RSS Feed for This Post

Bu pazartesi Amerika’da bir başörtülü

 (OPRAH.com)

Krista Bremer 2008 Pushcart ödülü ve 2009 Rona Jaffe Kurumu Yazar ödülü sahibidir. Edebiyat dergisi The Sun’ın yayımcısıdır ve şimdi kültürler arası evlilik üzerine hatıralarını yazmaktadır.

Dokuz yıl önce, Kuzey Carolina’daki evimizin oturma odasında yeni doğan kızımla 70’lerin çocuk klasiği olan, California’da çocukken ezberlediğim ve her sözü hoşgörü ve cinsiyet eşitliğinden bahseden “Free to Be… You and Me” şarkısını söyleyip dans etmiştim.

Libya doğumlu eşim, İsmail, ise kızımızı kucağına almış, verandada gıcırtılı bir sallanan sandalyede saatlerce oturup ona eski bir Arapça halk şarkısı mırıldanmıştı. Sonra onu bir Müslüman alime götürüp küçük, kadife kulağına ezan okunmuş, uzun bir yaşam için dua edilmişti.

Espresso gözlüydü ve sulu siyah kirpikleri aynı babasınınki gibiydi. Sütlü-kahve derisi yaz güneşinde hemen koyulaşıyordu. İsmini Aliya koyduk, anlamı Arapça “yüce” demekmiş. Eşimle, en baştan kızımızı çok farklı yetişme tarzlarımızdan hangisini seçeceği konusunda serbest bırakma konusunda anlaştık.

Bu anlaşmada kendime gizli bir güven duyuyordum – onun konforlu Amerikan tarzı hayat stilini mütevazi Müslüman yetişme tarzına tercih edeceği konusunda emindim. İsmail’in ailesi Trablus’ta rüzgarlı ve derbeder bir sokakta küçük bir taş evde yaşıyorlardı. Duvarları birkaç ahşap üzerine oyulmuş Kur’an levhaları dışında çıplaktı, yer döşemesi ise yatmak için iki kat yapılan ince yastıkların dışında bomboştu.

Benim ailem ise Santa Fe’de geniş bir evde yaşıyor, 3-arabalık garajları, düz-ekranlı ve yüzlerce kanallı TV’leri, buzdolaplarındaki organik yiyecekleri ve torunları için bir dolap dolusu oyuncağın bulunduğu bir evde yaşıyordu.

Aliya’yı hep Whole Food’a alışveriş seferleri düzenleyen; Noel ağacını hediyelerle dolduran ama aynı zamanda Arapça’nın melodik sesini ve ballı baklavayı beğenen ve Libya’ya gittiğimizde halasının ayağına karışık kınadan dövmeler yaptığı bir kız olarak hayal etmiştim. Onu hiçbir zaman Müslüman kızların taktığı baş örtüsü içinde hayal etmemiştim.

Geçen yaz bölgemizdeki caminin arkasındaki park alanında bölgemizdeki Müslümanlarla birlikte Ramazan bayramını kutluyorduk. Çocuklar şişme oyuncaklarda hoplayıp zıplarken, anne babalar oyun alanının yanındaki plastik tente altında oturmuş, körili tavukların, pilav ve baklavanın üzerine konmaya çalışan sinekleri kovmaya çalışıyordu.

Aliya’yla birlikte namaz seccadesi, kınalı dövme ve Müslüman kıyafeti satan satıcıları geziyorduk. Başörtüsü satan bir tezgahın önüne geldiğimizde, Aliya durup bana döndü ve “Lütfen, Anne-bir tane alabilir miyim?” diye yalvardı.

Aceleyle dikkatlice katlanmış başörtüsü  yığınlarını karıştırmaya başladı, satıcı ise siyah bir örtü içinde Afro-Amerikalı bir kadındı, gözlerini dikmiş ona bakıyordu. Sonra Aliya’nın yaşıtı Müslüman kızlara nasıl hayranlıkla baktığını farkettim.

Onlara acımıştım. Bu en sıcak yaz günlerinde bile yerlere kadar uzun eteklerle ve uzun kollu giysilerle örtülüydüler, halbuki benim en güzel çocukluk hatıralarım cildimin güneşle temas ettiği: ön bahçemizdeki fıskiyenin üzerinden zıpladığım, ayaklarımda çimenleri hissettiğim; Idaho’da buzlu nehirde yürüdüğüm, şortumu iyice yukarıya çekip, ilk alabalığımı yakaladığım; Hawaii sahilinde sörf yaptığım zamanlardı. Halbuki Aliya bu kızları kıskanıyordu ve benden onlarınki gibi kıyafet istiyordu. Ve şimdi de bir başörtüsü.

Daha önce mazeretim, bunları yerel alışveriş merkezlerinde bulmanın zorluğuydu, ama şimdi oradaydı işte, kendi biriktirdiği on doları elinde tuttuğu orman yeşili ipeğe vermek istiyordu. Başımı kararlılığımı vurgulayarak “hayır” şeklinde sallamaya başlamıştım, ama hemen kendimi tuttum, İsmail’le anlaşmamızı hatırladım.  Dişlerimi gıcırdatarak istediğini aldım, nasıl olsa yakında unuturdu.

O akşam üstü, manava gidecektim, Aliya odasından beni çağırdı, gelmemi istedi.

Hemen sonra merdivenlerin üstünde belirdi – daha doğrusu yarısı belirdi. Belden aşağısı kızımdı: spor ayakkabıları, parlak çorapları, dizleri yıpranmış kotu. Ama belden yukarısı, yabancı bir kızdı. Parlak, yuvarlak yüzü koyu bir kumaş çadırın içinde asılıydı, sanki yıldızsız bir gökyüzündeki dolunay gibiydi.

“Bunu giyecek misin?” diye sordum.

“Eveeet,” dedi yavaşça, son zamanlarda aşikar olanı ifade ettiğimde kullanmayı adet edindiği tonda.

Dükkana giderken, bir taraftan dikiz aynasından onu gözetliyordum. Sessizce pencereden dışarı bakıyordu, sanki küçük güney kasabamızı ziyaret eden önemli bir Müslüman adammış gibi ilgisiz ve kayıtsız görünüyordu — Ben, ancak onun şöförü gibiydim.

Dudağımı ısırdım. Arabadan inmeden başörtüsünü çıkarmasını söylemeyi düşündüm, ama aklıma bunun için belirtebileceğim mantıklı bir sebep gelmedi, sadece görüntüsünün kan basıncımı arttırıyor olması dışında. Onun kişiliğini ifade etmesini hep destekledim ve akraba baskısına karşı koymasını, ama şimdi sanki o başörtüsünü giyen benmişim gibi içine kapanık ve klostrofobik hissediyordum.

Food Lion park alanında, ağır yaz havası boğucuydu. Nemli saçımı at kuyruğu yapıp arkamda toplamıştım, ama Aliya sıcaktan etkilenmemişe benziyordu. Tuhaf bir çift olarak görünüyor olmalıydık: uzun sarışın kısa bluzlu ve kotlu bir kadın, dört-fit-boyunda bir Müslümanla el ele tutuşmuş… Kızımı daha yakına çektim ve çıplak kollarım iğne iğne battı – aynı klimayla soğutulmuş bir dükkana girdiğinde oluşan içgüdüsel durum gibi.

Alışveriş arabamızı koridorda ilerletirken, satışçılar bize henüz çözemedikleri bir bilmece gibi bakıyorlar, gözlerini yakaladığımda ise bakışlarını öne indiriyorlardı.

Ürün reyonunda, elmaya uzanan bir kadın beni durdurup parlak, dikkatli bir gülümsemeyle “Çeşitliliği destekliyorum ve çocuğunuz benim açımdan hiçbir sorun teşkil etmiyor.” Dedi. O kadar ciddi, ve beni rahatlatmak için gayretli görünüyordu ki, engelli çocuk sahibi olmanın nasıl bir his olduğunu yani o meraklı ve istenmeyen sempatilerin oluşturduğu durumu o anda anladım.

Kasada, yaşlıca bir güneyli kadın kemikli ellerini tokalaşmak için yavaşça Aliya’ya uzatıp. “Benim, benim..,” diye sonunu getiremeyerek konuşmaya çalıştı. Başını inanmaz bir şekilde sallayarak… “Ne kadar ince görünüyorsun!” dedi. Kızım ise saygılı bir şekilde gülümsedi, ve dönüp benden sakız almamı istedi.

Sonraki günlerde, Aliya kahvaltı masasına pijamalarının üstünde başörtüsüyle geldi, bir Müslüman aktivitesinde bütün ilgilerin odağı oldu, komplimanlara boğuldu, ve parkta ise, bankta otururken konuştuğum anneler konuyu açmamak için ellerinden gelen tüm gayreti gösteriyorlardı.

Aynı haftanın sonuna doğru, bölgemizde bulunan bir havuzda, Aliya’dan sadece birkaç yaş büyük bir kızı yaşıtı bir oğlanla pinpon oynarken izledim. Çocukluk ve ergenlik arasındaki sınırdaydı -dar kalçalar, sıska bacaklar, yeni yeni beliren göğüsleri- vardı ve ip askılı bikini giymişti.

Rakibi büyük bir tişört ve dizlerinin altına düşen sarkık bir mayo giymiş bir oğlan çocuğuydu. Çocuk topu attığında, kız hamle yaparken bir eliyle topu karşılamaya, diğer eliyle kayan taytını tutmaya çalışıyordu. Ona kalçasını örtsün diye bir havlu vermeyi istedim, böylece oyuna kendini daha rahat verebilir ve iyi bir atış için kendini daha rahat hissedebilirdi.

Bu oyunda neden zorlandığını görmek kolaydı: Çıplağa yakın vücudu odaklanmasını engelliyordu. Ve onun o zor durumdaki ifadesinde ilk bikini giydiğimde yaşadığım utanç ve heyecan karışımı duyguyu hissettim.

14’ümde, lisenin koridorlarında trafikteki sincap gibi zıplayarak yürürdüm: duvarları kucakla, ortada yönünü değiştir, gizlen. Kış tatilinde Los Angeles’a halam Mary’yi ziyarete gitmiştim. Mary deniz kızları toplamış, tuvalet masasına siyah-beyaz uzun saçlı bir Hint gurusu fotoğrafı koymuş, ve silhat ve fıstık yağı kokulu küçük bir sağlıklı yemek dükkanından alışveriş yapmıştı. Beni Venice Plajına götürdü, orada sokak satıcısından ucuz bir bikini aldım.

İnanılmayacak kadar güneşli bir öğleden sonranın sözüyle heyecanlı, başka biri olabileceğimi düşündüm – çimlerdeki yağlı vücut geliştiriciler gibi gösterişli ve gururlu, tütsü yakıp kaldırımda oturan hippiler gibi dingin ve sıkılganlıktan uzak… Kumsaldaki kumlu beton zeminli soyunma odasında iki parçalı yeni kostümümü giydim.

Beyaz göbeğimden sarkan fazlalıklar ve uyluklarımdaki beyaz tüylerle – çıplak ve kabuğundan çıkmış kaplumbağa gibi hissetmiştim. Ve soyunma kabininden çıktığımda, erkeklerin bakışları yürürken bile iğne batırıyormuş gibi geliyordu.

Bu utancın garip hissine rağmen, sırıtan yüzlere, müstehcen ifadelere odaklanmış, kendi hakkımdaki sırrı çözmek için önemli bir ipucu yakalamaya çalışmıştım. Bu erkekler bende ne görüyorlar – aramızda kabaran bu garip güç nedir, bu hızlıca değişen akım ki bir anda beni güçlü ve daha sonra ise tarif edilemez şekilde savunmasız kılan?

Aliya’yı birkaç yıl içinde askılı bikini içinde hayal ettim. Ve sonra onu müslüman kıyafeti içinde düşündüm. Hangi görüntünün daha rahatsız edici olduğu konusunda bir şey söylemek zordu. Sonra bir Sufi Müslüman arkadaşın söylediği bir şeyi düşündüm: Sufiler özümüzün fiziksel vücudun ötesinde enerji yaydığına inanır – yani bir çeşit enerjik ikinci bir cildimiz vardır, ki bu son derece hassas ve karşılaştığın herkese karşı geçirgendir. Müslüman erkekler ve kadınlar mütevazi giysileriyle onlar ve dünya arasındaki şarjlı alanı korurlar.

70’lerde Güney California’da büyürken, kadının özgürlüğünün, daha az giyinmek, ve her şeyi yapabilirken-ama yine bikini içinde iyi görünebilmesi olduğunu öğrenmiştim. Fiziksel özgürlüğümü araştırmak kendimi keşfetme prosesinin önemli bir parçasıydı, ama ortaya çıkmasının da bir bedeli vardı.

Venice Plajındaki o günden beri, çekicilik akımının türbülansında yüzmeyi öğrenmekle yıllarım geçti – arzulanmayı istemek, başkalarının asılmalarına karşı koymak, kendi özlemimin sırlı derinliklerine inmek.

Saatlerce aynadaki görüntümü  incelemekle geçirirdim – ona hayran olarak, nefret ederek, başkaları onun hakkında ne düşünür diye merak ederek – ve bazen bana öyle geliyor ki başka bir konuya bu kadar eğilseydim eğer uzman olurdum, roman yazardım, veya en azından organik sebze bahçesinin nasıl yetiştirileceğini öğrenmiş olurdum.

Yakınlarda bir Cumartesi sabahı, büyük bir mağazanın kalabalık bir soyunma dolabında, ince topuklu kolej kızlarının yanında kot denedim, bebek arabası içinde bebekleri yaygara koparan genç anneler, ve orta yaşlı dudakları büzgülü kaşları çatık kadınlar. Birer birer soyunma kabinlerine doğru yürüdük. O dört tarafı aynalarla çevrilmiş parlak aydınlatılmış kaideye çıkmak için sıraya girdik, kalçalarımızı toparlayıp karınlarımızı çekip ve başımızı çevirip arka tarafımıza bakabilmek için.

Sıra bana geldiğinde, kalbim göğüs kafesimde, bacaklarımın kotta olduğu gibiydi. Floresan ışıklar altında yüzüm solgun görünüyordu, ve birden kendini-geliştirme havucu peşinde inatla koşturduğum yıllardan ne kadar yorulduğumu hissederken, bir yandan da kendimi eleştirmenin ağır bavulunu peşimden sürüklüyordum.

Hayatının bu aşamasında, Aliya’nın büyülendiği ise çevresindeki dünyaydı – aynada gördüğü değil… Son yaz Blu Ridge Parkway’ın kenarında durdu, uzaktan dağların mavi-siyah görüntüsüne gözünü dikti, yamaçları pamuk gibi bulutlarla kaplanmıştı, ve nefesi kesildi. “Bu hayatımda gördüğüm en güzel şey,” diye fısıldadı. Kocaman açtığı parlak gözleri bu güzelliğin aynasıydı adeta, ve öyle sabit duruyordu ki manzarayla bütünleşmiş gibiydi, sonunda hayalini koluna asılıp arabaya çekerek bozduk.

Okulda durum farklı. Dördüncü sınıfta kızlar giysi ile popülerlik arasında bağlantı kuruyorlar. Birkaç hafta önce, sesi öfkeliydi ve bana bir sınıf arkadaşının sınıftaki kızları kıyafetlerinin güzelliğine göre puanladığını söyledi.

O zaman anladım ki fiziksel teşhirin beni bazı yönlerden özgürleştiğini düşünürken, Aliya kendini örterek tamamen farklı bir çeşit özgürlüğü keşfedebilmişti.

Aliya’nın Müslüman giysi konusundaki ilgisi ne kadar sürecek bilmiyorum. Eğer İslam’I benimserse, inancının ona hoşgörü, insancıllık, ve adalet duygusu getireceğine inanıyorum – babasına getirdiği gibi. Ve onu korumak için güçlü bir arzum olduğundan, yaptığı seçimin yaşadığı yerde ona hayatı zorlaştırmasından hep endişe edeceğim. Geçenlerde fatiha’yı ezberledi, Kur’an’ın açılış suresini, ve babasına kendisine Arapça öğretmesi için baskı yapıyor. Ayrıca usta bir dağ bisikletçisi olma yolunda, benimle ahşap patikalarda sürüyor, suların içinden deli fişek gibi geçiyor.

Diğer gün, onu okulda bıraktığımda, genelde yaptığım gibi aceleyle gaza basıp uzaklaşmak yerine, çocukların bulunduğu kalabalığın içine yürümesini izledim, fırtınadan korunuyor gibi çantasının ağırlığıyla öne doğru eğilmişti. Amaçlı bir şekilde hareket ediyor gibiydi, yalnız bir şekilde- onun yaşında olduğumdan çok farklı bir şekildeydi. Bir kez daha onun benim açımdan ne kadar gizemli olduğunu farkettim.

Onu böyle yapan sadece baş örtüsü  değil: başkalarının onun hakkında ne düşündüğünün umurunda olmaması… Veya Halloween şekerini ellenmemiş bir şekilde çekmecesinde saklaması… Halbuki ben çocukken şekerleme hastasıydım. Şurası bir gerçek ki Aliya için bir kitaba dalmak, bir okyanusa dalmaktan daha heyecan verici- okurken kendini o derece yitiriyor ki yan odadan ona seslendiğimi bile duymuyor.

Onun okulun girişinde yere eğildiğini ve çantasından dikkatlice katlanmış kumaşı çıkartışını izledim, diğer çocukların sakızlarını veya dudak parlatıcılarını saklamaları gibi. Ve sonra onu başının üzerinden kaydırdı ve küçük erkek kardeşinin süper kahraman olmak için giydiği pelerin gibi omuzlarının üzerine bıraktı.

Kaldırımdan uzaklaşırken, başörtüsünün onun sınırsız hayal gücünü, keskin kavrayışını ve kendinden emin tavrını korumak için sihirli güçlere sahip olduğunu düşündüm. Birçok genç kadının ergenlikte yakalandığı o aynalı evde tuzağına yakalanmaktan onu muhafaza ettiğine, çok sayıda seçenek arasında onu hoşnutsuz bırakacak olanlara karşı onu koruduğunu ve geleceğe uçuşunda ona güvenli bir örtü sağladığını düşündüm.

 

… Bu makale ilginizi çekitiyse…

Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları

Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne  kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor.  Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

 Kadın hakları ve Kemalizm

 “Kemalizm Türk kadınına özgürlük verdi” gibi sloganlarla düşünmeye daha doğrusu ezberlemeye itildiği için sık sık  şaşırmaya mahkûm bir kuşak bizimki. Tarihi, belgeleri, siyasî söylemleri ve sloganları aklın imtihanına tabi tutan herkes hayretler içinde kalıyor. “İyi de biz bunu bunca sene nasıl yuttuk?” diye sormaktan alamıyoruz kendimizi.  Kemalist düşüncenin, çağdaşlığın ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi “çağdaş Türk kadını’nın sesi” Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı olan Yunus Nadi kadınların siyasete atılmasına nasıl tepki vermiş meselâ?  “Havva’nın kızları, Meclis’e girip yılın manto modasını tartışacak”  Kadınlar Halk Fırkası kapatılınca yerine Türk Kadınlar Birliği kurulmuş. O da kapatılınca Cumhuriyet Gazetesi’nde şu başlık atılmış:  “Türk Kadınlar Birliği kapatıldı, fesat çıkaran hatun kişilere haddi bildirildi.” Derin Düşünce Fikir Platformu yakasını resmî tarihten kurtarmak isteyen okurlarına ezber bozan bir kitap öneriyor : Kadın hakları ve Kemalizm ilişkisine alternatif bir bakış

 

Trackback URL

  1. 6 Yorum

  2. Yazan:durhat Tarih: Haz 14, 2010 | Reply

    amman bizim yobaz laiklerimiz duymasın.bu küçük kızın abd’lerde bir işler çevirdiğini düşünüp uykuları kaçabilir.ya türkiye’nin laik düzenini bozmayı amaçlayan haltler dönüyorsa:))

    ilahi Ekrem bey,burada başörtülülerin birilerinde yarattığı korku ve sanrılar yetmiyormuş gibi bir de abd’deki uzantılardan bahsetmişsiniz.oldu mu şimdi:))

  3. Yazan:kaan coskun Tarih: Haz 14, 2010 | Reply

    Çok güzel bir tesettür yazısıydı.
    Bu yazıyı daha özel kılan gayr-i müslim biri tarafından yazılmış olması. İnsan gururlanıyor.
    Milli maç kazanmış gibi oluyor.

  4. Yazan:M.Demircioğlu Tarih: Haz 15, 2010 | Reply

    Bu yazıyı daha özel kılan gayr-i müslim biri tarafından yazılmış olması.(kaan coşkun)

    Kaan bey sorun bence dine bakış açısından kaynaklanmıyor.Eğer bu şekilde olsaydı,başörtüsünün-veya tessettürün-islam inancı dışındakilerce itiraz konusu olması gerekirdi.

    Oysa ki tam tersi oluyor.Değil gayri müslimler,agnostikler,ateistler yani dini inançları olmayanlar bile bunu sorun olarak görmez.(Tabi agnostizmi,ateizmi islamifobiklikle karıştıran “yerel”anlayışlar bu kapsamın dışındadır)

    Dolayısıyla başörtüsüne antipati duyan yobaz laiklerin çoğunluk müslüman kimliğe sahip olmaları tesadüf değil.Zaten yeri geldiğinde “elhamdulilah biz de müslümanız”,”benim annem,anneanem de giyer”,”tarladaki anadolu kadınına kimin itirazı var?”vb argümanlarla söze başlamaları durumu yeterince açıklıyor.Yani işin özü aslında takım destekler gibi bu yasağın arkasında duran otoriter zihniyete duyulan sorgusuz itaattir.Zira “Cumhuriyetin kazanımları”,”Anayasal değerler”,”demokratik laik devlet”gibi resmi söylem ve ezberler maalesef bir tür korku ve paranoya yaratmıştır.Ve bu da “yobaz laik”olarak tanımlanan zihniyeti teşekkül etmiştir.

    Onun için gayri müslimlerin bu tür kompleks hastalıkları bulunmadığından bizden daha farklı bakıyorlar olaya.Şöyle bir iki turisti çevirip sorsanız inanın bu perişanlığa gülüp geçerler.

    Bizler de bir gün gülüp geçeceğiz tüm bu garebetlere lakin belki torunlarımıza nasip olacak.Zira yobaz laik blok, Çin Seddi gibi bütün hak ve özgürlüklerin önünde dikilmeye devam ediyor.Karanlıkta yaşamaya öyle alışmışlar ki yarasa gibi aydınlıktan korkar hale gelmişlerdir.Var güçleriyle statükoyu savunup değişim ve dönüşüme direnmeleri elbette nedensiz değildir.

    Ancak artık mızrak çuvala sığmıyor.Ne yapsalar nafile.Çünkü değişim kaçınılmazdır ve bu zihniyet de er veya geç tarih çöplüğündeki yerini alacaktır.Ortaçağ Engzisyon dönemi kapandığına göre bu karanlığın da sonu bir gün gelecektir elbet.
    ————
    Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü yasağıyla ilgili düşüncelerine dair video paylaşımı için de teşekkürler.Bu adamdan ne köy ne de kasaba olacağı kendi sözleriyle tescillenmiştir bana göre.Kendisini bir umut gibi görenlere bu videoyu izlemelerini öneririm.Görsünler kasketli,traktör pozlu çakma kahramanın içine düştüğü acizliği.Adam korkudan kimliğini inkar ediyor…başörtüsü yasağına mı çözüm bulacak?

  5. Yazan:betül ulukışla Tarih: Haz 15, 2010 | Reply

    Beni düşündürdü bu makale özel olması bir çocuk tarafından yaşanması ve gayri müslim biri tarafından samimi gözlenmesi.Ne hoş ne güzel onların adına mutlu oldum çeşitliliği her zaman savunuyorum.Araya bir şeyler sokuşturmayacağım fakat diyorum ki keşke bizim insanımız da böyle görünmez sınırlar içersinde çocuklarını özgür bırakabilse kızların müslüman görüntüsünü sevmesini istiyorum sıkılmasını değil.Bende minik kardeşime benziyorum.Ama türbanlı olupta bunu sevmeyenlerde var bu gereksiz baskı bilinçsiz müslümanları doğuruyor.Başka bir tarafta da tam tersi bir durum var kendini keşfetmiş olmak istediği kişi olamanayanlar.Hepimizin bildiklerini anlatmak da istemiyorum sorunu abartmak yerine çözüm bulmak ne güzelidir.Ben olumlu bakıyorum her şey güzel olacak bir gün.
    Ve diyorum ki özgürlük her şeyi yapabilmek değil istediğini yapabilmektir.
    selamlar dostlar.

  6. Yazan:aziz yılmaz Tarih: Haz 16, 2010 | Reply

    İnsanların bakış açıları ve algılarının “nereden beslendiği”üzerine çarpıcı ve bir o kadar da öğretici örnek bir yazı olmuş.Bizlerle paylaştığı için Ekrem beye öncelikle teşekkürler.

    Benim de bu konudaki görüşlerim diğer katılımcılarla paralellik taşıyor.Aklıma gelen ilk soru şu:bir olgu veya olayın-hemen hemen istinasız olarak-“dışarıdan/içeriden”diye neden farklı algılar üzerinden kurulduğudur.

    Örneğin yazıdaki anılardan da anlaşılacağı üzere bir anne,kızının farklı bir giyim tercihinde bulunmasını endişeyle karşılıyor.Anormal buluyor bu tercihi,hatta bu “farklı”yönelimi,çocuğunun toplumda bir engelli olarak düşünüldüğü hissine kapılmaktan kendini alıkoyamıyor.Neden?Çünkü içinde yaşadığı çevre,önkabuller vs. bir doğru yaratmış kafasında.Her toplumda bir biçimiyle varolan ve benzerlik taşıyan bildik kalıplardır bunlar.Ve dolayısıyla bu kalıpların dışına çıkılması durumunda birtakım çatışmaların doğması kaçınılmaz hale geliyor.Çatışmaya “odak”teşkil eden fiili durumlar değişken olabilir.Kuşak çatışması,tercih uyuşmazlığı,geleneklerin dışına çıkma,kendi olma vb burada birer nedendir.

    Dolayısıyla bu anlatı yazısında başlangıçta aykırılık arzeden,şaşkınlığa neden olan saikler bu nedenlerden biri veya bir kaçından esinlenir.Zira küçük kızın kendisi için kurduğu “yeni dünyası” kabul gören mevcut standart değerlerin dışındadır.Bir bakıma sürüden ayrılmıştır.Kendisi adına kaygılanan annesi için bu durumu kabullenmek zor gelmektedir.Çünkü önceden sınırı çizilmiş doğrular vardır ve küçük kız bir bakıma bu doğrulara isyan bayrağı açmıştır.

    Ancak böyle başlamakla beraber anne, zamanla;müdahil olma,kendi çocuğu adına doğrulara karar verme yerine kızını anlamaya başlar…Dünyasına iner ve hızlı bir empati kurar.Aslında bu deneyimden henüz idrak edemediği pek çok şeyi de kavramış olur.Ve nitekim özürlü gibi gördüğü çocuğuna büyük bir hayranlık duyarak o güne değin keşfedemediği dünyaya yepyeni pencerelerden bakmaya başlar.

    Eğer bir sinema filmi gibi bakacak olursak film mutlu sonla bitmiştir.En azından katı yargılarla başlayan bir zıtlaşma karşılıklı saygıya,hoşgörüye dönüşmüş,çatışmacı tutum yerini anlamaya bırakmıştır.

    Ancak yaşamın kültür ve inanç farklılıklarından kaynaklı toplumsal kaosları ne yazık ki her zaman böylesi mutlu sonlarla bitmiyor.

    Özellikle de ülkemizde maalesef bu karşılıklı saygı ve hoşgürü kültüründen eser yok.Düzeleceği noktasında da pek olumlu işaretler olduğu söylenemez.Aksine çatışmaları daha da derinleştiren bir gidişat söz konusu.

    Bu durum kısmen yazıda işlenen temalarla örtüşse de ülke özelinde bazı nüanslar gösterir.Klişe “varolan koşullar”a dayalı bir dizi sosyolojik karmaşa var çünkü.ABD’deki ana-kız olayı gibi mutlu sonla bitmeyecek kadar derin ve bir o kadar da karmaşık!

    Zira ABD,her ne kadar dış polikasında saldırgan ve işgalci bir tutum izlese de bu ülkede bizdeki gibi inanç ve tercihlere endeksli korkular yaşanmıyor.Ya da tamamen ideolojilere endeksi değil.Evet,islam adına yola çıkttığını iddia eden terör örgütlerinin varlığı ABD’nin devlet politikasında ve kısmen de vatandaşlarının algısıyla örtüşen bir islamifobi yaratmıştır.Ancak sivil toplum kuruluşlarından,bireysel tercihlerden öcü gibi korkacak boyutta değil.Beğenmediğimiz bu devlet,dikkat edilirse her inanca,her cemaate,her tercihe açık.Örgütlenme serbestisi,inanç ve düşünce hürriyeti var.Bu da toplumun kendine olan güveninden kaynaklı bir durumdur.Dolayısıyla annenin,kızının örtünmesine başlangıçta negatif yaklaşması bizdeki gibi ideolojik çekişmelerden kaynaklı değildir.Dahası rejim değişikliği kaygısı da yoktur.Kızının başörtüsü,laikliğin elden gitmesi gibi şizofrenik bir algıya dünüşmemiştir.Kaygılar vardır ama bu denli ideolojiler üzerine bina edilmiş türden değildir.Nedir?İşta saçlarını tiril tiril rüzgarda dalgalandırmak varken neden sıkı sıkı örtsün…Akranları şortla gezerken neden yerlere kadar sürünen etekleri olan kızlara hayranlık duysun…Kimi endişelerinin odağında bunlar vardır.Kendi doğrusuyla çelişik gördüğünden bir açmazla karşı karşıyadır.Ki en nihayetinde yaşadığı ikilem açmazını da yine kendisi çözmüştür.

    Peki bir de bizdeki manzaraya bakalım.Yılladar sahte bir laiklik söylemidir almış gidiyor.İnanç ve tercihler özgür kılındığunda sanki rejim değişecek,ülke bölünecek gibi bir algı yaratılmış.Bu resmi söylem ve ideoloji toplum arasına öylesine enjekte edilmiş ki kızlarımızın başörtüsünü tehlike addecek duruma gelmişiz.Marksı okuduğunu idda eden solcusu da,özgürlük de özgürlük diye tutturan feministi de aynı kaygı ve korkularla malül.Kısacası ideolojik propaganda bombardımanının etkisiyle dünyaya sadece bu penceren bakan tuhaf bir “düşünce”akımı türemiş.Dinden,inançtan,bunu çağrıştıran her ne varsa öcü gibi korkan,ama diğer yandan bu manipülasyonun etkisiyle ideolojileri en katı dine,dogmaya indirgemekten sakınca görmeyen bir düşünce akımı!

    İşte aradaki nüans farkı bu.Zira itiraz edilen şey benzer olsa da neden itiraz edildiği oldukça farklı algılar üzerine kurulu.”Dışarıda”çok çok benimsenen yaşam tarzına aykırık şeklinde gelişirken,bizde yani “içeride” rejim,ideoloji vb üzerinden bir tahammülsüzlük algısı hakim.

    Neyse,aslında daha söylenecek çok şey vardır.Fakat her yorumu bir yazı formatında uzun uzadıya işlemeyi doğru bulmadığımdan burada bitirmeyi daha uygun görüyorum.

    Son söz, darısı başımıza diyorum.İnşallah bizler de bu boş çekişmelerden,gereksiz kutuplaşmalardan kurtulacak bir iradeye kavuşur;korkmadan,türlü paranoyalara kapılmadan da yaşanabileceğini öğreniriz.Şu kör ideolojilerin kıskacından kurtulup elimizin tersiyle itebilirsek eminim yaşamın güzelliklerini,insana dair manayı da keşfetmiş olacağız.

    Çok mu ütopik oldu:)Belki.Ama yaşadığım sürece bu hayalimi,bu umudumu hep canlı tutmaya çalışacağım.Dualarım hep bunun için olacak.

  7. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Haz 16, 2010 | Reply

    Aziz bey,

    Haklısınız. Aslında çok tanıdık, bildik duygular yazarın yaşadıkları. Benim bu hikayede iki ayrı kahramanım var. Birisi, görünüş ve beğenilmek üzere hayat sürmeyi reddeden ve bu sayede kendini ve dış dünyayı daha kolay keşfedebilen küçük kız. Bir diğeri ise hayat tarzına tamamen aykırı olmasına ve başkalarının değerlendirmeleri üzerine hayatını şekillendirmesine karşın kendi görüşlerini arka plana atan ve küçücük kızının şahsiyetine değer veren ve onun aldığı kararları sonuna kadar destekleyen, hatta küçücük kızından “hikmet” öğrenen anne.
    Herhalde Türkiye’deki problemin kaynağında, karşısındakinin şahsiyetine değer vermeme ve empati kurma eksikliği var. Aptal ideolojik engellerden bir kurtulsak birçok şey kendiliğinden düzelecek.

  1. 2 Trackback(s)

  2. Haz 15, 2010: Twitter Trackbacks for Bu pazartesi Amerika’da bir başörtülü : Derin Düşünce [derindusunce.org] on Topsy.com
  3. Ağu 29, 2010: Son 90 günde en çok okunan ve yorumlananlar : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin