RSS Feed for This Post

Doğaya Ruhunu İade Etmek!

Günümüz dünyasının en önemli problemlerinin başında, yaşadığımız çevrenin ve doğanın hızla tahrip edilmesi geliyor. Bir taraftan küresel ısınma ile birlikte dünyanın dengesinin bozulması sonucu yaşananlar; öte taraftan her geçen gün yeni bir “ihtiyaç” için yok edilen doğal yaşam, insanı kendi eliyle hazırladığı bir felakete koşar adım götürüyor.

Çevreye verilen geri dönüşü imkânsız tahribatlar, dünyanın her tarafında, bu konuya duyarlı insanların itirazlarını da beraberinde getirdi. Küresel ısınmanın yarattığı sorunları gündeme taşıyan, çevre kirliliği ve doğanın hızla yok edilmesine karşı eylemler düzenleyen çevreci gruplar, insanları bu konularda daha duyarlı olmaya davet edecek girişimler yapıyorlar. Ancak bu grupların kahir çoğunluğunun, sorunu, temelindeki zihniyetle birlikte kavrayabilen, bunu yapabildiği için de ciddi anlamda bir muhalif yapı önerebilen gruplar olduğunu düşünmüyorum. Bu gruplar, daha çok modern zihniyetlerin kendi içlerinden çıkardıkları ve bu zihniyetin diyalektiği içinde olmazsa olmaz görünen zayıf birer denge unsuru olarak işlev görüyorlar. Greenpeace benzeri grupların yaptıkları eylemlerin hemen hepimizde sempatik bir gülümseme dışında herhangi bir etki yaratamaması, o grupların söylemlerinin modernliğe bir alternatif üretememesinin getirdiği bir sonuç bana kalırsa.

Çevre ile ilgili yaşadığımız ve yakın gelecekte çok büyüklerini yaşayacağımızdan kuşkumuz olmayan felaketlerin fikrî arka planını doğru analiz edemeyen her tepki, ana akım yok ediciliği törpülemeye değil, beslemeye zemin hazırlayacaktır. Peki, nedir bu bilmemiz gereken fikrî altyapı?

DOĞAYI KUTSALDAN ARINDIRMANIN SONUÇLARI

Bugün yaşadığımız büyük felaketin düşünsel arka planı, modern zihniyetlerin doğaya ve insana bakışında aranmalıdır bana kalırsa. Aydınlanma sonrası Batı düşüncesinin doğayı, sömürülecek bir nesne haline getirmesi ve çıkarlarımızın karşılanmasını sağlayan bitmeyen bir stok olarak işlev görecek şekilde kurgulaması sorunun kaynağını oluşturmaktadır. Ancak Batı düşüncesinin doğaya bakışının arka planında Hıristiyanlığın doğayı “ötekileştirmeye” yaptığı katkıyı da göz ardı etmemeliyiz. Nasıl ki laiklik, Aydınlanma ideolojisinin olduğu kadar, Hıristiyanlığın da bir sonucu ise; doğanın ötekileştirilmesinde, kutsal ile dünyevî arasında kesin bir ayrım çizen Hıristiyanlığın dahli vardır.  Hıristiyanlık dünyevi olanı, doğaya ait olanı kutsal olandan ayırarak, kutsal alanla dünyevi alan arasında birbirine girmemesi gereken kesin çizgiler çizmiştir. Hatta kutsal alana dünyevi olanın girmesi kutsala bir hakaret olarak görülmüş ve lanetlenmiştir.

Aydınlanma düşüncesiyle birlikte, Hıristiyanlık ve kilise, Batı toplumunda eski gücünü kaybetmiş olsa da, kimi zihni altyapıları ile modernliğe de zemin hazırlamıştır. Kutsal olanın, doğal olandan, dünyevi olandan kesin çizgilerle ayrılıp, “sadece” kutsal olana yönelen Hıristiyanlığın aksine, “insanı merkeze alan” Aydınlanma düşüncesi, Hıristiyanlığın yaptığını tersyüz edip, zaten Hıristiyanlığın katkıda bulunduğu profanlaştırılan doğaya, kutsal olanı tümden hayattan atıp kilise ritüellerine indirgeyerek son darbeyi de vurmuştur.

MUTLAK’IN TECELLİGÂHI OLARAK HAYAT

Dünyada gördüğümüz tüm varlıkların “Mutlak”  olanla sürekli bir ilişki içinde olduğunun, insan olarak bizlerin “Mutlak” ile ilişkimiz sonucu, doğadaki canlı cansız her varlıkla bir ilişki içinde olduğumuzun bilindiği bir zihinsel yapıda, ne modern bilimin ve teknolojinin sınırsızca “ilerlemesi”, ne de bu “ilerleme” sonucu yaşanan büyük felaketler mümkün olamazdı. Zira doğayı kutsalın bir tezahürü, bir başka deyişle Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği bir yer olarak gören; insanı da Allah’ın tüm sıfat ve isimlerinin tecelli ettiği “küçük âlem” olarak gören bir zihniyetin, “ilerlemede” de, bilimde de bağlı olduğu bir ilke söz konusudur. Bu ilke, Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla tecelli ettiği ve bu yüzden de kutsal olan doğanın tahribine de imkân tanımayan bir ilke olarak, sınırsızca “büyüyen” ve büyüdükçe de kendi kuyruğunu yediğinin farkında olmayan modern bilim ve teknolojinin gelişim çizgisini takip edecek bir bilim yarat(a)mazdı zaten.

İnsanın ve evrenin kutsaldan arındırılması, önce evrenin, sonra da, onun yazgısıyla paralellik yaşaması mukadder olan insanın yıkımına zemin hazırlayacaktı mecburen. Aklı, araçsallaştırdığı doğayı sömürmek için bir araç haline getiren ve böylece kendisi de araçsallaşan insanın, sömürdüğü doğanın yazgısını paylaşacak olduğunun farkına varmasının imkânsız hale geldiği bir zihinsel süreç yaşamıştır insanlık. Sömürülen doğa, kendisiyle birlikte hayatı da büyük bir yıkımın eşiğine getirmiştir. T. Lindbom’un “Başaklar ve Ayrık Otları Modernliğin Sahte Kutsalları” adlı kitabında söylediği gibi; sömürü kutsala karşı bir küfürdür, çünkü insanın benlik davasının ve kibrinin bir ifadesidir. Tabiatın sömürüsü ve yıkımının sadece maddi kazanım gibi bir motivi vardır ve bu yıkıcı güçler bizatihi insana da yönelebilirler…

İçinde yaşadığımız dönemde, çevre krizleri hepimizi bir kıyamet beklentisine sokacak kadar ciddi hale geldiyse, bu konuda bir defa daha düşünmenin ve gidilen yolun yol olmadığını fark etmenin zamanıdır. Ancak bu yolun yol olmadığını fark etmek, zihinlerin iğdiş edilme sürecini tersyüz etmekten geçiyor bence. İnsan ile doğayı birbirinden kesin çizgilerle ayıran ve her ikisi ile birlikte yaşadığımız hayatı da kutsallıklarından soyan bir zihniyetin kaçınılmaz sonucudur yaşadıklarımız. O sonuçların mukadder “son”unu yaşamak istemiyorsak, bu sonuçları yaratan zihniyetle hesaplaşmamız gerekmektedir. Zira “bilimini, teknolojisini al; yaşam biçimini alma!” gibi basit ve içi boş argümanlar değil, hayata ve elbette onunla birlikte her şeye kaybettiği kutsallığı geri iade etmekten başlaması gereken kapsamlı bir zihniyet dönüşümüdür ihtiyacımız olan!

İnsan, Allah’ın, “ruhumdan üfledim” diye şereflendirdiği bir varlık olarak, yaşadığı çevrenin ve evrenin kutsal tabiatını tanımaktan başlamalıdır. Böylece Hüseyin Nasr’ın dediği gibi doğaya ve diğer varlıklara karşı sorumluluğunu tekrar gözden geçirebilir. Bu, insanın yaşaması gereken bir iç-dönüşümdür. Bu dönüşümü yaşayan insanın “dışarıda” olanı kendi kutsallığı içinde kabul etmesi ve saygı duyması ancak bu şekilde mümkün olabilecektir.

Para Yenir mi?

İnsanlık endüstri devriminden bu yana doğayı şekillendirecek güce sahip. Ancak bu şekillendirme gücü yaşamı değil de maddî çıkarları koruyacak biçimde kullanılıyor. Fakir ülkeler, aynı ülke içinde yaşayan fakir insanlar, bitkiler ve hayvanlar “vahşi doğadan” bile daha vahşi bir kirletme özgürlüğünün(!) kurbanı oluyorlar. Gelecek asırda hep beraber keşfedeceğiz paranın yenip yenmeyeceğini. Yok ettiğimiz balıkların yerine Amerikan doları koyup koyamayacağımızı… Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 5 Yorum

  2. Yazan:MY Tarih: Mar 24, 2010 | Reply

    Abi etkileyici bir yazi, sagolasin. Bu konunun bu sekilde temellendirilmesi çok isabet oldu. çevre-doga konulu yazilarimizin sonucu gibi.

    Demek ki aklin (Hikmet’in?) yolu bir. Bu sözlerin bana Toshihiko Izutsu‘nun kitabi İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar‘dan bir yeri hatirlatti (sf. 64-65):

    “İbn Arabî işe bir soru sormakla başlamaktadır: “Men et-tabîa’ ve men ez-zâhir minhâ?” (Kimdir tabîat ve kimdir O’ndan görünen?). Fakat her şeyden önce bu ifâdenin acâyib içeriğine dikkat edilmesi gerekir; şöyle ki İbn Arabî burada “mâ?” (nedir?) diyecek yerde şahsa delâlet eden “men?” (= kimdir?) şeklini kullanmaktadır. Başka bir deyimle burada, âşikâr olarak, Tabîat’a bir şahsiyet atfedilmiş olmaktadır.
    […]
    Prof. Afîfî daha da ileri giderek Tabîat kelimesiyle tam olarak neye delâlet edildiğini tesbit etmeye çalışmaktadır. Bununla ilgili olarak da Tabîat’ın ALLAH’ın bir başka ismi olduğunu ileri sürmekte ve bunu, hem unsûrî ve hem de gayrı unsûrî şeyleri ihtivâ eden Vücûd Âlemi’nin bütünü içine yayılmış olan evrensel (âlemşümûl) bir kudret olarak telâkki ettiğimiz zaman Tabîat’ın anlamına en fazla yaklaşmış olacağımızı savunmaktadır.”

  3. Yazan:yusuf memur Tarih: Mar 24, 2010 | Reply

    Doğa”ya ruhunu iade etmek..!!! Ruhsuzlaşan bir dünyada doğa”ya kim RUH”u iade edecek enenmiş ve igdiş edilmiş yaşam tarz’larıyla gittikçe kokana’laşan mı yoksa insana her türlü zulmü reva görerek adeta merdiven basamagı olarak kullanıp bir yerlere kapak atarak bulunduğu mevkiden başka hiç bir mahareti olmayan iki ayaklı yaratıklarmı veya toplumun asıl”ları olan ve yetkisiz yetkili olarak ülkemin her türlü sıkıntısına gögüs geren askerlik yapan vergi veren kısacası sadece ve sadece sagmal bir inek konumuna konulan insanlarımmı
    eger ruh’suz olan idareciler bu ülkede arzı endam ediyorsa ve yetkiler tek elde toplanmış olarak üç kuruşluk yaratıkların eline geçmişse ve DOĞA ile ilgilenen bütün dernek lokal v.s. bunlar tarafından idare ediliyorsa doğa”nın ruhu’da igdiş edilmiş demektir aslolan önce bu yaratıklara ruh iadesi olmalıdır eger bunlar ruh ile buluşurlarsa kurtulurlar ve dolayısıyla biz kurtuluruz DOĞA”mı onu hiç dert etmeyin her şeyin sahibi olduğu gibi onunda bir sahibi var elbette O mülküne sahip çıkar ve her şeyi bir mükemmelliyyet içinde oldurur……..
    Kısaca RUH bu yaratıklar için lazımdır kimmi bunlar onlar kendilerini biliyor tabi herkez”de onları biliyor ve tanıyor

  4. Yazan:cb Tarih: Mar 24, 2010 | Reply

    enver bey,
    sorumluluğunuza bereket.

    yazıyı okurken direk Asr suresini çağrıştırdı bana, ‘ insan hüsrandadır,ziyandadır ‘

    insan doğaya bir nimet olarak bakmıyor ki,kıymet bilsin,şükretsin ya da doğaya karşı sorumluluk bilinci edinsin.

    iki yıldır bahçemde lale yetiştiriyorum,Rabbim bu nasıl bir lütuftur,bir kış yoklar,sonra topraktan fışkırışları,birbirinden farklı renklerde serpilişleri hepsi benim için birer mucize…ayet ‘ topraktan tohumdan bahsediyor ‘ ben okuyorum,bahçeye çıkıyorum; görüyorum, yaşıyorum,muhteşem…ben bu denli anlamlar çıkartırken bir gün, biri bahçeye girip tüm lalelerimi kimini kopartarak,kiminin kökünü sökerek bahçemi tarumar etmiş.görünce çıldıracak gibi oldum,halen yazarken öfkeleniyorum.diyorsunuzya insanın doğayı tarumar etme meselesi diye bırakın kendi tarumarını bir başka insanın imarını da gelip yok ediyorlar.

  5. Yazan:eg Tarih: Mar 24, 2010 | Reply

    sevgili mehmet,
    mahmut erol kılıç hocanın bir röportajında söyledği birşey vardı. özellikle Allah inancıyla ilgili müslümanların şirk tehlikesi ve korkusu dolayısıyla aşırı-tenzih noktasına kaymasının, onların doğaya, insana velakin hayata bakışını da sakatlamaya başladığından dem vurmuştu. ben de bu tespitlere katılıyorum. bütün dini geleneklerde tenzih ile teşbih boyutunu bu kadar mükemmel tevhid etmiş tek gelenek olarak İslam geleneği mensuplarının doğanın, insanın yok oluşuna karşı, şu an dünya tarihinde canlı kalabilmiş belki de tek alternatif üretebilecek gelenek olduğunu düşünüyorum. islam modernleşmesi ister modernist tarzda(fazlurrahman, hamidullah, rasyonelist cabiri ve hatta süruş bile dahil edilebilir buna) isterse de modernliğin karşısına onun antisiyle çıkmaya çalışan ama yine de epistemolojisiyle modernliğe bağımlı kalan tarzda (mevdudi, hasan el benna, seyyid kutup vs) olsun, bu tevhid boyutunu büyük oranda arka plana attı. müslümanlar “uhud benle konuşur, ben uhudla” diyen peygamber(s.a.v)nin sözlerini bir menkıbe olarak dinliyolrar sadece, her zerresi Alalh’ı tesbih eden evrenin bir ontolojik gerçekliği olarak değil. bu yeniden-hatırlama herhalde büyük bir devrim olacak hem müslüman dünyası hem de tüm insanlık için. ben öyle düşünüyorum…

  6. Yazan:MY Tarih: Mar 25, 2010 | Reply

    “…tenzih ile teşbih boyutunu bu kadar mükemmel tevhid etmiş tek gelenek olarak İslam geleneği…”

    kisisel inancim, aklim ve kalbim TAM ORTASI’ni gösteriyor, Ibn Arabi’nin (ve zannediyorum senin de) savundugu gibi TEVHID.

    modernist çerçevedeki islamci(?) arayislar… evet, ne yazik ki ya Islam’i bir seylere uyarlamak ya da Islam’da varsa bile “ötekilere” inat bunlari Islam’dan çikarma gayreti.

    ukalalik gibi olmasin ama bu bence Islam’i anlaMAmak demek. “anlamiyorum, onun için kitabina (liberalizme, ulus-devlete…) uyduracam” demek. Veya “anlamiyorum, onun için ‘ötekiler’ ne yapiyorsa tersini yapacam”

    Dünya’ya endeksli ya da Dünya’ya tersinden endeksli Islam artik Islam degildir, bilmiyorum katilir misin?

    “…müslümanlar “uhud benle konuşur, ben uhudla” diyen peygamber(s.a.v)nin sözlerini bir menkıbe olarak dinliyolrar sadece,…”

    bu sözler bana Hz. Gazâlî’nin Iman Kitabi’nda okudugum bir seyi hatirlatti, Iman’i mahkemedeki bir sahide benzetiyor ve akli da Iman’a kefil olan, Iman’in dogru söyledigini tasdik edene.

    mealen “Nasil Akil’dan vaz geçebilirsin? Iman’i ni tasdik eden o degil mi?” diye soruyor.

    Tabi bu akil REASON degil 🙂

  1. 1 Trackback(s)

  2. Mar 9, 2011: Yeni başlayanlar için “Müslüman” Marx : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin