RSS Feed for This Post

Bunalım ve Değişim

Erhan Kanışlı

Tarih bir ırmağa benzetilir çoğu zaman, bu analojiyi yapanlar şüphesiz Herakleitos’a hakkını vermeliler. Ne demişti anımsayalım; hepimiz bir ırmaktayız; hayat ve yaşam ezeli bir “oluş”tur. Sürekli oluş halinde olduğundan ve hiç durmadığından dolayı da bir ırmaktır. Hep akar ve hep kendisine bir şeyler ekler. Zira tabiatın kanunudur bu, olaylar ve düşünceler birbirlerine eklenerek gelişir. Tarih ırmağı yüz binlerce düşünceden teşekküldür. Yüzyıllar sonra Hegel de aynı düsturdan yola çıkacaktır. Ne var ki biz de bu ırmağın içindeyizdir ve biz de değişiriz. Irmak gibi. Akarak can bulan her şey gibi. Bizi biz yapan tekil bir öz asla sabit değildir. Hatta başlangıçta bir özümüz dahi yoktur. Onu biz yaratırız yaşadıklarımızla ve yaşadıklarımıza verdiğimiz anlamlarla. Gün be gün, hatta an be an başka bir insan oluruz. Aynı cümleleri M.Ö 500’lerde bir “Bo” ağacının altında Buddha da söylemiştir. Ne garip ve ne hayran kalınasıdır; Hindistan’ın Ganj kıyılarında yankılanan bir düşüncenin, başka diyarlarda, başka bir medeniyette, İyonya’nın Efes’inde duyulabilmesi. Belki de dünyanın yasasıdır bu… Bir amacı vardır her ilerlemenin, her devinimin… Biz sadece figüranlarızdır. Bilemediğimiz bir şey kendi güttüğü amaçları için bizi kullanıyordur. Sen yahut ben değilimdir konuşan. Bir ses vardır bende, bunun bana ait olduğundan eminimdir ama düşüncelerim sanki başka bir güce aittir. Dünya ruhudur belki bende hüküm süren. Belki de Tanrı’dır bu. 

Her neyse, değişim ve yeniden varoluş diyorduk; her an yaşadıklarımız ve duygulanımlarımız farklı bir “ben”e götürür beni. Ne az öncekiyim, ne de az sonraki… 

Her şey değişir, hatta değişimin kendisi bile değişir o halde. Zorunluluktur bu. Kalıcı bir karakter, kalıcı bir öz yoktur. Herakleitos, Kierkegaard, Schopenhauer, Nietzsche, Sartre ve diğer varoluşçu filozoflar bu hakikati vurgulamışlardır hep. İlerleme denilen şeyi de bu bağlamda düşünmek gerekir. Dünü yadsımak hatta yadsıyabilmek, beraberinde yarının önermelerini getirir koyar insanlığın önüne. Herkes bir şeyler söyler önce, kısa bir sessizlik hâkim olur meydana, daha sonrasında her kafadan bir ses… İşte budur diyalektik, işte budur değişim ve ilerleme. Hatta biraz daha cüretle sesimi yükseltirsem; budur demokrasi! Yalnız bu kertede iyi ve kötü mevhumunu işin içine dahil etmek fahiş ve geri dönülmez bir hata olacaktır. Zira her devrin iyisi-kötüsü farklıdır. Hatta saltık bir iyi, saltık bir kötü yoktur. Nietzsche oynanan oyunu hepimize göstermiştir bu konuda. Oz büyücüsünü lanetlemiştir kaç kere. Bir şey vardır bizde, iyinin ve kötünün ötesinde… İşte o’dur gerçek olan. İyi ve kötü, zamanı durduramayacağımız gerçeğinin açtığı yaranın merhemidir. Onunla zamanı durduracağımızı sanırız.  
 

İyi ve kötü olmadan ilerler fikirler, ürer düşünceler. Değişmekte olan insanlık vardır bir tarafta. Ve diğer tarafta da her şeyin zıddıyla var olduğunu gözümüze sokarcasına yaşayan başka insanlar. Onlar, değişime gözleri kapalı, bazı şeylerin yenilenmesinden korkan ve zamanın ilerlemesi karşısında çocukça hezeyanlara gark olanlardır. Yeninin ve ilerlemenin adaptasyonundan kaçarak kendi şimdiliklerinde geçmişlerinden kalan miraslarla tasasız ve rahat hayat sürmeye razı olanlar. Mutludurlar onlar ve eskiyi kutsarlar. Bir bakıma tabular da böyle oluşmamış mıdır? Ondan yine yüzyıllar sonra Ortaçağ’ın başlarında Aziz Benediktin ve tarikatı, felsefenin üstüne ölü toprağı atıp, Tanrısala ait olduğunu iddia ettikleri bilgileri halka zerk etmemişler midir? Skolastik düşünce de bu tür devinimlerden ve müdahalelerden neşet etmemiş midir? Ardından tabularla ve dogmalarla oluşan bu çağın panzehiri, geçmişten yani “Antik Yunan”ın değişime kucak açan özelliklerinden alınanlarla “yeniden doğuş” adı altında İtalya’da zuhur etmeyecek midir? 

Bir suskunluk aittir böyle toplumlarda ve böyle çağlarda. Baskın ve güçlü zihniyetler yenilenmenin ve değişmenin önüne set çekmekle meşguldür. Çünkü bir dalganın kolaylıkla yıkabileceği kumdan kaleler gibidir onların hayat felsefeleri. Bu yüzden korkarlar yeni düşünce dalgalarından. Güçlerini ve egemenliklerini kaybetmeyi istemezler. Topluma uğraşacağı düşünceler yahut hayat tarzları verilir ve toplum verilenlerle uğraşırken de egemen güçler güçlerine ve varlıklarına varlık katarak devam ederler sultalarına. İşte bu mekanizmadır toplumları körleştiren, sağırlaştıran ve oldukları yere diken. Onların kaderlerini belirleyen gericilik tohumları böyle düşüncelerin etkisiyle filizlenmiştir. İnsanlar bulundukları halden daha kötüsüne düşmemek için tutunacak bir şeyler arar. Gelecekten korkar hale gelir. Ve nihayet bunalım olur o toplumda. Eyleme geçmeden önce birçok kez düşünülür. O eylemin kendi değerlerine ve geçmişine ne kadar uyup uymadığı tartışılır. Sonra hafif bir uyuşukluk oluşur ve vazgeçilir iradeyi kullanmaktan. O toplumun sonraki nesilleri hep bu sistemin ve bu karanlığın içine doğar. İdrak kabiliyetleri, nedensel düşünme becerileri daha oluşmadan yüklenir bütün gelenekler, adetler ve eskiye ait değerler. İşte bu çocuklar toplumun kuklalarıdır. Kolektif bilinç adı altında gizlenir bu emeller. Hatta öyledir ki, anlamı değişmiş kelimeler türer bu şiardan; vatan, millet, ulus, Kemalizm ve saire… İdeolojiler oluştukça hantallık baş gösterir. İnsanı bedenleriyle saymaya başlar iktidarlar. Düşünceleri önemli değildir çünkü. Ve bireyin iradesinin sadece toplumun çizdiği sınırlar içinde bir anlamı vardır. 

İşte budur bunalım… Eşyanın tabiatına karşı beyhûde ve inatçı bir direnç göstermektir. Gerçeği görmemek için didinirken, elindekileri kaybetmeme uğraşıdır geri kalmış çağların hastalığı. Elîm bir sıkışıklık halidir. Olması gerekenle olanın savaşımıdır. Irmak akmak ister hep. Onun doğasıdır bu. Siz onun önüne ancak görece setler çekebilirsiniz. Ama o başka yönden yolunu bulur ve sahip olduğunuz şeyler zamanla engellerden ibaret olmaya başlar. Yeni düşünceler filizlenmek ister, yeni önermeler gereksinir ve bunlar bastırılırsa sanat bu işi üstlenir. Yani demek istediğim, ırmağın tabiatı bir yerlerden size yasayı hatırlatır. Başka toplumlar oluş haline kendilerini bırakmanın, gelişime giden yolda hızlanmak olduğunu anlamışlardır ve siz sadece bir süre yalıtılmış kalabilirsiniz. Irmak güçlenmektedir, suyu keskinleşmektedir ve setleriniz yıkılması kaderin şeffaflığıdır. Kendi kalıcı değerlerinizi o toplumdakilerin üstüne çatı yapsanız da, duvarlar yenilenme ihtiyacıyla eskimeye yüz tutacak ve bir gün çatıyı taşıyamayacak hale gelecektir. İşte dayatılanlar ne kadar çok olursa toplum, yeni şeylere o kadar korkuyla bakacak ama bir yandan da bu hastalığın şifa yollarını başka toplumlarda gördükleriyle arayacaktır. Düşüncelerini ve sabit değerlerini değiştirmeyecektir ama, onun dışında ne varsa kendisine iyi gelmesi için deneyecektir. Güçlü gördüklerine özenecektir, güzel saydıklarına öykünecektir ve diğer toplumların klişelerini kendi inançları ve doğrularıyla bağdaştırmaya çalışacaktır. Görünürde düşünceler ve değerler aynıdır fakat içleri boşaltılmaya başlamıştır. İşte budur sıkıntı veren. Değerler ve kurallar artık eskisi gibi değildir. Irmak, yani “oluş” ve değişimin nihailiği, mutlak yasasını dayatmıştır insanlığa. Dıştan değiştiremese de içten oynamıştır oyununu. Amacına ulaşacağından emindir. İnsan ise ırmağın içinde olduğundan bihaber çatışmıştır sürekli kendisiyle. İşte bunalım budur! Ama şansı yok hiçbir toplumun ve hiçbir insanın. Çünkü tek hakikat “oluş”tur. Irmak bütün gücüyle akmaktadır… 

Öyleyse Türkiye olarak, biz de değişmeliyiz. Biz durdurmaktan ve yormaktan başka bir işe yaramayan kalıplarımızdan kurtularak ırmağın saf ve doğal gücüne bırakmalıyız kendimizi. Etnik, etik, dini yahut milli tabanlardan konuşmamalıyız sadece, değişim için ve hepimiz için konuşmalı ve herkesin herkes gibi yaşaması adına kaldırılması gereken engellerin kalkması için uğraşmalıyız, destek vermeliyiz. Bunalımı atlatmanın tek yolu budur; insanı ötekileştirmeyen, dilini susturmayan, dinini yadsımayan bir değişim… “olmuş”tan ve “olan”dan “oluş”a geçebilen bir değişim…

Trackback URL

  1. 5 Yorum

  2. Yazan:cb Tarih: Kas 11, 2009 | Reply

    Erhan bey selamlar,

    DD’ye hoş geldiniz.

    Yazınızı başlangıç ve gelişme bölümleri ile derin,iyi,felsefik,boğuculuktan oldukça uzak buldum,bir çırpıda da okunabilecek bir yazı sadece bu felsefi örneklemden ve bu dilden sonra Tr siyaseti ile bağlamış olmanızı pek oturtamadım sanırım,belki de girişte dikkati çekmekle yükümlü olan benzetmelerin,örneklemenin sonuçta bağlanacak yerden bir hayli uzak olmasından kaynaklanan bir eleştirim olabilir 🙂

  3. Yazan:eg Tarih: Kas 11, 2009 | Reply

    “oluş”u fark etmek eğer birinci basamak ise, bu oluşu yorumlamak bu birinci basamaktan çok daha önemli olan ikinci basamaktır. yazar kardeşim yazının girişinde ele aldığı ve oluş konusunda örnek verdiği “düşünürler”den sapıp rönesansa “oluş”un yolunu açan bir eylem olarak bakıyor. öncelikle buna katılmadığımı söyleyerek biraz açayım:
    oluşun farkedilmesinin insana açtığı iki yol vardır. birincisi bu oluşun ardında hiçbir hakikat olmadığı sonucuna varan bir nihilizm…ikincisi ise aslında burada da yayımlanan bir yazımdan aktardığım şey:

    “Nietzsche, İkbal’in çok önemli tespitlerinde önümüze serdiği gibi, suyu yatağına döndürmek için ilk esaslı karşı çıkışı ortaya koyandır. “Tanrı öldü” tespiti, felsefenin ve kilisenin tanrısının öldüğünün bir haberi olarak kocaman bir haykırışla “Lâ” demektir aslında. Bu karşı çıkışın büyüklüğünün altında bir gelenek ve esaslı bir tutunacak dal bulamayan Nietzsche “Lâ”nın arkasını getiremedi maalesef; ancak kendisinden sonraki Batılı düşünürlere suyun akması gereken mecrayı göstermiş oldu en azından!

    “Lâ” bir kesiş, bir yok ediş demekti; asıl olana yol açmak için hayati önem taşıyan bir yok ediş! Husserl, Batı düşüncesi içinde “Lâ”dan sonrasını anlayabilmek yolunda büyük çaba gösterdi. “Epoche” kavramı, aslında “Lâ”nın sonrasını getirme çabasından başka bir şey değildir. Duygularımızla algıladığımız nesnelerin ötesine bulunana ulaşmak çabası olarak “epoche”, olgular dünyasını paranteze almak demekti aslında. Elbette bu olgular dünyasını yok saymak demek değildi. Husserl’in amacı parantez dışında kalan bir varlık alanına ulaşmaktı. Kendi deyimiyle “psişik ben” den temelde ayrı olan “absolut ben”e ulaşmaktı amacı. Yani “biz kendisini bilelim bilmeyelim, kendisi olmadan hiçbir şeyin olamayacağı sarsılmaz, vazgeçilmez kendinde varlık” artık felsefenin ana amacı olmalıydı. Bir yöntem olarak epoche ve “reduction” suyu yatağına geri döndürmek isteyen bir filozofun çabaları olmanın çok ötesinde bir işaretin de görünür hale gelmesidir: Suyu yatağında tutmayı becermiş bir hikmet ve tefekkürün!

    Mevlânâ’nın (ve aslında bütün mutasavvıfların) kitaplarından çıkarılabilecek olan yöntem – seyr u sülûk – insanın, “sûret ya da mevhûm benlik”ten sıyrılıp “mânâ ya da ezelî benliğe” ulaşması amacını güder. Tefekkürün de, seyr u sülûk’un da amacı perdelerden sıyrılıp ezelî benliğe ulaşmaktır. Heidegger’in felsefi bir düşünmeye “tefekküre dayalı” düşünmenin yolunu açmak için uğraşması ve bunun ancak unutulmuş olanın geri kazanılması ile mümkün olabileceğini söylemesi, unutulmuş olanın ne olduğunu ve bunun nasıl geri kazanılabileceğini düşündürmelidir bizlere. Unutulmuş olan “Varlık”tır ve hatırlamaya, Nietzsche’nin “Lâ”sı ile başlayan Batı düşüncesi, “epoche” ile ve Heidegger’in “özlü düşünme” dediği tefekkür ile “Lâ”nın gerisini getirmek için kendi düşünce geleneğiyle kesin bir kopuş yaşayarak, hikmet ile bağ kurmaya başlamıştır.

    yazar daha çok oluşun ardında gizli olanın ardına düşmek yerine oluşun kendisine bir kutsallık atfedip mutlak bir nihilizmi seçmiş gibi görünüyor. halbuki oluşun kendisi mevlana’nın sözünü ettiği perdelerdir ve bu perdelerden kurtulmak varlığın yolunu açar bize. ama eğer oluşun kendisine ya da perdelere saplanıp kalırsak niçe’nin düştüğü noktaya düşmek işten bile olmaz. yazarın, değişimin(perdelerin) kendisini mutlaklaştırıp bir nihilizme kapı açması başlangıçtaki paragrafları açıklamakta ve açmakta hatalı kalmış diye düşünüyorum…ama yine de güzel bir yazıydı…

  4. Yazan:erhan kanışlı Tarih: Kas 11, 2009 | Reply

    sevgili Cb;

    eleştirinin büyük bir kısmına katılıyorum, evet dediğin gibi, yazının son paragrafına kadar tarihi ve konu bütünlüğü birbirini sarıyor ama son paragraftaki Türkiye örneğiyle arasında birkaç paragraf atlanmış gibi. fakat bu yazıyı yazarken Türkiye örneğini bilerek verdim ve üstündeki kısımlardan farklı durmasını istedim. (genelden özele belki birazcık hızlı inmiş olabilirim).

    tarihi ve felsefi argümanları yahut yorumları ihtiva eden yazıların (yazılarımın) soyut kalmasından ve bir gerçekliğe dokunamamasından hep korkmuşumdur. bu yüzden yazının anlatmaya çalıştığı, değişim, oluş ve dünün kalıplarından kurtulma imkankarının, şu anki siyasi gündemin anlaşılmasını sağlayacağını düşündüm. fakat ne kadar özele inmiş olsam da demokratik açılım yahut ermeni açılımı gibi spesifik konu başlıkları vermekten kaçındım. (belki de bunların okuyanın aklına gelmesini istemişimdir.)

    son olarak, eleştirin dışında söylediğin sevimli sıfatlar için de ayrıca teşekkürler…

  5. Yazan:erhan kanışlı Tarih: Kas 11, 2009 | Reply

    sevgili eg;

    yazarın metnini bu kadar istekle çözümlemeye çalımanızdan mutluluk duyduğumu söylemek isterim. lakin benim de sizin yorumunuzda katılmadığım noktalar var. katılmadığım noktalar olmasının nedeni, kelimelerin ve cümlelerin arkasındaki duygular yahut saikler hakkında yaptığınız çıkarsamalarla benim yazıda anlatmak istediklerim arasında ciddi farklar görmem. bunu şuralardan çıkartıyorum, -hatalıysam şimdiden özür dilerim-

    -yazar, “oluş” mefhumunun önemini vurgulamakla ona kutsallık atfet istememiş bence. oluşun gerçekliğinden dem vurup, kasvetli, usanç veren ve insanı eyleme geçmekten alıkoyan değerlerin kalıcılığının artık yıkılması gerektiğini söylüyor. bunu nihilist perspektifte görmenize hak veriyorum. (o da bu argümandan çıkıyor. fakat aynı yerden çıkanlar her zaman aynı sona varmazlar, değil mi?) fakat yazar yazdıklarında sadece niçe’nin nihilizminden beslenmiyor. diğer taraftan, bazı değerleri yok etmeden yeni değerler yaratamazsınız diyor. ayrıca oluşu ve değişimi savunmakla, değersiz bir yaşamın olması gerektiği anlaşılmamalı. yazar, insana ve çağa dar gelen, boğucu ve atıl kalıplardan değişime verilen önemle kurtulunur diyerek başka bir değerin gerektiğini ima ediyor. peki nasıl olmalı bu değer? tamamen pragmatik olmalı bence. metafizik bir kökten kaynaklanmamalı. yazar da türkiye’nin değişmesini gerektiğini söylerken her şeyi “red et” dememiş zaten, çıkarları ihsas etmiş.

    “yazarın, değişimin(perdelerin) kendisini mutlaklaştırıp bir nihilizme kapı açması başlangıçtaki paragrafları açıklamakta ve açmakta hatalı kalmış diye düşünüyorum”
    demişsiniz. bu argümanı pek anlamamakla beraber anladığım kadarınca bir yorum yaparsam; yazının başında ve ortalarında tarihin gizli anlamı, dinamosu diğer bir deyişle diyalektik anlatılmak isteniyor. farklı bir deyişle, tarihte, gelişmenin ve insanlığın ortaya çıkardığı olgular, eski değerleri ve kuralları değişmeye zorlamıştır. yağma toplumu karasabanı bulmuştur, toprak işlemiştir, oturmuştur oturduğu yerde ve sosyal hayatında yeni değerler oluşturmuştur. bu gelişmelerin neticesinde tarlaları için mevsimleri incelemişlerdir. birileri çıkmış aylardan, yıldızlardan hatta tanrılardan bahsedip onları amaçları doğrultusunda yönetmiştir. bu böyle gider… burada yazarın önemle belirmek istediği ve yanlış anlaşıldıysa korktuğu şey; okuyucunun onun yazdıklarından, “nedensizce değer değiştirmeyi savunuyor”, “sırf değişim adına kendimizi zorlamamız gerektiğini söylüyor.” düşüncelerini çıkarmasıdır. onu kastettiği, bir şeylerin kötü gittiği aşikarsa eskinin yerine yeniyi koymanın gerektiği.

    -diğer katılmadığım bir şey de yazı dışında olacak. niçeyle ilgili. niçe nihilizm bunalımını görmüştür ve oracıkta pes edip köşeye çekilmemiştir. güç istenci(will of power)kavramını, sırf insanlığı değersizlikten kurtarmak için seferber etmiştir. bengi dönüş teorisi ve bunun ışığında, sonsuz oluşa, erk istenci içkin olan insanın damga vurmasını istemiştir. varlığın bengi oluşa vurduğu bir damga. bu tabii ki yapıcı, yaratıcı ve inşa edici değerlerle olacaktır. yani niçe değerleri zehirleyip orada bırakmamıştır. deyim yerindeyse çekiçle çalışmıştır ve nihayetinde üst insanı muştulamıştır… takdir edersiniz ki bu konu, burada tavsif edilecek yahut açıklanmaya çalışılacak bir konu olmamakla birlikte dizgeleştirilmesi hayli süre isteyen ve meşakkatli bir iş. son olarak şunu da belirtmeliyim ki, niçe’den farklı anlamlar çıkarılabilir. hatta 20. yüzyılın ilk yarısında niçe’yi nazizme destekçi bile yapmışlardır.

  6. Yazan:eg Tarih: Kas 11, 2009 | Reply

    “yazarın, değişimin(perdelerin) kendisini mutlaklaştırıp bir nihilizme kapı açması başlangıçtaki paragrafları açıklamakta ve açmakta hatalı kalmış diye düşünüyorum”

    gece alelacele yazdığım için pek açıklayıcı olmamış bu cümlelerim. ama kısaca şöyle açıklayayım: başlangıçta heraklit’ten, buda’dan verilen örneklerlerle oluş üzerine düşünmek; sonrasında skolastik felsefeden rönasansa geçişi kutlamak! bunlar gerçekten birbirinin tam zıddı şeylerdir. zira rönesans sonrası felsefe (hatta belki de sokrates sonrası batı felsefesi tümden) oluş fikrini unutan, unutturan felsefelerdir. rönesans sonrası ise zaten varlığın, ya da varoluşun bir varolana indirgendiği bir indrgeme veya teknokratlık felsefesidir. o yüzden bilim ve teknoloji bu felsefeden destek alıp bu derece bir ucube haline gelmiştir. yani söylemek istediğim şey: başlangıçta “hah işte nihayet güzel bir varoluş, oluş felsefesi yazısı okuyacağım” hissiyatını veren yazınız, sonrasında liberalizmin nihilizme çıkan yoluna varmış olduğunu düşünmemdi. bunu kastetmemiş olabilirsiniz ama ben yazıdan bunu anladım…

    niçe ile ilgili son paragrafınız doğrudur. ancak bu noktada şunu da ilave etmek gerekir: niçe büyük bir çığlık atmıştır. ve vardığı sonuç bir hakikatin olmadığı sonucu olmuştur. yıktığı duvarların altında kalmıştır bu anlamda niçe…halbuki niçe sonrası filozoflar…husserl, heidegger, derrida niçe’nin – batı düşüncesi için elbette- yıktığı duvarların altında kalan hakikatin de peşine düşmüşlerdir. niçe kendisini kendi deyimiyle, büyük bir fırtınayı önceden haber verirken kendisi helak olan ağır kara bir damlaya benzetir. helak olması boşuna değildir, fırtınayı (avrupayı esir alacak nihilizm şafağını) haber veriyordu ama bana kalırsa buna karşı durabilecek bir şey ortaya koymayı beceremediği için de helak oluyordu niçe…

    sonuç itibariyle yazınızın en azından oluşla ilgili tespitlerini güzel buldum. sonrasında tarihle ilgili yorumları ise zorlama…ama herşeye rağmen güzel bir yazıydı elinize sağlık.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin