin Göz / Sanat’ta Ayrıntı isimli kitabımız, Tenzîh ve Teşbîh meselesi)

 

Dipnotlar

1a° Gözlerimiz vasıtasıyla aklımız şekillendi, şekilleniyor. Bir başka deyişle GÖRME biçimlerimiz ile AKLETME biçimlerimiz birbirine sıkı sıkıya bağlı. Çünkü GÖRMEK ve AKLETMEK aynı cismin iki farklı yüzeyi gibidir:

  • İki cismin aynı anda aynı yerde bulunaMAması,
  • Cisimlerin bir başı, bir sonu olması,
  • Cisimlerin kırılıp bölünerek küçük parçalara ayrılması,
  • Tahtayı (özü) değil de tahta masayı (sureti) görebilmemiz,
  • Güneş’ e baktıktan sonra mum ışığını göreMEyişimiz…

Bütün bu Mekân’a dair olguları Göz ile kavrıyoruz ama bir yandan da GÖRME vasıtasıyla AKLIMIZ formatlanıyor. Her şeyi mekânsal biçimde kavramlaştırıyoruz. Daha önceki bölümlerde anlattığımız gibi Zaman’ı bile mekânlaştırıyoruz, model olarak kullandığımız  t anlarını, saat tik-taklarını Zaman’ın kendisi sanıyoruz. Kâinat kitabının alfabesini, dilbilgisi kurallarını, kelime oyunlarını, ilişkilerin vasıflarını, ilişkilerin arasındaki ilişkileri ve ilişkilerin arasındaki ilişkilerin vasıflarını görebilmek için Sanat’tan istifade edeceğiz.

 1b°

 Von dem Rosenbusch, o Mutter,

von den Rosen komm ich.

An den Ufern jenes Wassers

sah ich Rosen stehn und Knospen;

von den Rosen komm ich.

An den Ufern jenes Flusses

sah ich Rosen stehn in Blüte,

brach mit Seufzen mir die Rosen

Und am Rosenbusch, o Mutter,

einen Jüngling sah ich,

an den Ufern jenes Wassers

einen schlanken Jüngling sah ich,

einen Jüngling sah ich.

An den Ufern jenes Flusses

sucht nach Rosen auch der Jüngling,

viele Rosen pflückt er, viele Rosen.

und mit Lächeln brach die schönste er,

gab mit Seufzen mir die Rose.

Yaşadığı dönemin pozitivist baskısı yazdıklarında hissediliyor. Ayrıca unutmamak gerekir ki Fransız devrimini yaşamış, Napolyon’un Almanya’yı işgaline tanık olmuş ve Fransızların kazanmasını istemiş bir Hegel’den bahsediyoruz. O dönemin bir çok düşünürü gibi İnsanlık Tarihi’nin bir evrim içinde olduğuna inanmış, teorileri de Avrupa’da hakim olan ideolojilerin gölgesinde kalmış.

A’râf 179, Bakara 65, Maîde 60, A’râf 166, Furkan 43-44,…

 

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:ercan yılmaz Tarih: Ara 2, 2010 | Reply

    Sanata taklit demek yanlış olur. Eğer taklitten ibaret olsaydı, o zaman oluşturulan her eser bir şaheser olurdu. Bence kişinin duygularının yansımasıdır sanat. Ve duygular da asla taklit olmaz.

  3. Yazan:erhan kanisli Tarih: Ara 6, 2010 | Reply

    belki de sanat uygarligin bilincdisidir. gosterge-gosterilen baglaminda degerlendirdigimizde gostergeden yola cikarak; sanat; her devrin kendine ozgu baskin soylemin altinda kalanin ifsa’sidir ya da daha iyi bir deyisle sizmasidir diyebiliriz. ama tabii bu sadece lacanian bi acidan degerlendirme olarak telakki edilebilir, ki cok da iyi olur cunku sanat su’dur bu’dur tarzinda, insanlik tarihini bir kaliba dokmenin ne kadar afaki bi ugras oldugunu bize hatirlatir.

    yaziya gelirsek; yine bircok sey ogrendigim ve yanimdaki beyaz, kucuk bi kagida ileride arastirilmasi gerektigini ima eden notlar aldigim bi yazi olmus. ayrica schumann’in o eserini de bilmiyordum, cehaletimi suratima carptiniz Mehmet Bey, tesekkurler…

  1. 2 Trackback(s)

  2. Ara 4, 2010: Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı (3) : Derin Düşünce
  3. Ara 9, 2010: Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı (5) : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin