RSS Feed for This Post

Bernard Lewis Nerede Yanlış Yaptı?

İslam ve Sekülerizm İlişkisini Yeniden Düşünmek

Nader Hashemi, Denver Üniversitesi

Bu yazı, 29-31 Ağustos 2008, Amerika Siyasi Bilimler Kurulu Yıllık Toplantısında dağıtılmak üzere hazırlandı.

İslam’ın sekülerlik kavramını tanımadığı artık standart bir klişe halini almıştır. 

Normatif olarak, bizlere dünyanın dini gelenekleri içinde sadece İslam’ın kendi dini ve medeni kültürü  içinde, din ve politikanın ayrımını reddeden anti-modern bir gelenek olduğu söylenegelmiştir. Sosyal bilimlerde bu tezin en etkili ve tanınmış destekleyicisi Princeton Üniversitesi Cleveland E.Dodge Yakın Doğu Çalışmaları Profesörü Bernard Lewis’tir.

Lewis’ in tezi İslam ve Hristiyanlığa karşılaştırmalı bir bakışa dayanır ve temel olarak İslam’ın sekülerizmle probleminin “inançtaki belirgin temel farklılıklar ve iki din kültürü deneyiminin farklılığı” iddiasından kök bulur. Bu yazı İslam ve sekülerizm sorununda Lewis’e alternatif bir okuma sağlama amacı gütmektedir.  

Daha önceki Lewis eleştirilerinde onun, yönetimlerinde de facto sekülerizmin bulunduğu Müslüman tarihini yanlış okuduğu söylenmişti. Bu yazıda ise Lewis’in sadece İslam siyasi tarihini değil, Hristiyanlık siyasi tarihini de yanlış okuduğu gösterilmeye çalışılacak. Sekülerizmin yokluğunu/yükselişini erken dönem İslam/Hristiyanlık dini deneyimlerinin farklılığına atfetmenin rağmına, vurgunun Avrupa erken modern çağına verilmesi gerektiği ortaya konulacaktır. Zira bu dönem içindedir ki Avrupa’ya has bazı politik koşulların Reform sonrası dönemde oluşturduğu politik sekülerizm – günümüzde anlaşıldığı şekliyle- gerçek anlamda köklenmeye başlamıştır.  Bu yazının temel savı şudur ki, tarihsel olarak Müslüman toplumda sekülerizm gelişmemiştir, çünkü Hristiyan Avrupa’nın aksine,  Müslümanlar hiçbir zaman sekülerizm konusunda düşünmek zorunda kalmamışlardır.  Bu yazının son bölümü ise modern dönem ile ilgilidir. Müslüman toplumların çoğunda (ama hepsinde değil) sekülerizmin destek bulunmamasının sebepleri ve 20. yy’da sekülerizm konusundaki olumsuz deneyimler masaya yatırılmaktadır.  

Bernard Lewis

Lewis’in İslam ve sekülerizm arasında uyuşmazlık olduğu tezi şu iki gözleme dayanmaktadır: 

İslam’a özgü sekülerizmin olmaması, ve Hristiyanlık örneğinden ilham alan ithal sekülerizmin geniş bir Müslüman kitle tarafında reddedilmesi. Bu durum iki dini kültür arasındaki inanç ve farklı tarihsel başlangıçlara atfedilmektedir.

Ve ikinci olarak:

Müslümanların kendi başlarına bir seküler hareket geliştirememelerinin ve sekülerizmin dışarıdan alınması girişimlerine keskin bir şekilde reaksiyon göstermelerinin sebepleri, Hristiyan ve Müslüman tarihlerindeki farklılıklardan kaynaklanmaktadır. En başından beri, Hristiyanlara, temel prensip ve uygulama olarak Tanrı ile Sezar’ı ve ikisine karşı farklı sorumlulukları birbirlerinden ayırmaları öğretilmiştir. Müslümanlara ise böyle bir öğretide bulunulmamıştır. 2

 
Özetle, Lewis’e göre, Sekülerizmin Batı’da ortaya çıkarken, Müslüman ülkelerde ortaya çıkmamasının sebepleri:

1. İslam ve Hristiyanlığın farklı dini tarih ve doktriner inançlara sahip olması, ve

2. Hristiyanlık ve İslam arasında, ilk dini öğretilerde bulunan teorik ve pratik farklardır.

Bu tez, bir “kader tarihi” olduğunu ima etmekte ve Batı’nın siyasi tarihinde ortaya çıkan “baskın düalizm”in kritik bir fark yaratarak sekülerizmin Hristiyan geleneğinde ortaya çıkmasına; İslami gelenekte ise çıkmamasına sebep olduğunu iddia etmektedir. Birçok akademisyen de İslam ve sekülerizmle ilgili bu argümanı desteklemekte ve ancak az bir kısmı ciddi alternatif bir yaklaşım sunabilmektedir.  3  

Benim tezim ise farklı bir kategoride. Bence, Prof.Lewis hem sekülerizm üzerindeki tartışmanın temellendiği ilk dönem İslam siyasi tarihine yanlış yaklaşıyor,  hem de Batı siyasi tarihini, sekülerizmin temelleri ve yükselişi açısından hatalı bir şekilde değerlendiriyor.

Lewis, İslam dünyası tarihine ve bölgenin temel dillerine hakim ciddi bir tarihçidir. Onun akademik çalışmalarında olgusal hatalar veya kayıtlarda ve metinlerde saptırmalar gibi yanlışlar bulmak o kadar kolay değildir. Benim ana anlaşamamazlığım, onun vurguyu yaptığı konu seçimidir. 

Özel olarak, İslam ve sekülerizm arasındaki ilişkide:

1. Prof.Lewis, İslam ve Hristiyanlığın başlangıç tarihine gereğinden fazla vurgu yapmakta; sekülerizmin Batı’da bundan çok uzun süre sonra ortaya çıkış dinamiklerini ve Müslüman dünyadaki hoşnutsuzlukları göz ardı etmektedir.

a. İsa’nın havarilerine söylediği meşhur ayet olan Matthew 22:21 “Sezar’ın hakkı Sezar’a ve Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” sözü fazlaca vurgulamaktadır.

b. Benim, ilk dönem Hristiyan dünyasında ve sonraki yıllarda bu ifadenin kilise-devlet ilişkilerindeki önemi konusunda şüphelerim var. Lewis bunun çok büyük bir önemi olduğunu söylüyor. Benim böyle düşünmüyorum. Bu konuyu, önümüzdeki aylarda derinleştirerek incelemeyi düşünüyorum.

c. Günümüze kadar bu ayet etrafında süren bir tartışmayı incelemedim. Bunun, ilk Hristiyan dünyasında kilise-devlet ilişkileri üzerine bir etkisi olduğunu düşünmüyorum. Benim anladığım o ki, orta çağ boyunca Sezar/Tanrı ikilemi ve bunun etrafındaki değerlendirmeler din-devlet işlerinden daha çok vergi sorunu ve ekonomik konularla ilgili yapılmıştır. … tabi yanılıyor olabilirim, bu konuda her zaman düzeltilmeye açığım.

d. Ayrıca, tüm bunlar derin ve detaylı bir şekilde ruhsal hermönetik konusuyla bağlantılıdır, ki meşhur Tanrı/Sezar ayetindeki ilişki konusunda önemli sorular ortaya çıkarmaktadır – beyan edildiği zamandaki tam anlamı- ve daha sonra nasıl anlaşıldığı ve sonraki yıllarda Hristiyan toplum tarafından nasıl yorumlandığı konuları son derece önemlidir.

 

İslam ve seküler Hadisler: 

Prof.Lewis “En başından beri, Hristiyanlara ana prensip ve uygulama olarak Tanrı ve Sezar’ı ve her birine karşı sorumluluklarını ayırmaları öğretilmişti. Müslümanlar böyle bir emir almadılar,” derken benzer bir durumun İslam tarihinin ilk yıllarında ortaya çıktığını göz ardı ediyor ve Mathew 22:21’in (Sezar’ın hakkı ayeti) ahlaki ve politik karşılığı olarak pekala değerlendirilebileceğinden bahsetmiyor.

Müslim’deki sahih bir hadiste, Hz.Muhammed’in bir grup Müslümana hurma ağaçlarını aşılamasını önerdiği anlatılır. Ağaçların durumu kötüye gittiğinde ise onun tavsiyesine koşulsuz uymaları Peygamberi şaşırtmıştır. Şöyle dediği kaydedilir:

“Ben de sizin gibi bir insanım. Size din konusunda bir şey emredersem emirlerime uyun, ama size kendi fikrime göre bir şey önerirsem, benim bir insan olduğumu unutmayın.” İbn Hanbel’in Müsned’inde bu ifade: “dünyaya ait işler(de karar vermek) size aittir …dine ait şeyler(de karar vermek) ise bana.” Şeklinde geçer. Bir başka kaynakta ise Muhammed Peygamber’in bu olayda şöyle dediği kaydedilir: “Dünyevi işlerde sizler benden daha bilgilisiniz 4

Dolayısıyla, eğer Hristiyanlara en başından dünyevi alanla ruhsal alanı ayırmaları öğretildiyse, aynı şey Müslümanlar için de geçerlidir. Peki o halde Müslüman dünyada sekülerizm neden gelişmedi? Sorusu ise ayrıca incelenmelidir. 

Kilit Yorum Noktası: 

Politik sekülerizmin köklerini ararken, 2000 yıllık İncil’den bazı alıntılara dayanıp sekülerizmin yükselişini veya olmayışını şu veya bu dini geleneğe bağlamak yeterli bir araştırma stratejisi değildir. Hristiyanlığın ve İslam’ın erken dini tarihini ön plana çıkartıp, son derece kompleks ve çok yönlü bir fenomen olan Batı’da politik sekülerizmin ortaya çıkmasını ve gelişmesini bu şekilde açıklamak da yeterli değildir.

Alternatif bir yaklaşım olarak, devlet-toplum ilişkilerine bakılması gerekir. Özelde de devlet-toplum ilişkilerinde ve politik krizlerin kritik zamanlarında dinin oynadığı role.

Prof.Lewis Kilise ve Devlet arasındaki “baskın düalizm”‘den bahsederken aslında bundan bahsediyor. Konu İslam olduğunda ise, Hristiyanlıktaki politik yaşam gerçeği din-devlet ilişkilerindeki genişlik ve derinlik olarak çok daha kompleks ve komplikedir.  Evet, “iki güç, Tanrı ve Sezar, vardı ve bu dünyada sacerdotium ve regnum olarak simgeleniyordu, veya modern terimlerle kilise ve devlet olarak”. Fakat bunların arasında Prof.Lewis’in takdir edemediği bir yakın ilişki ve karşılıklı bağımlılık yönü de bulunmaktadır..5

Camiada saygın bir kitap olan Ölü doğmuş Tanrı: Din, Siyaset ve Modern Batı (Knopf, 2007)’da, Mark Lilla; tarihsel olarak hemen tüm medeniyetlerin Tanrı, insan ve dünya arasındaki kutsal ilişki üzerindeki meşru politik otoriteye dayandığını gözlemliyor. Lila diyor ki, Politik teoloji, medeniyetlerin, din, politika ve ve onları çevreleyen dünyanın doğal düzeni arasında kurmaya çalıştıkları ilişkinin oluşturduğu orijinal medeniyet durumudur. Bu tartışmayla ilgili soru şudur ki, nasıl Tanrı, insan ve toplum arasındaki bu bağ Latin Hristiyan dünyasında aşınmış, dolayısıyla politik sekülerizme dönüşmüştür ve günümüz Müslüman toplumlarının bundan alacağı karşılaştırmalı dersler neler olabilir?

Batı sekülerizminin tarihi uzun ve karmaşıktır ve Batı’daki entelektüel tartışmalarda genellikle yanlış anlaşılır (özellikle İslam’la karşılaştırma yapıldığında).  Charles Taylor’ın Seküler Çağ  kitabı (Harvard University Press, 2007), tartışmaya iyi bir başlangıç noktası sağlayabilir. Geçmişe bakıldığında Batı’yı seküler hale getiren dört geniş eğilim ayırt edilebilir: 

1) modern kapitalizmin yükselişi; 

2) modern ulus-devletin ve milliyetçiliğin yükselişi; 

3) Bilim Devrimi; ve en önemlisi, 

4) Protestan Reformu ve 16. ve 17.yüzyıllarda süren Din Savaşları.

İşte bu gelişmedir ki politik sekülerizmin ortaya çıkmasında merkezi öneme sahiptir, özellikle Anglo-Amerikan geleneğinde, ve özellikle Müslüman toplumlardaki din-devlet ilişkileri sorununu aydınlatmada.

Reform sonrası Avrupa’da dini hoşgörü ile ilgili yeni tartışmalar alevlenmişti. Sadece Katolikler ve Protestanlar arasında değil, birçok Protestan mezhepler arasında da husumet vardı. Bu büyük hoşgörüsüzlük devrinde, birçok Hristiyan mezhebi kendi mezhebini topluma dayatıyordu. Her biri dünyada Tanrı’nın iradesine dair özel bilgiye sahip olduğunu iddia ediyor ve dini hoşgörünün yayılmasına izin verilirse sosyal karışıklık tehlikesi bulunduğunu söylüyordu.  Kısaca, dini hoşgörü ve politik istikrarın ters orantılı olduğu öğretiliyordu.  Kamusal alandaki dini uygulamanın tek tip olması gerektiğine ve kurumsallaşmış devlet dini ihtiyacının barış, düzen ve başarı için ön koşul olduğuna geniş bir kesim tarafından inanılıyordu. Perez Zagorin’in Hoşgörü Düşüncesi Batı’ya Nasıl Geldi? (Princeton University Press, 2003)’de belirttiği gibi bu görüş, 17.yy. sonlarına kadar baskın bir görüştü.

Hoşgörü ve politik düzen arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmek işi John Locke’a kalmıştı. Locke, meşhur Hoşgörü Konusunda Bir Mektup (1685)’da daha önceki kilise ve devletin birleşmesi fikrinden vazgeçmişti ve Avrupa’yı istila eden temel politik probleme yeni bir çözüm sunuyordu: “Kamusal alanda dini çoğulculuk ve politik kararlılık birbirine bağlıdır”, diyordu Locke. Bunun koşulu ise bizim: “sivil hükümetin işi ile dininkini ayırmamız ve biriyle diğeri arasındaki doğru sınırları belirlememizdir.”  Bir başka deyişle, sekülerizmin yumuşak bir şekli gerekliydi. Buradan çıkarılacak ana sonuç şu ki, politik sekülerizm İngiltere’de, ülkeyi parçalayan varlık krizinin doğrudan sonucu olarak ortaya çıktı. Bu çatışma yıllardır artıyordu ve çözümsüzdü, diye onaylıyor Locke. Avrupa barış, refah ve istikrar nedir bilmeyecekti. Bu krizin büyüklüğü göz ardı edilemez.  Mark Lilla’ya göre bu konu çözülmeseydi Batı’nın kendini yiyip bitirmesi çok büyük bir olasılıktı.  Tam olarak, Batı dünyasının gelecek politik istikrarı tam bir eşik noktasındaydı. Sekülerizm bu yüzden hayatta kalma mücadelesinin bir sonucu olarak Anglo-Amerikan geleneğinde ortaya çıktı. Charles Taylor’ın belirttiği gibi: “Batılı sekülerizmin kaynağı Din Savaşlarıydı; veya savaş yorgunluğu ve korkudan bir çıkış arayışıydı .”6

Özetle, kilise ve devletin ayrılması düşüncesi bu varoluş ikileminden politik bir çözüm olarak çıktı. Bu tabloyla, Müslüman dünyanın dini hoşgörü ve siyasi düzen açısından durumu arasındaki zıtlık temel sorunu aydınlatmaktadır.

Tarihçiler büyük ölçüde hemfikirdir ki karşılaştırmak gerekirse, Müslüman toplumlar dini çoğulculuk anlamında Hristiyan dünyasından çok daha hoşgörülü olmuşlardır. Mesela 20. yy’ın ortasına kadar, Bağdat şehri nüfusunun üçte biri Yahudiydi. Ben burada Müslüman dünyanın günümüzde anladığımız şekliyle liberal toleransın kalesi olduğunu, ve azınlıklara hiçbir zaman kötü davranılmadığını söylemiyorum; söylediğim bundan farklı. Kısaca şunu ifade etmek istiyorum: Müslüman toplumlar ve imparatorluklar tarihsel olarak uzun din savaşları ve Avrupa politik tarihinde erken modern dönemde merkezi bir öneme sahip dini hoşgörü ve politik düzen tartışmalarıyla hiçbir zaman yüzleşmedi. Karşılaştırmak gerekirse, Sünni-Şii ilişkileri ve dini azınlıklara yaklaşım son bin yıl içinde Müslüman dünyada Avrupa’ya göre çok daha fazla hoşgörülüydü. 

Bu nisbeten fazla hoşgörü gerçeğinden çıkan temel sonuç şudur ki, politik mücadelenin ana damarının din olduğu bu devlet ve toplum yapısında can yakıcı politik sorunlar ortaya çıkmamıştır. Bunun sonucu olarak, Orta Doğu’da, Avrupa’da 17inci yüzyılda sekülerizmin yükselişi için kritik olan argümanların gelişimine ön ayak olan entelektüel ve ahlaki tezlerin gelişimini sağlayan iç politik dinamikler ortaya çıkmamıştır.

Müslüman toplumların yüzleştiği sosyo-politik düzeni tehdit eden ana siyasi problemler ise mahkemelerde rüşvet ve adam kayırma, doğal kıtlık ve afetler, ve en önemlisi yabancı müdahale ve işgalleriydi. (11-13.yüzyıl arasındaki Haçlı Seferleri, 1258 Moğol istilası, İberya Yarımadasının yeniden işgali, ve modern çağda giderek artan bir şekilde Rus, Fransız, İngiliz ve daha sonra Amerikan müdahalesi, sömürgeciliği ve emperyalizmi.  Bu tarihi hoşgörü ve sorun farkları İslam/ sekülerizm ilişkisini anlamakta anahtar öneme sahiptir. Müslüman toplumlar hiçbir zaman sekülerizm ile ilgili düşünmek ihtiyacında kalmamışlardır – çünkü hiçbir zaman bir varlık krizi oluşturacak din-devlet ilişkisi ortaya çıkmamıştır ki sekülerizm deva olsun.

Ayrıca, Noah Feldman’ın  İslami Devletin Düşüşü ve Doğuşu (Princeton University Press, 2008)’nda belirttiği gibi, Müslüman dünyadaki din-devlet ilişkileri Batı’dakinden çok daha sağlam ve arkadaşçaydı. Din, bin yıldan fazla bir süre, istikrar ve önceden bilinebilirlilik açısından yapıcı bir role sahipti.  Reform sonrası süreçte dinin, derin bir çatışma kaynağı olduğu Avrupa deneyiminin tersine, Müslüman dünyada din ve onu yorumlayan ulema, halife ve sultanların kişisel kapris ve arzularına; yönetimde dini sınırları gözetmesi karşılığında meşruiyet sağlayarak kısıtlamalar koymakta başarılı oldular. Hükümdarlar kanunun üzerinde değildi – 20inci yüzyılda oldular – ama onunla bağlıydılar, dolayısıyla otokrasi ve keyfi yönetim sınırlanıyordu.  Müslüman dünyadaki din-devlet ilişkileri bu yüzden bağlılarına farklı tarihi dersler ve hatıraları miras bıraktı. Din, nüfusun büyük bir parçası için politik zorbalığın bir aleti ve bir kavga sebebi değil, politik despotizmin kısıtlayıcısı ve istikrarın kaynağı olarak görüldü. Feldman’a göre, bu durum, bize neden günümüzde din’e politikada daha geniş bir alan isteyenlerin kitlelerce coşkuyla desteklendiğini (İslamcıların iktidarda olmadığı yerlerde) açıklıyor.

Son 200 yılda Müslüman dünyanın sekülerizmle ilgili deneyimi büyük ölçüde olumsuzdu.  Şunu teslim etmek gerekir ki Avrupa sekülerizmi sosyoekonomik ve politik gelişmelerle birleşip evrilen ve entelektüel argümanlarla beslenen – ve dini gruplar tarafından eleştirilerle- ve nihayetinde politik kültürlerinde derin kökleri olan yerel ve aşamalı bir prosesin sonucu olarak ortaya çıktı. Bunun tersine, Müslümanların sekülerizm deneyimi dışarıdan, önce sömürgeci ve işgalciler tarafından dayatılan, sonra da sömürge sonrası dönemde iktidara gelen yerel elitler tarafından canlı tutulan yabancı bir ideoloji olarak ortaya çıktı. Kısaca, Avrupa’da sekülerizm geniş ölçüde aşağıdan yukarıya bir prosesti ve sivil toplum içindeki tartışmalarla bağlantılıydı; Müslüman toplumlarda ise yukarıdan aşağıya bir prosesti ve önce sömürge devleti, sonra da sömürge sonrası devlet tarafından yürütülmüştü. Bunun sonucu olarak, Müslüman dünyada sekülerizmin entelektüel kökleri zayıf kaldı ve istisnalar dışında sekülerizm Müslüman toplumun geneline her zaman yabancı kaldı.

Ayrıca, 20. yy’ın sonunda Müslüman dünyadaki devletlerin çoğu gelişemediler.  Sömürge sonrası dönemde devlet-toplum ilişkileri sekülerizmin namını daha da lekeledi. Otokratik modernleştirici devlet, genellikle dış destekle birlikte, sivil toplumu boğdu ve muhalefeti camiye itti, ve bu şekilde istemeden de olsa politik İslam’ın yükselişine katkıda bulunmuş oldu.  Devletlerin yukarıdan-aşağıya zoraki modernleştirme, sekülerleştirme ve Batılılaştırma politikaları – çok kısa bir süre içinde – geniş bir sosyal ve psikolojik yabancılaşma ve kavram kargaşası ortaya çıkardı.  Bir yanda hızlı şehirleşme, değişen kültürel ve sosyo-ekonomik ilişkiler , diğer yanda artan rüşvet, ekonomik yanlış yönetim, yükselen yoksulluk ve gelir adaletsizliği devletin meşruiyetinin altını oydu.  Bu gelişmeler sekülerizm üzerinde olumsuz sonuçlar doğurdu çünkü sömürge sonrası Müslüman dünyada iktidardaki ideolojiler hep seküler ve milliyetçiydi.

Dolayısıyla, sömürge dönemi sonrasında yetişen Müslüman jenerasyonu için sekülerizm; despotizm, diktatörlük, ve insan hakları ihlalleriyle birlikte anılıyordu. Seküler milli hükümetlerin baskısını yaşayan Müslüman politik aktivistler normal olarak sekülerizmin bir baskı ideolojisi olduğu sonucuna vardılar. Bu gözlem sadece (Şah yönetimindeki) İran’da değil, Tunus’ta, Cezayir’de, Mısır’da, Suriye’de, (Saddam yönetimindeki) Irak’ta, Yemen’de, Türkiye’de, ve yirminci yüzyılın ikinci yarısında da geçerlidir. Bu eğilimi Vali Nasr şöyle özetliyor: 

“Müslüman dünyada sekülerizm hiçbir zaman sömürge kökeninin üstesinden gelemedi ve hiçbir zaman sömürge dönemi sonrası devletlerin toplumu sürekli baskı altında tutması ile bağlantısını yitirmedi. Devlet ideolojisi sorun haline geldikçe, ve onun eylemleri sosyal güçleri yabancılaştırdıkça, sekülerizm daha çok reddedildi ve yerli dünya görüşleri ve sosyal kurumlar gelişti-ki bunların büyük çoğunluğu İslam ile ilgiliydi.  Öyle ki, sekülerizmin düşüşü Müslüman dünyada sömürge sonrası devletin çöküşünün yansımasıydı..”7

Sonuç olarak, din-devlet ilişkilerindeki farklı tarihler söz konusu olduğunda daha duyarlı olunmalıdır, özellikle sekülerizm konusunu tartışırken.  Müslüman dünyada, tarihsel olarak, devlet-toplum ilişkileri bir iç dinamik oluşturmadı, bunun yanında sekülerizm/din-devlet ayrımı daima politik krizleri bastırmak için bir çözüm yolu olarak gösterildi. Sekülerizm sorununa sadece İslam/Hristiyanlık arasındaki (çağlar boyunca hep aynı anlamı taşımışlar gibi) iç teolojik doktrinlere veya erken dönem karşılaştırmaları yapmak yerine, yukarıdaki çerçeve bu duygu yüklü ve önemli konuda daha objektif bir çerçeve sağlayacaktır.  
 
 
 
 

1 Bernard Lewis, What Went Wrong? Western Challenge and Middle East Response(Yanlış Giden Neydi:Batı Meydan Okuması ve Orta Doğu Karşılığı) (New York: Oxford University Press, 2002), 100

2  a.g.e., 103.

3 Ira Lapidus, Dale Eickelman, James Piscatori ve en son Abdullahi An-Na’im gibi akademisyenler hatalı olarak modernlik öncesi zamanda Müslümanların politik rejimlerinden çoğunun de facto seküler olduğunu, çünkü ulema gibi teologların politik güce sahip olmadıklarını; daha çok farklı kabilelerin, klanların ve etnik grupların dini bir enstrüman olarak kullanıp hakimiyetlerini meşrulaştırdıklarını savunmuştur.

4  Kaynak için bkz: Abukhalil in MEJ, 1994.

5 Bkz: Lewis, syf. 2-3 Political Language of Islam-İslam’ın Siyasi Dili

6 Charles Taylor, “Modes of Secularism (Sekülerizm Tarzları),” Rajeev Bhargava .Secularism and its Critics- Sekülerizm ve Eleştirileri (New Dehli: 

Oxford University Press, 1998), 32.

7 Vali Nasr, “Secularism: Lessons from the Muslim World,(Sekülerizm: Müslüman Dünyadan Dersler)” Daedalus 132 (Summer 2003), 69.a.g.e.., 103.

… Bu makale ilginizi çektiyse…

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor.

Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 5 Yorum

  2. Yazan:Mustafa Tarih: Tem 5, 2009 | Reply

    Oryantalist dünya Islami müslümanlardan daha iyi bilme iddiasi vardir. Birde bati dünyadaki politica ve insanina Islamin daima bir tehdid olacagini izah etme (!) görevini üzerine almislar.
    Hiristiyan dünyada sekularizm ile mesele artik olmadiginada an az sübhe ile karsilamak gerektir.
    Hiristiyanlıkta yakın zamanlara kadar sadece monarşinin Tanrı tarafından caiz olduğuna inanılıyor. Papa Johannes XXIII den beri Demokrasiye dayanılan devletleride kabul görüyor artık. Bu „kabulun“ teolojik temeli yoktur, çünkü bir fransız demokrasi ile Osmanlı hilafeti teolojik manada ayni mesafede hiristiyanlığa. Devletin temeli dine dayanmıyor cünkü. Papaya eskiden monarşiler itaat ettikleri için teorikde olsa teolojik sahada o devletin meşrutiyeti var idi. „Demokrasi“ zoraki ve siyasi olarak „kabul“ olundu daha doğrusu kilisenin emniyet ve düzenini mümkün olduğu kadar korumak için „anlaşma“ söz konusudur. Bir takım hiristiyan din adamlarının demokrasiyi ve insan haklarını savunmaları dini ve teolojik bir mahiyeti yoktur. Siyasidir. Ama insanlara bunu böyle anlatmak olmuyor güzelce “paketleniyor”.

  3. Yazan:Umit Erdal Tarih: Tem 10, 2009 | Reply

    Bu tarihi hoşgörü ve sorun farkları İslam/ sekülerizm ilişkisini anlamakta anahtar öneme sahiptir. Müslüman toplumlar hiçbir zaman sekülerizm ile ilgili düşünmek ihtiyacında kalmamışlardır – çünkü hiçbir zaman bir varlık krizi oluşturacak din-devlet ilişkisi ortaya çıkmamıştır ki sekülerizm deva olsun.

    Burada önemli bir yöntem hatası bulunuyor: Tarihte bir olayın gerçekleşmemiş olması, bu olayın yanlış olduğunu göstermez.

    Örnek olarak, demokratik halkoyuna dayalı yönetim sistemi, 4 Halife dönemindeki kısmi uygulama istisna tutulursa, İslam tarihinde hiç olmamıştır. Yukarıdaki akıl yürütme yöntemine göre İslam dünyasının demokrasiye ihtiyaç duymadığını söylemek gerekir. Bu ise doğru değil. Dolayısıyla, yukarıda kullanılan tarihsel çıkarım yöntemi geçersizdir.

  4. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Tem 10, 2009 | Reply

    Ümit bey,

    Yazıda sekülerizmin yanlış bir şey olduğu anlatılmıyor. Dikkatle okursanız, bunun tam tersinin söylendiğini; İslam ülkelerinde sekülerizme antipati duyulmasının kaynağının müslümanların sekülerizmle yaşadığı olumsuzluklar olduğu; halbuki doğru bir ilişkiyle, doğal bir evrim sonucu İslam dünyasında da bizlere uygun bir sekülerizm oluşabileceğini; fakat Batı deneyimindeki farklılıklardan dolayı Batı tipi sekülerizmin İslam dünyasına dayatılmasının yanlış olduğu gibi birçok sonuç çıkartma imkanınız olacaktır.

    Mustafa bey,

    Haklısınız. Hristiyan dünyasında, dinden neşv ü nema bulan bir sekülerizmden çok; din adamlarının teslim-i silah etmesi ve celladın hükmüne boyun eğmesi durumu söz konusu. Bu yüzden Hashemi’nin dediği gibi İncil’in “Sezar’ın hakkı Sezar’a” ayetinden hüküm devşirmek zorlama bir yorumdur. Batı’da sekülerizm, Hristiyanlıkla değil, Hristiyanlığa “rağmen” ortaya çıkmıştır. Onlar için hayırlı da olmuştur.

  5. Yazan:Mustafa Tarih: Tem 10, 2009 | Reply

    Avrupada hakimiyetin mesrulugu kiliseye papaya dayanirdi. Kayser mesrulugunu kiliseden alirdi. Krallarda kayserden. Aydinlik hareketi ise “tabii hukuk” ve kilise hukukunu teperek devletin sadece akil üzerinden mesrulugu olmasi gerektigini öne sürdüler. Asiller sinifini ve kilisenin politik gücünü kirip yeni bir devlet ve devlet felsefesi sözkonusu. Bu yeni devleti tarif ederken genelde bu devletin nereden mesrulugu geldigini öne sürerek degil genelde nasil olmamasi gerektiginin altini cizerek tarif ediliyor. “Din ile devlet” ayrimi Kilise ve devlet ayrimidir. O zamanlar “din” denildimi hiristiyanlik anlasiliyordu.
    Islamiyetde devletin var olmasi akli zarurettir. Imam Gazali ve Ibni Haldun yaziyor. Insanlarin yasabilmeleri icin devlet gerektir. Bu akli pratik zorunluluktur. Hilafet ise dinen vahye ve sünnete dayanir. Hilafet akli olarak zorunlu olan devletin bir bicimidir. Devlet idaresindeki hem exekutiv hem judikatif uygulayabilme sadece Peygamberde ve hulefa-i rssidin de mevcut idi. Hz.Ömer zamaninda önce valilerde sonra halifenin kendisinde bu ayrilmaga basladi. Yezid halife idi ama hakim degildi. Sonrakilerde sadeve devlet yönetimi ile mesgul oldular islami hukuka el süremediler. Peki hilafet demokrasiye cok yaklasabilirmi? Mümkün. Nitekim Osmanlinin son dönemi bu istikametde idi. Önce Halife-Sultan devlet yönetimini genis capta Sadrazama ve memurlara devretti Tanzimat ile. Parlamento seklen danisma meclisi ve kanunlarin yapildigi yerolup metn halifeye gönderilip oda imzasini mührünü basinca dinende mesru olabilirdi. O zaman parlamento kanun cikarmis olur (pratikte) ve ayni zaman dinen Halifenin sözü uygulanir. Parlamento birkac senede secilir ve Sadrazamida ve Halifeyi ise Parlamento secmez. (Halifeyi belirlemede 4 usul var: secim, tayin, secim-tayin birligi ve zorluk). Devletin tehlikeye ve bölünmeye düsmemesi icin genelde tayin usulu kullanilirdi (Hz.Ebu Bekirin metodu).
    Kisaca pratikte “demokrasi” olmasi islami sistemde mümkündür. Hukuk, yönetim ve kanun belirleyiciler kisaca güclerin ayrimi pratikte uygulamada mevcut ve seklen hilafet.

  6. Yazan:Suna Tarih: Eki 18, 2011 | Reply

    B. Lewis birçok müslümandan daha iyi öğrendi müslümanlığı, tarihini, hatta Kur’an’ın ayetlerini. Ama gelin görün ki hidayete ermedi. Demek ki malümat başka, ilim başka. Nasıl ki bir jinekolog çocuk doğurmadıkça anneliğin ne olduğunu anlayamaz, B. Lewis de Müslüman olmadığı müddetçe İslâm hakkînda yazdıkları malümat olmaktan öteye geçmeyecektir.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin