RSS Feed for This Post

Başörtüsü Yasaklarından Bize Kalan

Yazı yazan bir insanın en büyük şansı insanların ne düşüneceğini düşünmeden özgürce yazabilmekmiş. Sanırım ben son günlerde en azından başörtüsü konusunda yazarken bu şansımı yitirdim. Her şeyden önce bir insanın kendi mağduriyetleri üzerine konuşması yeterince zor zaten. Bir de beni bu konuda iyice söz söyleyemez konuşamaz hale getiren ben dahil bu konuda yazan bir şeyler söyleyen insanların kendilerini anlamaya hiç niyetli olmayan belki de konuşmasını istemeyen insanlar tarafından sıklıkla ajitasyon yapmakla, duygu sömürüsü ile veya arabesk edebiyatıyla suçlanması oldu. Üstüne bir de Allah versin AKP çözsün tavrı… 

Ama bu yasak sürüyor. Bütün saçmalığı ve zalimliği ile capcanlı, küstahça karşımızda. Bir halkın kadınlarının belki yarısından fazlasının hayat tarzını hiçe sayan, toplum hayatından dışlayan, en doğal haklarına set çeken, her şeyden öte onurunu ayaklar altına alan bu gayri ahlaki durum sürdüğü sürece susmak kendi egomuzu öne çıkarmak gibi bir lüksümüz olmamalı. Zor da olsa yazmalı… 

Benim üniversiteye devam ettiğim yıllar olan 86-92 yılları arası bu yasağın katiyet kazanmasa da sürekli olarak gündemde olduğu, kimi rektörlerle Özal hükümeti arasında gibi görünen bir mücadelenin yaşandığı yıllardı. Bir sene İ.Ü, Marmara Üniversitesinin belli bölümleri bu yasakla muhatap oluyor kimi öğrenciler sene kaybediyorken bir diğer sene bir bakıyordunuz sorun İTÜ nün bazı bölümlerine sıçramış. Bu yıllarda üniversitelere girmek şimdiki kadar büyük maddi imkan ve adaletsiz bir yarışın sonucu değildi. Dolayısı ile üniversitelerde şimdikinden çok daha fazla sayıda olduğunu tahmin ettiğim Anadolu kökenli, maddi yönden zayıf ve sıradan devlet okullarından gelen çocuklar mevcuttu. Benim okuduğum mühendislik fakültesi zaman içinde Anadolu Liseleri ve büyük şehir kolejlerinin öğrencileri ile dolsa da o yıllarda büyük oranda mütevazi aile çocukları okuyordu. Yine bu çocuklar içerisinde  başörtülü arkadaşlarım daha da sosyo-ekonomik açıdan zayıf bir zümre idi. Bizim bölümümüzdeki kız öğrenci sayısı erkek öğrencilere göre oldukça azdı. Dolayısı ile başörtülü öğrenci sayısı çok daha az. Binamızda yer alan üç fakültenin başörtülü öğrencilerinin toplam 12-13 civarında olduğunu düşünürsek ikisi haricinde velisi ilköğretimden fazla okuyan olmadığı gibi geçim kaynakları gündelik temizlik işlerinden, bebek bakımına, emekli işçilikten, yurt dışında işçilik yapan aile çocuklarına, yetim olanlardan, babasının maddi manevi desteğinden uzak olanlara zor şartlardan gelen gençlerdi. Arkadaşlarımın bazıları kayıt yenilemek için harç parasını zor toplarken, kimisi çalışarak okuyor, kimisi de çok sıkıntılı şartlarda yaşıyordu. 

Çoğu çok kardeşli olan bu arkadaşlar sanıldığı gibi üniversiteye girince hadi bir türban takayım bazı siyasi amaçlarım da olsun derdinde değillerdi yani. Sivas’tan, Malatya’dan, Sinop’tan, Kastamonu’dan, Mersin’den, Dudullu’dan gelirken hem bir yandan kendilerine uzak bir dünyada var olmanın tedirginliğini hem de bir gelecek ümidi taşımanın sevincini yanlarında getiriyorlardı. Ve söylemeye gerek var mı bilmem aileleri için büyük bir övünç ve ümit kaynağı idiler.   

Çoğu o günlerde hiçbir siyasi görüş taşımıyordu. Hatta hemen hepsi milletini, devletini seven, dünyaya o güne kadar aldıkları eğitim sisteminin oluşturduğu perspektiften bakan kızlardı.

Sonra umulmadık bir şey oldu. Birileri bu gençlere üvey evlat muamelesi yapmaya başladı. Çoğu arkadaş bu durumda bile iyi niyetini kaybetmemişti. Ama bariz bir şekilde hüzün kaplamıştı herkesi. Eğer bizler faraza solcu gençler gibi belli bir siyasi ideoloji ve muhalefet duygusu taşısaydık durumu kaldırmak daha kolay olabilirdi. Nihayetinde benim belli bir hedefim var, mücadelem bu ve bedel ödemem söz konusu diyecektik. Halbuki çoğunluk geleneksel Anadolu dindarlığı ile üniversiteye başlama cüretinde bulunmuş oldukça apolitik kızlardı. Ve bütün o maddi sıkıntının içerisinde yaşayan, kendilerine umut bağlamış ailelerine akşam eve gidince ne hesap vereceklerini düşünüyorlardı. Yasaklar karşısında herhangi rahat gelir seviyesine sahip bir genç onurunun derdine düşerken onlar bir de kendi kaderlerini yarmanın yegane yolu olan çıkışı kaybediyorlardı. Ve tokat hiç ummadıkları bir yerden geliyordu. 

Zor günlerdi. Her acıdan incitici. Bir anfi dolusu insanın önünde hakarete uğramak, dekanlıklara çekilip saçma sapan sorgulanmak, sözde ikna seanslarına maruz kalmak, kimi derslerden Bizans oyunları ile bırakılmak ve hakaretin her an nereden geleceğini bilememek. Bu gün dersteki hocan laf arasında sana dönüp acı bir söz mü söyleyecek, kantinden geçerken arkandan fatiha mı okuyacaklar yoksa bir bahane bulup bel altına mı çalışacak yine o şovenist profesör. Okula gelirken kafamda bu düşünceler sanki ayaklarım geri geri giderdi. En çok da o yüzlerdeki ifadeler unutmuyorum. Türlü çeşit ifadeleri vardı bu gibi insanların; öfke, kin, tiksinti, alay. Aynı günlerde bütün bu ortama karanlık cinayetler de eklenince Ankara’nın ağır ikliminden sonra İstanbul’un bayıldığım o kozmopolit ve hoşgörülü havası da değişmiş yolda sokakta da hakaret görmek sıradan bir hal almıştı. Hele Uğur Mumcu cinayetinin işlendiği günlerde…  

Sonra değişmeye başladık bazılarımız. Zulüm kavramı ile yüzleştik. Madem biz böyle ayırımcılığa uğruyor ve zulüm görebiliyorduk demek ki bütün o anlatılan hikayeler doğru da olabilirdi. Ve insanın zulüm görmesi için hak etmesi de gerekmiyordu anlaşılan.12 Eylül sonrası yaşananlar, Diyarbakır cezaevleri  gitgide Newroz olayları, Lice baskınları vs. birden kimilerimizin gündemine giren konular oluvermişti. Aynı yıllarda Türkiye sınırlarının ötesinde de bir dünyaya açılıyordu gözlerimiz. Halepçe katliamı, İsrail’in zulümleri ve yeni filizlenen intifada, Amerika’nın Irak’a yaptığı ilk saldırı… 

Bir arkadaşımın anlatımıyla yasak başlamadan önce cici bici giyinmekten zevk alan, derslerinden başka bir şey düşünmeyen, ud çalan o mutlu kızlar gitgide gerçek dünya ile tanışmaya başlıyor yerini kırgın, okuyan araştıran, ilgili ama huzurunu kaybetmiş kızlara bırakıyordu. Dünyadan habersiz ve mutlu olmak. İşte bu konforu kaybetmiştik  artık. Küreselleşme ile beraber acıları artan Ortadoğu halklarının yanında Türkiye ‘de de bir türlü sular durulmak bilmiyordu. Sivas katliamı, Başbağlar katliamı, Güneydoğu’da Hizbullah adı verilen yapılanmalar ve artarda gelen bombalı cinayetler. Gitgide geriliyor ve bariz bir şekilde iyi olmayan bir yere gidiyorduk. Ve o güne kadar hayallerimizin alabileceği en çılgın eylem bir duvara tekme atmak ya da kafamızın attığı bir gün okula siyah kıyafetler giyerek gitmek olmuşken yine yolda, okulda, belediyede şurada burada ‘işte o, potansiyel cani’ bakışları ile karşı karşıyaydık. Kötü bir senaryonun hem zoraki oyuncuları hem de hiç sesi çıkmayanı idik sanki.  

Sonra 28 Şubat günleri başladı. Artık bütün okulları içine alan kimseyi ihmal etmeyen bir yasak gelmişti. Bu sefer benim itile kakıla yer alabildiğim okullar bir daha açılmamacasına başörtülülerin üzerine kapanıyordu. Yine Beyazıt’ın yolları gözüktü. Öyle protestolar oldu ki kalabalığın bir ucu Beyazıt meydanını doldururken diğer ucu Aksaray’ı geçerdi. Sonra eylemlere çok sert müdahaleler yapılmaya başladı. Bir gün robocobların kovalamasından ürken kalabalığın paniği esnasında az kaldı çocuğumla beraber bir polis panzerinin altında kalıyordum.  

Zor oyunu bozdu. Bütün o hak, adalet arayan sesler Fadime, Müslüm vodvilinin arkasında kayboldu gitti. Sincan’da yürüyen tanklar son noktaydı. Yasak uygulandı ve herkes kendi derdini bireysel olarak çekmeye başladı. Başını açarak okula giren psikolojik travmasını kendisi kaldırmalıydı, peruk, şapka takan bu zorunlu utanç kisvesinin ruhuna verdiği ağırlıkla kendisi baş etmeli ve evine dönen kendisi düşünmeliydi sonrasını. Kimi şanslı olanlar yurt dışına çıktı. Eğer böyle zorunlu bir göç şans olarak addedilebilirse. 

Düşünüyorum da yıl 87-88 bu yasağı protesto etmek için Sirkeci’den Beyazıt’a yürümüşüz 97-98 Beyazıt’ tan Çapa’ya Cerrahpaşa’ya ve olmuş 2007-2008 söyleyin artık nereye yürüyeyim diye isyan etmiştim bir gün. Aynı şeyleri küçük kızımın da yaşamaması için nereye yürüyeyim. 

Ta ilk örtündüğüm zamanlardan yani aşağı yukarı 18-19 sene öncesinden bir günü hatırlıyorum sık sık son günlerde. Bir gün İ.Ü Edebiyat fakültesine bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Hergele Meydanı derler ortasında bir alanı vardır. Öyle çok başörtülü öğrenci vardı ki şok olmuştum. Gerçekten de meydanın adabına uygun kolkola volta atıyorlar, beni canımdan bezdirecek kadar entelektüel tartışmalar yapıyorlardı. Şimdi gitsem içeri girebilir miyim acaba? Girsem ne yazar o kızlardan bir tane bile görmek mümkün değil artık. İşte bize geçen bunca yılın getirisi. 

Yine de hikaye bitmedi. Başörtülülerin durumu iyi belli bir zümresi dışında kalanlar

Bugünlerde bilumum hayır faaliyetleri, tezhip, hat, minyatür kursları ile tedavi ediyorlar ikinci sınıf olmanın getirdiği incinmişlikleri. O kurslara başlarken bile istenen başı açık resimleri sağlayabilmek için fotomontaj çareleri arıyorlar. Ara ara bir araya geldiklerinde geçmiş günlerin trajikomik anılarını anlatıyorlar gülümsemeye çalışarak.  

Hasılı kelam bütün bu süreçte önce öteki olduğumuzu öğrendik ve sonra diğer ötekilerin de çektiği acıları fark ettik. Sonuçta o dünyadan habersiz, mutlu ve salak günlerimiz bir daha gelmemek üzere geride kaldı. Bence iyi de oldu.

 

… Bu makale ilginizi çektiyse…

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor.

Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 8 Yorum

  2. Yazan:cb Tarih: Haz 27, 2009 | Reply

    Sevgili Özlem,

    emeğine sağlık.

    Hasılı kelam bütün bu süreçte önce öteki olduğumuzu öğrendik ve sonra diğer ötekilerin de çektiği acıları fark ettik. Sonuçta o dünyadan habersiz, mutlu ve salak günlerimiz bir daha gelmemek üzere geride kaldı. Bence iyi de oldu.

    Bilemiyorum,belki dönem farkından ben hiç ‘salak’ hissetmedim sadece ‘mutluydum’.Ve ilk yüzleştiğim süreç 28 Şubat süreciydi,o dönemden sonra tüm huzurumu bir daha geri alamamak üzere kaybettim.Şöyle yazmıştım unutmuyorum ‘mutlu olduğu zamanları da vardı’.Hep bilinçli bir dindar oldum,siyasal islam değil ama müslüman olarak İslam bir ideoloji olma(ma)sına rağmen oldukça mantıklı bir ideoljik duruşum oldu.

    O dönemin bizden alıp götürdüğü huzura rağmen belki de öğrettiği tek şey ‘ötekileştirerek,bizim dışımızdaki ötekileri anlayabilme olgunluğu’ sen de buna değinmişsin yazında,kesinlikle yakaladığın gibi.

  3. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Tem 2, 2009 | Reply

    Özlem hanım,

    Yazınızı yeni farkettim.Oysa tam da ilgi duyduğum yazılardan.İnsanların kendi hikayelerinden yola çıkarak anılarını paylaşmasını hem çok anlamlı bulur hem de ilgi duyarım.Bilemiyorum,belki de kendi gençliğime dair anılarımı tazelediğindendir.Çünkü hep kendimden bir şeyler bulur,geçmişi yadederim.Güzelliği de burada saklıdır ya,iyi bir dinleyiciyseniz sizi anlatırlar…bir zaman yaşadığınız heyecanı,umut ve beklentileri,yaşama tutunma serüveninizi bir bir canlandırır,hatırlatırlar.Kim olduğunuzun,nereden geldiğinizin bir önemi yoktur çünkü…Farklı zaman ve mekanlarda yaşanmış olsa bile “hikayeler”hep birbirinin benzeridir.
    Akıcı ve dolu dolu bir yazı olmuş yüreğinize sağlık.

  4. Yazan:özlem Tarih: Tem 2, 2009 | Reply

    Tesekkur ederim Aziz Bey.
    Bu toprağın insanlarının acı tatlı ne hikayeleri var. Çok zaman dinlediğimde böyle bir şey olamaz diyor hayret ediyorum. Benim ki çok sıradan bir hikaye. Bazen sanki tüm bu hikayelerin içindeyim bazen dışından seyrediyorum. Bu yazı Henüz özgür olmadık adında bir kitap için kaleme alınmıştı. Daha birçok ilginç, hüzünlü, komik hikaye var. Kitabın hazırlık çalışmasında bir araya gelip bazı arkadaşlar hikayelerimizi anlattık. Güldük, ağladık en katı gözükenlerimiz en çok ağlayanlarımız en duygusal gözükenlerimiz en çok kahkaha atanlarımız olmuştu. Sanırım insanların hikayelerini paylaşması da bir tür sağaltım. Kendimce bir şeyler yazmaya başladığım günlerde birisi bana evet yazmalısınız sanırım size iyi gelecek demişti. Çok güldüm bu lafa. Ama haklı yazmak, paylaşmak insana iyi geliyor. Okuyup yazamadığım zamanlar ölü zamanlar.
    Ayrıca ben de iyi bir dinleyiciyimdir. Ve farklı hikayeleri arar dururum.
    Ah bir de su dağınıklığımı halledip onca duyduğum hayatı hikayesini satırlara dökebilsem daha ne isterim:(

  5. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Tem 3, 2009 | Reply

    Özlem hanım inancım odur ki bu anlamsız türban yasağı da bir gün son bulacaktır.Ve eminim çocuklarımız,torunlarımız;geçmişte kavga ve çatışma nedeni olmuş bu uygulamaya gülüp geçeceklerdir.Lakin gönül isterdi ki bunca gerilim,tatsızlık ve kırgınlıklar yaşanmadan sorunun çözüme kavuşmuş olmasıydı.N’apalım hayat böyle.Adaleti tesis etmek için de azim,sabır ve çaba…hatta derin acılar yaşamak,büyük bedeller ödemek gerekiyormuş.

    Bazen çocuklarımla oturur sohbet ederim.Mevzuyu eskilere götürürüm biraz.Ama “bakın siz çok şanslı bir nesilsiniz”gibilerinden değil.Hatta kendi kuşağımın çok daha şanslı olduğunu söyleyerek onları yaşama daha sağlam tutunmaları için motive ederim aklım sıra.Yine de hayatın şimdikinden çok daha çetin olduğunu hatırlatmadan edemem.Bir derslikte 1.sınıftan 5.sınıfa kadar nasıl bir arada-tek öğretmen tarafından-öğretim gördüğümüzden,kış mevsiminde sabahları okula birer ikişer odun götürmekle yükümlü olduğumuzdan,23 Nisanları nasıl heyecanla beklediğimizden,kürtçe konuşma yasağına karşı özel bir “kolluk”oluşturulduğundan falan sözederim.İnanın çoğu zaman bana pek inanmadıklarını düşünürüm.Avcıların bol keseden attıkları hikayelere benzer bir abartı sezdiklerini okuyorum yüzlerinde.İnanmıyorlar.Aramızdan bir “özel hafiye”nin kürtçe konuşma yasağını delenleri öğretmene ihbar etmek üzere seçilmiş olabileceğine ihtimal veremiyorlar çünkü.Dediğiniz gibi basıyorlar kahkahayı”baba böyle yasak mı olur?”diye.Ama hayatın cilvesi işte.Basbayağı “kürtçe konuşma kolu”vardı ve ben bir kaç kez yasağı çiğnediğim için pataklanmıştım.Hiç unutmam soğuk kış gününde avucumda yaş meşeden yapılmış kırbaç biçimindeki değnekten nasibimi almıştım.

    Bakın nereden nereye geldik:bu yasaklar artık yok.Keşke bunca acı ve gözyaşı yaşanmadan,insanlar birbirine düşman edilmeden bu günlere gelebilseydik.

    Sonuçta biraz kahkaha,biraz burukluk karışımı duygular bizleri geçmişe götürse de,bir şeylerin değişebiliyor olmasını görmek umutlarımızı yeniden tazeleyebiliyor.Hayat içiçe geçmiş bu acı tatlı hatıralarla güzel ve bununla anlamlı çünkü.

  6. Yazan:özlem Tarih: Tem 3, 2009 | Reply

    Aziz Bey,
    iste sizinki de bambaska bir hikaye. bir çocuğun anadilini konuştuğu için dayak yediğini düşünmek dahi insanı kahrediyor. ama sanırım belli bir yaşın üstünde kürt olup da bu tür anıları olmayan yok gibidir. Hatta benim baba tarafım Siirtli araplardandır. Siirt’teki baskıları bırakın babam çocukken istanbul’a göç ettikleri zaman ilk başta utandıkları ve aile içerisinde çocukların birbirlerine yasakladıkları şeydir Arapça konuşmak. Şivelerini düzeltmek için olağanüstü çaba sarfetmiştir daha büyük olan çocuklar. Hiçbiri bir siirtli ile evlenmemiştir. Bilinçli bir tercih ve utanç duygusudur bu. Dahası kiracı ararken bile hemşeri istemezler hala kimi akrabalarım.Rahmetli dedemin ismi bile araptır ama tüm aile Araplara, kürtlere tüm iç ve dış düşmanlara kızar da kızar:)
    Garip bir hikaye bu toprağın insanının hikayesi herkes bir şekilde kendinden utandırılmış. Ve şizofrenik bir şekilde kıymeti kendinden menkul kimliklere sığınmış kabul görmek için. Hepimiz parklardaki budanmış garip ağaçlar gibi olmuşuz. Hani hepsi ya top şeklindedir ya zürafaya horoza benzer ya öyle bir şey. Ağaçlara bile rahat yok. ağaçlar bile ağaç gibi olamıyor modern insanın beğeni dünyasında. Ağaç zürafaya dönüşmek zorunda. Hilkatte harika olandan nefret ediyor garubet olana dönüştürmek için can atıyoruz.:(

  7. Yazan:merve gürsoy Tarih: Kas 16, 2009 | Reply

    bende türban sorunu yüzünden ülkemizde okuyamıyorum maalesef. yurtdışında üniversite öğrenime devam ediyorum.herkes gıpta ile bakıyor bana yurtdışında eğitim görüyor diye fakat durumun maalesef hiç gıpta ile bakılacak bi durumu yok.her ne kadar özgürlük diye bizim okula başörtümüzle girmemize devlet izin versede halk çok farklı bakıyor.çok yakın bi zamanda viyanalı olan sınıf arkadaşım siz kendi ülkenizde okuyamıyorsunuz bizim ülkemize geliyorsunuz gidin kendi ülkenize dedi polislerin bizlere karşı bakışı farklı ne kendi ülkemize sıgabildik ne buralar. inanmak ve inancın gereğini yaşamanın bu kadar ağır bi cezası olmamalı

  8. Yazan:özlem Tarih: Kas 16, 2009 | Reply

    Çok üzücü Merve. Ben şimdi ne diyeyim nasıl teselli edeyim ki seni.
    Belki ancak şunu söyleyebilirim. hayatta acı üzüntü ve haksızlığa uğramak arzu edilir bir şey değildir. Ama bu yaşanan acı ve üzüntüler ruhumuzda hastalık yaratmazsa(bazen yarata dabilir çünkü) insanı güçlendirir biler, başka yeteneklerini geliştirir. Bakarsın en iyi bakım gösterilen ortamlarda yetişmiş, vitaminlerle beslenmiş bitkiler solar kurur cansızlaşır da sert iklimlerde çöllerde, hatta karlar arasından bambaşka çiçekler yeşerir.
    Belki bilirsin bazı insanlar bu ülkede 12 eylülden sonra çok acı yaşadılar çok işkence gördüler. Amaç birgün dışarı çıktıklarında onlardan bir insan değil bir posa geriye bırakmaktı. Bu başarılı da oldu. Bir çok insan psikolojik olarak arazlı, fiziksel olarak hasta, alkolik vs. oldu çıktıktan sonra. Ama bazıları da inatla hayata tutunmaya iyi insanlar olmaya devam ettiler.
    Umuyorum ki başörtüsü mevzusu da aynı oranda olmasa da acı bir tecrübe. Bir şekilde ruhlarda iz bırakıyor. Ama bizlerr bu sınavdan allah’ın yardımıyla daha güçlü, kişiliği oturmuş ve öz güvenli çıkacağız.
    Suçu başörtüsü videosuna gelen yasak taraftarlarının yorumlarına bir göz at istersen. Entelektuel olarak, kalben ve zihnen ne kadar körelmiş, acınacak halde yazılar geliyor. Böyle olmamak bile başlı başına bir nimet, allahın lutfu bizim için diye düşünüyorum.

  9. Yazan:Rakaful Tarih: Kas 16, 2009 | Reply

    Bu konuda söylenecek o kadar çok şey var ki, ne söylemeye takatimiz var ne de söylediklerimizi Müslüman kardeşlerimizin dinlemeye takati var…Hele kafirlerin ve münafıkların dinlemesi, söz konusu bile olamaz.Neyse…

    Öyle bir sıkıntı görmemişliğin rahatlığı içinde yazıyorum, ileri gidersem mazur görün.

    İlk önce, benim örtünme konusunda benimsediğim şekil ve İslâm’ın da muradının zaten bu olduğunu açıkça gördüğüm tavır şudur; başörtüsü tesettürün bir bölümüdür, tesettür ise daha kapsamlı ve geneli ifade eder.O sebeble başörtüsü yerine tesettür ifadesi kullanmayı daha doğru buluyorum.

    İkinci olarak, zulüm gören kardeşlerim elbette haksızlıklara maruz kalmışlardır, adı üstünde zulüm görüyorlar.Ama bu işin bir de bize çıkarılması gereken faturası var.Şu anda da olduğu gibi, ümmet -sayısının çokluğuna rağmen- hala bir korkak tavuk gibi haktan kaçmaya çalıştıkça, ne tesettür sorunu çözülür ne de zulüm gören diğer insanların sorunları çözülür.Evet bu konuya ve diğer konulara ümmet açısından baktığımızda, çok büyük bir korkaklık görüyoruz.Eğer korkaklık olmasa idi ve İslâm’ın şeref ve izzetini savunacak Allah erleri olsa idi, ne tesettürlü kardeşlerimiz zulüm görürdü ne de bir başkası…Evet bütün sorun korkaklıkta, ümmetin korkalığında…

    Peki korkaklığın sebebi nedir?

    Korkaklığın sebebi ise, iman ettiğini sanıp iman etmemek ya da iman ettiği halde imanını; ruhuna, aklına, vicdanına ve cesedine yedirememek.Yoksa imanı olanın imkanları asla tükenmez.İmkan demek para demek değildir, imanı olan parasız da imkanlar bulur.Bunun örneği ve örnekleri tarihte vardır.O örnekleri kendimize rehber edinirsek, hangi sıkıntımı çözülmez ki?Evet Müslümanlarının sıkıntılarının çözümleri, kesinlikle Saadet Asrı’ndadır.O asır bütün dertlerimize devadır.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin