RSS Feed for This Post

Kirli bir şeydir zaman…

Virginia Wolf kendine ait bir oda yeter demişti yazı yazmak için. Ve yazın diyordu; erkekler ne düşünür diye düşünmeden yazın!
 
Dışarıdan matkap sesleri geliyor.  Çıldırtıcı bir şekilde gün boyu devam edecek. Hiç durmayacak. Her ne yapıyorlarsa hiç bitiremiyorlar. Bitmeyecek bittiğinde de bir diğeri başlayacak. Önce sert kararlı, demiri keser gibi giriyor beynime. Kafatasım ilk anda direniyor olmalı. Ses, tok kızgın: tıırrrr. Sonra yumuşak dokulara geldiğinde rahatlıyor matkap, sesi inceliyor ve git gide yavaşlayan bir vınnn sesi ile sönümleniyor. Birkaç dakika ara verdiğinde mala sesleri geliyor, hırt hırt ve başladı yeniden önce dirençli, sonra yavaş, muzaffer ve bir vınnn sesi..
 
Kendime ait bir odam yok. 6 yaşında kızımın bile kendine ait bir odası var iki senedir benim yok. Onun için önce ben! diyebilecek sağlamlıkta bir benliğin olmalı.
 
 Anneee bacağımı sinek ısırmış kaşıdım yara oldu, acıyor, önce ağlayan kızım giriyor içeri, sonra aynı kapıdan yan odada avaz avaz bağıran  bütün kahramanları bok suratlı, pörtlek bakışlı çizgi filmlerinden birinin sesi.
-Kaşıma kızım
-vüüeee kaşınıyor ama.
-Kızım kaşıma, hadi dışarı
-Burası benim odam!
Aldın mı ağzının payını ve vınnnn…
Biraz sonra ağabeyi ile bağırışmaya başlayacaklar. Ya kavga edecekler ya oynayacaklar ama her iki halde de biteviye bağırışacaklar. Ben bağırmaya başlayacağım sonra susunnn, yeter artık belki 30. kes sesleneceğim, “kıs o televizyonun sesini!” sonra vınnn, hırt hırt hırt…
 
 Nice zamandır gecenin bir vaktinde kelimeler hücum ediyor kafama. Kırık dökük yarım yamalak, anılar, hüzünlü tatlı acı… Zaman ile ilgili yazmaya davet etmiş çalışkan editörüm hepimizi. Nice zamandır geceleri vınsız saatlerde zaman akıp duruyor belleğimde. Sıradan, sıra dışı anılar; unutulmuş, küflenmiş, hafızamın çukurunda kaybolmuş… Geceleri yazmak olmaz, geceler ailenin olmalı. Geceleri aile dediğin aile olmalı. Neden gündüzleri yapmıyorsun bu işleri iyice koptuk birbirimizden.
 
Herkes haklı. Ama kelimeler bir tek geceleri geliyor çoğu zaman. Pek olmaz ama bazen sessizlik olduğu saatlerde. O saatlerde kim ne düşünür diye düşünmeden yazacak cesaretim de geliveriyor gibi. Belki de bana öyle geliyor. Hain bir neşter var elimde. Olmaz diyorum bu yazılmaz bunu yazarsan incinirler, olmaz şunu da yazma seni incitirler. Acımasız bir eleştirmenim var matkabın beynimi deldiği köşeciklerden birine saklanmış, durmadan konuşuyor. Kabiliyetsizliğin o senin. Eğer kabiliyetin olsa ben diliyle yazmak istemezdin hiçbir şeyi. Başka dünyaların olurdu, başka zamanların. Yanık saraylar inşa ederdin sen de. Kurak topraklar, çağına tanık olabilirdin kendini aşabilseydin. Bir hücrede yapayalnız canım acıyor anne deyip cinnete terk edilen Berivan’ın hikayesini yazabilirdin mesela. O cesaret o yetenek olsaydı sende bu kadar meşgul olmazdın kendinle. Berivan olman gerekmezdi Berivan’ı anlatmak için.
 
İyi de ben beni anlatmak istiyorum. Yegane tanıdığım ya da tanıdığımı sandığım kişiyi. Derin izler bırakacak cümlelerim yok benim. Yüzlerce yıl sonra okunduğunda insanları çarpacak derin felsefi anlam içeren kelimeler. Hiç olmadı. Liseli çocukların kompozisyon ödevleri gibi başkalarının cümlelerini kata kata yazdığın üç beş sayfa yazının ne kıymeti var. Kendi kelimelerim olmalı benim, kendi fikirlerim. İnançsız değilsem de inancımı bile kendi kelimelerimle konuşmayı isterim.
 
Başka hayatlar kurmak, başka dünyalara girmek. Bir nevi tanrılığa soyunmak değil mi? Büyük hikayeciler de bir nevi bu işin tanrısı. Kabul etmek güç ama Tanrı değilim ben. Bilmeden görmeden yazamıyorum. Gördüğümü hissetmeden. Ne yanık saraylarda dolaştım ne bir gece karlı topraklarda yürüdüm elini tutup annemin, köyüm yakıldığında. Doğrusunu isterseniz çoğunuzun gördüğü hiçbir yeri görmedim. Gördüğüm yerlerde ise çoğunuzun keşfettiği hiçbir detayı keşfedemedim. İnsanların yüzlerine baktığımda duygularını, düşüncelerini okuyanlardan da değildim. Bir çocuk bile daha başarılıdır bu konuda benden.
 
***
Bir gün hatırlıyorum hatıraların içerisinden… Daha çocukların öğlen saatlerinde gözünü açıp koşarak pc başına oturmadığı günlerden biri. Kahvaltıların peynir zeytin ekmekle yapıldığı, çocukların sokakta oynamak için can attığı günler. Bir Karadeniz kasabasında kıvırcık saçlı bir kız hatırlıyorum. Balkonda oturuyoruz hep beraber. Elinde bir dilim börek var. Önünde şekerli bir çay. Nadir mutlu saatlerden birini yaşıyoruz. Kimse kimseyle kavga etmiyor. Para , miras, soy sop, asalet konuşulmuyor. Yağmur yağarken mis gibi bir toprak kokusu geliyor. Toprak mis gibi kokuyor diyor annem. Yağmur yağdığında toprak kokuyor o günler. Yağmur yağdığında şimşeklerin güzelliğini ve toprak kokusunu düşünüyor çocuklar. Hangi alışveriş merkezine gidip hangi hamburger menüyü alıp eve mutsuz döneceğini değil. İnsanlar mutsuzluk veriyor çocuklara, bitmeyen mal mülk, soy sop tartışmaları mutsuzluk veriyor. Ama yağan yağmur, çakan şimşek, bir dilim börek, şekerli çay en çok da o toprağın kokusu mutluluk vaat ediyor. Hayaller kurduruyor acımasızca.
 
 İnsanlar mutsuzluk veriyor yine birbirlerine bunca zaman geçtikten sonra benim hayatım dedikçe. Ama çocukları avutacak bir toprak kokusu, şimşeklere baktıkça hayaller kurduracak bir dost alem de yok artık. Hırs dolu çocuklar. Bilgisayar ekranlarından çıkmış anime karakterler gibi kötü kötü bakıyorlar insanın yüzüne. O bakışları ile parçalanıyor annelerin kalpleri. (Dünyanın en kadim sorusunu sorduruyorlar yeniden. Nerede hata yaptım. Anne olmak vicdan azabı çekmek değil mi bir yerde.) Şimşekler çakan göğe bakmıyorlar bile. Balkona çıkıp deniz manzarasına da. Baksalar da ne anlıyorsun anne diyorlar aptal aptal uzaklara bakmaktan. Uzaklara bakmak nasıl da aptalca geliyor onlara. Hayal kurmuyor çocuklar. Mutsuz da olsalar toprak kokusunu duydukları zaman bir gün ne olursa olsun bir şey olacaklarına dair, birileri için bir anlamları olacaklarına dair saatler süren hülyaları yok. Kameralı cep telefonları var onların, çilek mobilyalı şık odaları. Deep freezede sevdikleri yiyecekler.  Sucuk severler, pizza severler, çeşit çeşit çukulatalar sonra. Bayramlarda çukulata yemenin tadını bilemezler. Her gün çukulata yerler çünkü. Yeni yıllarda fırından çıkan mis gibi kızarmış tavuk da bir şey değildir. Tavuk sıkıcı bir yiyecektir. Hiç muz yemeyi özlememişlerdir. Zeytinyağlı fasulyeyi ağızlarına sürmezler. Hayal etmez çocuklar. Bir gün kendi kelimeleri olan bir yazar olabileceklerine, çocuklarına neşeli sofralar kurabileceklerine dair düşlere dalmazlar. Annelerin hiç aklının ermediği, ermediği için de aşağılandığı oyunlar oynarlar internetten. Kaybettikçe hırslanırlar. Kazandıkça yine hırslanırlar.
 
Hiç aldatamazsınız bu çocukları sonra. Saçma sapan vatan millet Sakarya şiirleri ile kalpleri tıpırdamaz. Yerli malı haftalarında kuru yemiş, portakal yiyerek mutlu olacak, Çalıkuşu’nu, Ateşten Gömleği okuyarak Feride olmayı hayal edecek çocuklar da değillerdir. Ama hiçbir şeye de inanmazlar. Sadece kötü bakışlı anime karakterleri süsler düşlerini. Doğa üstü yetenekleri ve ellerinde kılıçları vardır bi tek. Ahı tutmuştur belki başka coğrafyaların çocuklarının. Bunca mutsuzluk bunca ümitsizlik ondandır yaşadığımız. Hayatın bir yanında çocuklar elinde kılıçlar olan kötü bakışlı karakterlerin büyüsündedir. Hayatın diğer yarısında ellerinde taş olan çocuklar öfkeli bakışlarının ardında bir gün, bir gece vakti evlerinden bir baskınla götürülmüş yakınları ile beraber çocukluklarına son verenlerin intikamını alacak eli silahı gerilla hayalleri kurar belki de. Ahı tutmuştur memleketin bir köşesinde sürü otlatırken, annesini doktora yetiştirirken yanan kavrulan bedenleri ile hayatı son bulmuş çocukların. Onlar bakışlarını dikmiştir hepimize. O yüzden artık toprak kokmaz yağmurlar. O yüzden güvenlikli evlerinde hayalleri pc ekranından öteye ulaşmayan çocuklar bu kadar kötü nazarlarla bakarlar etraflarına. O yüzden saçma gelir yağmur öncesi denizin manzarası bu çocuklara.
 
Her şey saçmadır nice zamandır. Feride’nin yaşadığı aşklar ülküler kadar saçma. Kandil akşamları saçmadır ninelerin ellerini öpmek. Bayramlarda giyeceğin papucu geceleri kalkıp kalkıp sevmek saçma. Yılbaşı geceleri kavgasız gümbürtüsüz bir aile ve beraberce tombala oynamayı düşünmek saçmadır, yaşlılardan bilmem kaçıncı defadır dinlediğin savaş yılları öykülerini yeniden dinlemek saçma.
 
Kana ateşe bulanmışken ülkenin doğusu, batısında vur patlasın çal oynasın bir dünya vardır. Tekne turlarında güzel kızlar göbek atma yarışmaları yaparlar. “Salla halkı etkile” diye bağıran DJ lerin çığlıkları altında. Sallar halkı etkilerler tüm güçleri ile güzel kızlar. Halk da tıklım tıkış birikmiştir etraflarına hani etkilenebilmek için. Ülkenin doğusunda birileri gerilla cenazelerini yakar, taş atan çocuklara mesaj olsun diye. Yanık cenazelere baktıkça dağlar çağırır öfkeli çocukları. Ülkenin batısında geceler çılgın geçer. Binlerce liralık ayakkabıları çantaları vardır İstinye Parktan alınmış, selülit sorununu halletmiş şık kadınların. Reina gecelerinde şrak şrak şrak poz verirler magazin fotoğrafçılarına porselen dişlerini göstererek. Çalıkuşu okumak saçmadır bu dünya da  Karamazov Kardeşler’in ruh tahlillerine kulak verecek zamanları da yoktur insanların. Ülkenin batısında evraklar bekler insanları, iş takipleri, ihaleler. Hiç bitmeyen istekleri vardır anime karakterlerine dönmüş çocukların. Anneler gelecek kaygısı ile dertlenirler. Dershaneden dershaneye koşarlar çocuklar ile birlikte. Deneme sınavı sonuçları ile güler deneme sınavı sonuçları ile ağlarlar. Hızla akıp geçen bir hayata yetişmek gerekir gücün nisbetinde. İstiklal caddesinde hızla akar hayatlar. Hızla tükenir ömürler Tuzla tershanelerinde. Ve hızlıdır Boğaz gecelerinde sallayıp halkı etkilerken. Ülkenin doğusunda nasıl akar hayatlar bilinmez. Anlayamaz batıdaki adam neden öfkelidir konuşurken bu ‘Kürtlerin’ hep yüzleri. Anlamak gerekmez ahkam kesmek için ya, zaten düşünecek vakit de pek yoktur. Hızlı akar zaman oralarda.
 
O yüzden toprak kokmaz yağmurlar, o yüzden anne yemekleri ile mutlu olamaz çocuklar. O yüzden yıllar akıp geçerken ve toprak çağırırken seni şaşkın, kafası karışıksındır. Neydi bu şimdi. Yaşadım bunca yıl ama anlamı neydi tüm bunların diye sorar durursun nadir vınnnsız saatlerde. 
 
Mutlu olmasa da mutluluğa dair hayalleri de kalmamıştır insanların.
 
Çünkü zaman kirli bir şeydir. Kirletir balkonda çayını yudumlayan kıvırcık saçlı küçük kızları. Hayallerine ihanet ederek başlar her şey. Umursamadıkça kirlenir düşler. Vınnsız saatlerde yazılmamış her satır bir umursamazlık kozası örer o kızın etrafına.
 
Yerli malı haftalarında yemiş yiyip şarkı söyleyen kızlar ront yapmaz bu ülkenin topraklarında artık. Acılar ebeveynlerimizin cinnetleri yüzünden yaşanmaz çocuk kalplerimizde okuldan eve dönünce. Cinnet bizzat küçük kızlarındır artık. Soğuk yalnız hücrelerden dayanamıyorum canım acıyor anne diye bağırırlarken yititirirler akıllarını.
 
Çünkü kirli bir şeydir zaman. Bir yalanla gelmiş bir yalanla sona ermektedir tüm hayatın.

Trackback URL

  1. 5 Yorum

  2. Yazan:MY Tarih: Tem 16, 2010 | Reply

    Selamlar Özlem Hanim,

    Yazinin hüznüne degil ama “zamanin kirliligine” itirazim olacak:

    “Çünkü zaman kirli bir şeydir. Kirletir balkonda çayını yudumlayan kıvırcık saçlı küçük kızları. Hayallerine ihanet ederek başlar her şey. Umursamadıkça kirlenir düşler. Vınnsız saatlerde yazılmamış her satır bir umursamazlık kozası örer o kızın etrafına.”

    Demissiniz ya, bu sözler zihnimde söyle yankilandi “Masumiyet cahilliktir!” Danimarkali düsünür Sören Kierkegaard’a ait olan bu cümle (Türkçe’ye de çevrilmis olan) Kaygi Kavrami adli saheserden.

    Evet, masumiyet cahilliktir. Hayvanlar ve çocuklar kötülük yapma kapasitesine sahip olMAdiklari için masumdurlar, mecburen, yaratilis icabi, cahillikten dolayi masumdurlar. Kirlenmeyi bilmedikleri için temizdirler. Akli olmayan, pür nefs olan çocuklar ve hayvanlar iste böylesine temizdirler. Melekler de böyledir. Nefsi olmayan, saf akil. seçme sansi olmayanlar bunlar.

    Zaman kirli degildir aslinda. Bizim zamanla olan iliskimizdir “zaman geçtikçe” lekelenen. Nasil ki bülbülün sesinin güzelligi benim ve sizin kulaginizda sakli ise Zaman’in “kiri” de sizin ve benim ellerimde potansiyel olarak saklidir. Pozitivistler ne çok bülbülün bogazini kestiler o güzelligi ararken, oysa güzellik insanda idi 🙂

    Teknolojinin, Zaman’in, paranin “kiri” de böyle, bülbülün sesinin güzelliginin oturdugu adreste!

    iyi haberi de vereyim. Bunca yil geçti ama o kivircik saçli çocuk hâlâ bir seyler hissediyor degil mi? Pismanlik? Nostalji? çocuklarina yagmurun kokusunu ögretMEmis olmak… Demek ki bülbülün sesinin güzelligini o kizin kulagina yerlestiren Yüce ALLAH pismanligin, nostaljinin “iyilik” referansini da kalbine koymus. Yani ne kadar kir gelse de Cevher orada. Kayip yok. Üstü kirle kaplanmis, elmas görünmüyor 🙂

    Özetle Zaman, bas harfi büyük yazilmak üzere hatta belki de Hazreti Zaman bizim ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜN varolus sartidir. Zaman’siz özgür olunmaz çünkü. Zaman’imizi kirleterek yasama imkanimiz oldugu içindir ki Zaman’i (ömrü?) temiz olanlar Cennet’i hak ederler.

    Her insan bu dünyaya birseyler yazmak için gelir. Bir miktar mürekkep ile. Ama nereye yazacak? Hazreti Zaman’in kâgidina elbette.

    iste bunlari düsündüm sizin yazinizi okurken. Sürçü lisan ettiysek affola, Nasihatler önce kendi nefsimize 🙂

  3. Yazan:özlem Tarih: Tem 16, 2010 | Reply

    Masumiyet cahilliktir. Ne kadar derin bir söz…
    Nasihat ve moral vermeler için teşekkürler. Hele bir yağmur yağsın. Her şey daha iyi görünür elbet. Belki vinnn sesleri bile biter ne dersiniz:)

  4. Yazan:Atılım Ateş Tarih: Tem 16, 2010 | Reply

    Özlem Hanım,

    Ben de bilgisayar oyunları ve çizgi filmlerle büyüdüm (He-man, Voltran, Thundercats ve daha niceleri, tek kanallı TRT’de bile), anlattıklarınızı dinleyince açıkçası kendimi çocuklarınızla özdeşleştirdim biraz.

    Çocuklarınızda gördüğünüz yabancı sizi dehşete düşürmüş doğru anladıysam. Hatta dünyada gördüğünüz yabancı sizi isyan noktasına getirmiş. Çocuklarınızdan takdir görmemek yormuş belki sizi. Haddime değil belki, ama sormak istedim: Siz çocuklarınızı takdir ettiniz mi? Onları oldukları biçimde kabul edebildiniz mi? Yoksa dişinizi sıkıp tahammül mü ediyorsunuz belki günün birinde doğru yolu görürler diye?

    Tabii bir de işin zaman boyutu var. Belki de sizinle yaşıtız Özlem Hanım, ve ben kendimi sizin çocuklarınızla özdeşleştirdim aradaki yaş (yani zaman) farkına rağmen. Öyleyse zaman bu denklemin neresinde kalıyor?

    Zihninde herkes kendine biçtiği role göre bir de takvim ediniyor galiba. Ne zaman ki yabancı bir mekana düşüyoruz, değişimi zamana göre ölçtüğümüz için geçen zamanı suçluyoruz. Bir de attığımız adımlar var oysa, bizi içinde bulunduğumuz mekana getiren ayaklarımız var. Takvimin yapraklarını geri çeviremeyeceğimize göre belki de adımlarımızı geri yürümek, yani bir şekilde geldiğimiz gibi gitmek tek çözüm.

    Selamlar,

    Atılım Ateş

  5. Yazan:özlem Tarih: Tem 16, 2010 | Reply

    Atılım bey haklısınız,
    her hikayenin bir de öbür tarafı vardır. Günü gelince o çocuklar da kendi hikayelerini kırıklıklarını yazarlar sanırım.

  6. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Tem 16, 2010 | Reply

    Çok eğlenceli bir yazı. O meşhur matkap sesi, sonra zamane çocuklarının hayalcilikten uzak halleri. Tam da kanayan yaram…
    İlk bisikletim Pinokyo marka, her tarafında fırfırlar olan mavi bir bisikletti. Bisiklet tamircisinde gördüğümde vurulmuştum ve tek hayalim ona sahip olmaktı. Bayram olduğunda ilk işim bayramlıklarımı alıp heyecanla bisikletçiye koşmak olmuştu ama bayram olduğu için kapalıydı. Bayramın her günü açılmış mı diye bisikletçiyi ziyaret etmiştim ve parayı verip bisiklet “benim” olduğunda yaşadığım heyecanı tarif etmem imkansız. Sonra aylar o rüzgarda dönen fırfırları, zilinin sesi, zincirlerinin ayak bırakınca dönmemesinin, pedalı geri çevirince nasıl olup da bisikletin geri gitmediğinin sihri içinde geçmişti.
    Geçen gün kızıma üzerinde çizgi kız karakterleri olan, otomatik kornalı ve el tutamaçlarında parlak süsler olan bir bisiklet aldım ve onun da benim çocukken yaşadığım heyecanı yaşamasını umuyordum. Ama bir haftadır bisiklet apartman boşluğunda duruyor ve kızım bisiklete karşı hiçbir ilgi hissetmiyor. Acayip hayal kırıklığına uğramış durumdayım ve ona bisiklet hakkında heyecan duyması için binbir yöntem denediğim halde (kendim bile binip bunun ne kadar eğlenceli bir şey olduğunu gösterdim :)) bana mısın demedi. O noktaya geldi ki, “eğer binmeyeceksen başka birine vereyim” diye tehdit etme noktasına geldim. Bu çocuklar neden heyecanlanmazlar, veya heyecanları hemen söner? Nerede yanlış yapıyorum? Aldırırken çok hevesli görünüyorlar halbuki. En iyisi hiç almamak ve o hevesi canlı tutmak herhalde 🙂

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin