RSS Feed for This Post

İslam Metafiziği, Tasavvuf ve İbn-i Arabî Bölüm 1

Sunuş:

Bu yazı dizisi İslam metafiziği, tasavvuf ve İbn Arabî ontolojisini ele almayı amaçlıyor. Bu anlamda oldukça zor bir işe kalkıştığımı biliyorum. Çünkü konunun uzmanı olmamanın getirdiği dezavantajların, yazıda bir takım hatalara yol açacağını öngörmek zor değil. Ancak, modern anlayışın dayattığı uzmanlık fetişizmine karşı olan bir insan olarak, konunun uzmanı olmamanın getirdiği bir takım avantajların da olduğunu, belki bu avantajların, dezavantajları dengeleyebileceğini umut ediyorum.

Okuma anlayışı olarak çok kapsamlı, çok yönlü bir okuma pratiğine sahibim. Örnek olarak İbn Arabî ile Heidegger’i, Dostoyevski ile Hafız’ı, Bhagavad Gita ile Kur’an-ı Kerîm’i aynı düzlemde ve paralel okumanın getirdiği bir takım avantajlar da olabileceğini düşünüyorum.

Bilginin önünde sonunda bir merkeze ircâ etmedikçe faydalı olmadığını düşünen birisi olarak o merkezi önemsiyor ve tüm bilgilerimi o merkeze akıtmayı amaçlıyorum. Bu merkezin İslam ve tasavvuf olması, bu yazı dizisinin benim nezdimde sorumluluğunu ve zorluğunu daha da artırır mahiyette.

Amacım, İslam metafiziğini, İslam filozoflarından, kelamcılarından kısa örneklerle ele alıp, tasavvufun ve özelde de İbn Arabî’nin ontolojisine gelebilmek. Bu anlamda bu yazı dizisi, benim için sadece teorik bir metafizik tartışması yapmayı değil, aynı zamanda günlük hayatta pratiğini yaşatmaya çalıştığım bir vicdan ve demokratlık ontolojisi kurmanın da nüvelerini ortaya koymayı amaçlıyor. Bu anlamda İslam metafiziğini ele alırken kaçınılmaz olarak karşılaştırmalı bir yöntem izlemeyi amaçlıyorum. Özellikle tasavvufu ve İbn Arabî’yi ele alırken, Batı’da 20.yy varoluşçuluğuyla ve özellikle Heidegger ile bağlantı kurmak kaçınılmaz olabilir. Yine Derrida’nın “dekonstrüksiyon”u ile İbn Arabî’nin nezdinde ezeli hikmet (ya da Batıda bilinen haliyle ‘philosophia perennis’) ilişkisini ele almak gerekiyor. Yine hayatımda en değer verdiğim konulardan olan sanat ile tasavvuf ilişkisinin mahiyetini ve ufuklarını anlamaya çalışacağım.

İnşallah Allah utandırmaz…

İslam Metafiziğine Kısa Bir Bakış:

Metafizik, Arapça felsefe literatüründe mâ ba’de’t-tabiâ (tabiatın ötesindeüstünde olan), el-felsefetu’l-ûlâ (ilk felsefe), ilâhiyyât hatta hikmet isimleriyle adlandırılmıştır.(1) İslam filozoflarının metafizik ile ilgili görüşlerine Aristo’nun “Metafizik” kitabının önemli katkıları olmuştur. İslam filozofları kendi metafizik anlayışlarını geliştirirken Aristo’yu eleştirel olarak ele almışlar, kimi onun yörüngesinde kalarak, kimi de onun fikirlerini kökten eleştirerek bir İslam felsefesi geleneği geliştirmişlerdir. Yeni Platonculuğun Aristo kadar etkisi olmasa da yine de belirli noktalarda etkisinin olduğunu söyleyebiliriz.

El Kindî “ilk felsefe”yi tüm hakîkatin illeti olması bakımından ilk Hakkı ele alan bir ilim olduğunu ve bu anlamda bir şeyi bilmenin onun illetini bilmekle aynı olduğunu söyler. “Fi’l-Felsefeti’i-Ûlâ(İlk Felsefe Hakkında) adlı risalesinde madde ve harekete sahip olan varlıklarla, bunlara sahip olmayan gayri maddi varlıklar arasında bir zıtlık olduğunu söyler. Bu risalede “İlk İllet” denen kavram diğer tüm şeylerin illetidir. Bu illiyet bağını ise yaratma (ibdâ) ve sudûr (feyz) olarak tanımlar. (2)

Farabi, metafiğizin “mevcûdatı” fiziğin bakış açısından farklı bir bakış açısıyla araştırdığını söyler. Ancak bu anlayış, Aristo’nun anlayışının yetersizliğine vurgu yaparak bu anlayışı geliştirmeyi amaçlar. El- Evvel, Farabi’de tüm varlıkların kaynağıdır. Tüm varlıklar ve evren, El-Evvel’den sudûr ( akma veya taşma) ismiyle ifade edilen bir süreç yoluyla ortaya çıkarlar. Farabi’nin Aristo’ya yaptığı temel itiraz onun “şemasının” semâların varlığına değil hareketine işaret ettiğidir(3). Farabi’nin sudûr şeması ile Aristo’nunkinin birbirinden çok farklı olduğunu söylemekle yetinelim.

İbn Sinâ için metafizik ilminin anlamı diğer ilimlerle ilişkisinde ortaya çıkar. Ona göre metafizik bir ilim olarak kendi alanını düzenlemekle kalmaz; aynı zamanda diğer ilimlerin ‘mevzularını” tespit eder. Yani metafizik, bir taraftan kendi mevzusu, ilkeleri ve yöntemi olan bir ilimken, diğer taraftan diğer ilimlerin ilke ve yöntemlerini tanzim etmesi açısından bir ilimdir. (4)

İbn Sinâ’ya göre metafiziğin mevzusu Tanrı değildir. Çünkü onun çizdiği “mevzu” tanımı, kanıtlanması gerekmeyen veya doğruluğu herkes tarafından “a priori” kabul edilen şey anlamındadır. Ona göre Tanrı’nın varlığı herkes tarafından kabul edilmez. Öyleyse bir ilim olarak metafizik kurulacaksa mevzu olarak başka bir şey seçilmelidir. İbn Sina’ya göre  metafiziğin mevzusu “varlık”tır.(5)

İbn Sinâ’nın daha sonra sûfiler tarafından ele alınacak olan “varlık olmak bakımından varlık” araştırması bu açıdan önemlidir. Fiziksel bilimlerin konusu olan varlık yerine, “kendiliğinden varlık” anlamına gelen bu varlık tanımı sonraları Kant’ta da “kendinde şey” olarak ortaya çıkacaktır.

Ancak, İbn Sinâ, varlık anlamına gelecek terim olarak “vücûd” kelimesini değil de “mevcûd” kelimesini kullanır. Bu konuya Toshihiko Izutsu bazı eklemeler yapar. Izutsu’ya göre, İslam filozofları “vücûd” problemine Yunan felsefi geleneğinden hareketle yaklaştıkları için bu filozoflara göre vücûd ya da varolma fiili anlamına gelen “varlık” ancak “arızî ve izafî” manada bir varlığa işaret eder. Yani bu felsefecilerin temel sorunu, vücûddan çok mevcûttur. Yani varolma fiilinden çok varolan somut bir nesne ele alınmaktadır. (6),(7)

Izutsu, İbn Sinâ’nın “varlığın arızî ve izafî olduğu” tezini şöyle açıklar : Bu meşhur tezin İbn Sinâ’ya atfı, önce İbn Rüşd tarafından, daha sonra da Batı’da İbn Sinâ’yı anlama konusunda İbn Rüşd’ü takip eden Thomas Acquinas tarafından yapılmıştır. İbn Sinâ’nın görüşleri konusunda bugün bildiklerimiz ışığında söyleyebiliriz ki, onların anlayışı yanlış bir yorumdan ibarettir. Fakat İbn Rüşd ve Thomas’ın İbn Sinâ’nın yaklaşımı konusundaki yanlış yorumları, sadece Doğu’da değil aynı zamanda Batı felsefesi tarihinde de çok önemli bir rol oynamıştır. İbn Sinâ “varlık”ın mâhiyetin bir arazı (yani niteliği) olduğunu ileri sürmüştür. (8)

Izutsu, “İslam’da Metafizik Düşüncenin Temel Yapısı” adlı çok önemli makalesinde verdiği bir örnekle İbn Rüşd’ün yanlış anladığı varlık anlayışını detaylıca açıklar. İbn Sinâ’ya göre  mesela “masa kahverengidir” önermesi ile “masa varlıktır” önermesi (masa vardır anlamında) karşılaştırıldığında günlük hayatta kullanacağımız ikinci önermede “varlık”ın masanın bir sıfatına işaret ettiğini görebiliriz. Yani yüklem bir sıfattır bu cümlelerde. Yani İbn Sinâ’nın, varlığın öz ya da cevherin bir arazı olduğundan söz etmesi ancak bu şekilde mümkündür. Yani varlığın araz olduğunu ifade etmek ancak gerçekliğin mantıksal ve gramatik düzleminde anlamlı hale gelmektedir. İbn Rüşd ile Thomas Acquinas ise bunu böyle anlamak yerine, yani gramatik ve mantıksal düzlemde anlamakla birlikte, nesnel olan dış dünyanın gerçekliğinin yapısının kendisinde de gerçekleştiğini düşünmüşlerdir. Onlara göre İbn Sinâ’nın “varlık” anlayışı, yüklemsel ve kategorik bir araz olmaklık bakımından anlamlıdır. Bu anlayışın getirdiği sonuç ise gerçekten biraz tuhaftır. Yani masanın kahverengi olmazdan önce var olması gerektiği gibi, varlık olmadan önce de varolmalıdır. Aslında, bu İbn Rüşd ve Thomas Acquinas’ın İbn Sinâ’ya yaptıkları eleştirinin de özünü oluşturmaktadır. (9) 

İşte, İbn Rüşd ve Thomas Acquinas’ın “yanlış anladıkları” İbn Sinâ’nın varlık anlayışı, sonraki zamanlarda özellikle sûfilerde yankı bulacaktır.

Bu görüşleri şimdilik erteleyerek İbn Sinâ’ya devam edelim. İbn Sinâ, zorunlu ve mümkün varlık diye iki kategori tanımlar. Zorunlu varlık, mümkün varlıkın varlık sebebi olarak öne çıkar İbn Sinâ’da. Tanrı, İbn Sinâ’da “Sırf Varlık” olarak adlandırılır.

İbn Sinâ, Tanrı’yı mutlak iyi olarak tanımlar. Varlığın iyi, kötülüğün ise yokluk anlamına geldiği bir varlık görüşünün doğal sonucudur bu aslında.

İbn Rüşd ise Aristo metafiziğine bağlı kalarak, İlk Muharrik (yani Tanrı’nın) varlığına dair tek ispatın, Aristo’nun “hareket” delili olduğunu, İbn Sinâ’nın sadece hareketi değil semavi cisimlerin varlığını da gayri maddi akıllardan çıkarma teşebbüsünün reddedilmesi gerektiğini ifade eder. (yukarıda belirttiğimiz Izutsu’nun yanlış anlaşıldığını iddia ettiği bir İbn Sinâ yorumuna itiraz olarak!) Farabi ve İbn Sinâ’da olduğu gibi İbn Rüşd’e göre de İlk Muharrik ile doğal alem arasında semavi cisimler adı verilen aracılar vardır. İlk Muharrik’e “benzeme” arzuları tarafından harekete geçirilirler.(10) (bu konu tasavvufta bir başka şekilde ele alınacaktır)

İbn Rüşd, İbn Sinâ’nın aksine sudûr nazariyesini reddeder. Ona göre sudûr’un kabul edilmesi, başka bir şeyden kaynaklanan bir şeyde “bilkuvveliğin” kabul edilmesi anlamına gelir. O ayrıca ilk semanın muharrikinden farklı  ve onun üstünde bir El-Evvel varlığını reddeder. Kimi yorumculara göre, İbn Rüşd’ün İbn Sinâ’nın sudûr nazariyesini ve vacib ve mümkün varlıklar ayrımını reddetmesinin sebebi, Aristo’cu olması değil, âlemin kıdemi ve hareketin önceliği kaideleri sebebiyledir. (11) Kısaca İbn Rüşd’de ezeli bir Tanrı ve Ezeli bir alem ilişkisinin zorunlu ilişkisi ezeli harekettir.

İslam düşüncesinde filozoflara karşıt olarak ve genelde onlarla tartışmalar içinde olan bir kelâm ekolü vardır. Kelâm ilmi, basitçe tanımlarsak inanç esaslarının aklî yöntemlerle açıklanması amacını güder.(12) Aslında, yöntemleri ve ilgilendikleri konular açısından İslam felsefesi ile kelâm iç içe geçmiştir.

Tanrı tasavvuru, Tanrı- alem ilişkisi konusu İslam düşüncesinde felsefecilerle kelâmcılar arasındaki tartışmalar birçok itikâdi mezhebin doğmasına yol açmıştır.

Mu’tezile, akılcı kelâm sistemi olarak bilinir. Temel olarak akla verdiği aşırı önemle bilinir. Temel fikirleri olarak Adalet ve Tevhid sayılabilir (aslında burada detaylarına giremeyeceğimiz 5 umdesi vardır). Tevhid prensibi Allah’ın zatının sıfatlarıyla aynı olduğunu iddia eden bir prensiptir. Bu prensip başta Eşarilikten olmak üzere bir sürü tepki almıştır. En önemli eleştiri, bu prensibin, Allah’ı muhtevadan soyutlayarak O’nu dini şuur için yetersiz hâle getirmesidir (Fazlurrahman). Adalet prensibi ise Allah’ın mutlak kudretini sınırlandırdığı gerekçesiyle eleştirilmiştir.

Kelâmcılar genel olarak kâinatla devamlı ilişki içinde olan bir Ulûhiyyet anlayışını savunmuşlardır. Eşarilikte, bu mutlak kudret ve irade sahibi kadir-i mutlak bir Allah anlayışına zemin hazırlarken, Mu’tezile için “kadir-i mutlak” bir Allah anlayışı, Allah’ın adaletine darbe vuracak bir anlayıştır.

Mu’tezilîler “Kul, kendi işini kendi yaratır. Böylece o hükümlere muhatap ve mükellef olur. Kulda bulunan, kendi işlerini yapacak gücü, Allah tarafından yaratılmış ve kula verilmiştir.” derler (13) Fiilerimizde irade hürriyetine sahip olduğumuz ve fiillerimiz üzerinde kudret sahibi olduğumuz hususu Mu’tezilîlerin adalete olan bağlılıkları ile ilgilidir.  

Eş’ariler ise fiillerde tevhid inancından yola çıkarak, vücûdda(varlıkta) Allah’tan başka bir yaratıcı olmadığını söylerler. “İnsanlar ve onlardan ortaya çıkan eylemler, Allah’ın yarattıklarıdır, bu yüzden insanların kendi fiilleri üzerinde kudretleri yoktur.”(14) Kısaca Eş’ariliğin kader inancı için “kulda görülen işleri, Allah yaratar. Kul, sadece cüz’i iradesiyle o işi kesbeder. Kul; “kesb”i sebebiyle mükellef olur. Sevaba erer veya cezalandırılır” denebilir .Bu anlamda Eş’ariliğin, tevhid inancını korumak adına Cebriyye’ye yaklaştığını söyleyebiliriz. Ancak tam anlamıyla bir Cebrî düşüncede de olmadığını söyleyebiliriz.  

Ancak kader konusunda İslam dünyasında da Sünnilikte de görüşler bunlardan ibaret değildir. İmamiye Şîası ve Sünnî ekol içinde Matürîdilik bu anlamda Mu’tezile ile Eş’ari arasında bir orta yol çizer. “Matürîdîler ise bu mevzuda, Allah’ın, bütün varlıkları yarattığını, kâinatta mevcut olan herşeyin, Allah’ın mahluku olduğunu, Allah’ın hiçbir ortağı bulunmadığını, yaratmayı O’ndan başkasına nisbet etmenin, O’na ortak koşmak olduğunu, bunun ise hiçbir zaman kabul edilemeyeceğini ve akla sığmayacağını beyan etmişlerdir. Allah’ın hikmeti ancak kulun, cüzî iradesiyle yapacağı hayırlı şeylerin sevap olacağını, yine cüzi iradesiyle yapacağı kötü işlerin günah   olacağını gerektirmektedir. Allah’ın hikmeti yanında, adaleti de bu durumu gerektirmektedir. Böylece, Allah’ın, ‘Sizi de, yaptıklarınızı da, yaratan Allahtır.’ kelamı mucibince kulların işlerinin Allah tarafından yaratılmış olduğu ortaya çıkmaktadır. Eş’ari’ye göre kesb (kazanma), Allah tarafından yaratılan işle, kulun ihtiyarının  (seçmesinin) birleşmesidir.    Fakat kulun    bu kesbde hiçbir etkisi yoktur. Matürîdî’ye göre kesb (kazanma), Allah Tealâ’nın kula verdiği bir güçle yapılır. Matürîdî’ye göre kul, Allah’ın onda yarattığı bir güçle herhangi bir işi yapabilir veya yapmayabilir. Kul hürdür, bir işi yapmada seçme yeteneğine sahiptir.”(15)

Kelâmcılara göre, filozoflar Tanrı ile “oluş ve bozuluş” alemi arasındaki ilişkiyi kesmiştir. Çünkü Tanrı’yı hareketten korumak maksadını güderler. Kelâm alimleri, Allah ile kâinat arasındaki ilişkiyi ilâhî isim ve sıfatlar yoluyla kurar.

Tanrı’nın sıfatlarının hangisinin öne çıkarılacağı sorunu bu aşamada önem kazanmaktadır. İslam filozoflarına göre Tanrı’nın bilgisini ve hikmetini öne çıkaran tasavvur önemlidir. Tanrı, alemi bir gaye için ve belirli bir nizama göre yaratmıştır. Bu düşünce “nedensellik” diye adlandırılır. Ancak bu düşüncenin Allah’ın fiilerinin de bir şekilde sınırlandırılması olduğunu düşünebiliriz. Kelamcılar filozofların bu görüşlerine karşıt olarak Tanrı’nın kudret ve iradesini öne çıkarır. Hiçbir şey – kendisinin koyduğu nedensellik bile – Tanrı’nın kudretine sınır koyamaz (bir anlamda Mu’tezile ile Eşari arasındaki tartışma burada felsefeciler ile kelamcılar arasındaki bir tartışma olarak da yansıyor) Mu’tezîle’nin ve filozofların Tanrı’nın kudretine sınır getiren görüşlerine, Eşarî kelamcıları ile birlikte bir takım sûfiler de karşı çıkmıştır.

Bu anlamda Eşarîlik, mutlak kudret sahibi Tanrı anlayışıyla İslam filozoflarının determinist alem anlayışlarını reddetmiş ve bunun yerine Allah’ın kudretiyle çelişmeyen “âdet” teorisini yerleştirmişlerdir. (16) Buna göre belirli bir olayın ardı ardına gelişmesi Allah’ın bu olayları ardı ardına yaratması, yani âdet ile ilgiliydi. Gazali bu anlamda nedenselliğin en büyük eleştirmenlerindendir.

Kısaca Allah ile âlem arasındaki ilişkiyi ele almamız, sonrasında tasavvuf ile İbn Arabî’nin görüşlerini ele alırken bize yardımcı olacaktır. Allah, Kur’an-ı Kerîm’de , kendisini hep belirli fiil ve isimlerle anar. O, Rahman’dır, Rahim’dir, Vedûd’dur, Kâdir’dir, Gafûr’dur vesaire. Yani Allah kullarına kendisini açarken, onların anlayabileceği fiil ve isimler kullanır. İşte bu kelamcıların, filozofların ve mutasavvıfların üzerine çok fazla düşündüğü bir alandır. Allah ile insan ve âlem arasındaki ilişkiyi bu isimler ve filer üzerinden anlamamız gerekir bir anlamda. Bu noktada sûfilerin tezlerini ele almadan önce tasavvufta, en çok tekrar edilen hadisten bahsetmek gerek.

“Allah, Âdem’i kendi sûretinde yarattı” veya “Allah, Âdem’i Rahman sûretinde yarattı” (Eski Ahit’te de Allah’ın insanı kendi sûretinde yarattığı ile ilgili bir ifade yer alır. Tekvin 1:26 ) şeklinde ifade edilen hadis (Buhari ve Müslim’de geçer) sûfilerin Tanrı tasavvurunda önemli bir anlam ifade eder. Kelamcılar bu hadisi farklı tevil ederken, sûfiler ise başka şekilde yorumlarlar. Kelâmcılara göre “muhalefetün li’i-havadis” sıfatı, Allah ile yaratılmışların arasını kesin bir şekilde ayırır (17)

Bu bölümün sonunu, bu hadise getirilen yorumların kelâmcılarla mutasavvıfların arasındaki tartışmaların en önemlilerinden birisi olduğunu söyleyerek getirelim. Bundan sonraki bölüm tasavvufî görüşün bu konularda söyledikleri üzeirne kısa bir giriş olacak.

 

  1. İslam Felsefesi Tarihi – Oliver Leaman, Seyyid Hüseyin Nasr  Cilt3
  2. A.g.e.
  3. A.g.e.
  4. İlâhî İsimler Teorisi: Allah – İnsan İlişkisi – Abdullah Kartal
  5. A.g.e.
  6. A.g.e
  7. İslam Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler – Toshihiko Izutsu
  8. A.g.e.
  9. A.g.e.
  10. İslam Felsefesi Tarihi – Oliver Leaman, Seyyid Hüseyin Nasr  Cilt3
  11. A.g.e
  12. İlâhî İsimler Teorisi: Allah – İnsan İlişkisi – Abdullah Kartal
  13. İslam Felsefesi Tarihi – Oliver Leaman, Seyyid Hüseyin Cilt 2
  14. İslam Felsefesi Tarihi – Oliver Leaman, Seyyid Hüseyin Cilt 2
  15. Mezhepler Tarihi – Muhammed Ebu Zehra
  16. İlâhî İsimler Teorisi: Allah – İnsan İlişkisi – Abdullah Kartal
  17. A.g.e

Trackback URL

  1. 10 Yorum

  2. Yazan:dusunceler Tarih: Şub 28, 2009 | Reply

    Eline saglik Enver Hocam, çok güzel bir yazı.. Devamini merakla bekliyorum.

    —-

    Bir ara nedensellik meselesine ciddi şekilde kafayi takmıştım. Zannederim felsefenin en çetin problerinden birisi bu. (Bu linkte güzel bir makale var, konuya meraklı olanlar mutlaka okumalı.)

    İnsan, hiçbir nedensel süreci, yani tabiat kanununu, herhangi bir tecrübeye dayanmadan (non-empirical), sadece aklıyla bulmamış. Tamamı tecrubîdir bulduklarının. Öteden beri varolup duran ama neden varolmak zorunda olduğu açıklanamayan ve determine edildiği şekliyle niçin süregittiği asla ispatlanamayan şeyler serisidir; tabiat kanunları ve insanın bunları keşif macerası.

    Hume’un konu hakkındaki çaresizliğini anlattığı şu satırlar ne kadar manidar: “Zihin, sonucu olarak sözkonusu nesneye atfedilen bazı olayları kurgulamalı veya tahayyül etmelidir: Ve bu kurgunun tamamen keyfi olması gerektiği açıktır. Zihin sonucu hiçbir zaman öngörülmüş sebepte bulamaz. Çünkü sonuç sebepten bütünüyle farklıdır ve sonuç olarak, asla onun içinde keşfedilemez.” (D. flume. An Enyuiry Concerning Human Understanding.)

    Yani, linkteki makalenin yazarı fizikçi Yamina B.Mermer’in deyişi ile “Descartes, hiç hayatında çiçek görmeseydi ve ona bir çiçek tohumu gösterilseydi, ” O tohum çiçeğe dönüşecektir” hükmünü hangi rasyonel yasaya göre bulacaktı?”

    B.Mermer’in bahsettiği şey, tohuma bakarak, sadece rasyonel düşünce ile, -daha önce hiç çiçek görmediğimizi kabul edersek- onda çiçeğin herhangi bir özelliğini göremeyecek ve aralarında herhangi bir biçimde neden-sonuç ilşkisi kuramayacak olmamız. Mesela Russell da tümevarımın ispatlanmaması ve bunun olası sonuçları için “yarın güneşin doğması için hiçbir sebep yoktur, doğmayabilir de hiçbir garantisi yoktur” demesi de aynı şeye dayanıyor.

    K.Poper’da bu tümevarım meselesinin içinden çıkamamış ve tümevarım için, “doğruluğu ispatlanamaz, yanlışlığı ispatlanabilir,ama şimdiye kadar kimse yanlışlığını ispatlayamadığı için geçici olarak doğruluğu kabul edilir” demek zorunda kalmış. Böyle çetin bir sorunsal.

    Rasyonalizm ve materyalizm yine kendi kabullerinden hareketle öyle bir çukura düşmüş oluyor ki, tüm ‘bilimsel bilgi’ büyüsü önemsizleşiyor. Öyle ya, herhangi bir neden-sonuç zorunluluğu ispatlanamıyor, sadece öteden beri böyle devam ettiği için ‘doğruluğu kabul edilebiliyor’ ise hangi bilgi-deney-tecrübe bizatihi ‘önemli’ olarak kalabilir ki? Hangi materyalist kabul bu yakıcı gerçeklik karşısında çaresizleşmez?

    Buradan bir müslüman olarak ben, bana müthiş bir entelektüel üstünlük ve özgüven sağladığına inandığım, İslam’ın varlık tasavvuruna geliyorum. İslam’a göre Kayyum olan Yaratıcı kainata her an “yaratma” fiili ile müdahale eder. Tüm bu nedensellikler de dahil herşey O’nun iradesindedir ve O’nun kudretiyle her an yaratılmaktadır. Tümevarımın ispatlanamamasındaki gizem de bana göre buradadır. Ve bakmasını bilen, gözleri bağlı olmayanlar için için bu Yaratıcı’nın varlığına ve (O’nun deist değil teist anlamda) bir müdahil olduğuna ilişkin çok sağlam bir delildir.

    Tam burada, filozofları biraz haksız yere eleştirdiğini (bu eleştirilere İ.Rüşd çok güzel cevap vermiştir) düşünsem de Gazali’yi rahmetle ve minnetle anmak gerek ki bugünkü bilimin kuantum bağlamında geldiği noktayı o, yaklaşık 10 asır önce küçük farklılıklarla formule etmiştir neredeyse.

    Aklediyorum, inanıyorum teslim oluyorum. İşte huzur bu..

    TSD.

  3. Yazan:Mustafa Tarih: Şub 28, 2009 | Reply

    Efendim. Yazinizi cidden güzel. Cok özden gitsede bircok cekirdek konulari dile getirdiniz. Kelam ilmi ve felsefe cok zor ve güc ilimlerdir. Bilmek ve anlamakta cok farklidir. Eflatunculuk ve Aristo felsefsini iyi bilen yeni-eflatunculuga yaklasabilir. Yeni-Eflatunculuk ise genis yelpazesi vardir. Farabi ve Ibni Sina yeni-eflatuncu diyebiliriz. O akimda kendilerine has yollari vardir. Yeni Eflatuncular
    Aristoya ve Eflatuna onlarin felsefelerinden degil kendi felsefelerinin ölcülerinden bakarlar ve “dogru felsefenin” onlarda oldugunu iddia ederler. Ibni Rüsd ise aristocu olmak arzusunda ama tam olarak ne aristoculuga kavusabildi nede tüm olarak yeni-eflatunculuktan uzak durabildi. Aristo ve Eflatunculuk rönesansdan sonra yavas yavas ortaya cikarildi.
    Sizin kullandiginiz dil oryantalistlerin dilidir. Onlarin terimlerini kullaniyorsunuz. Kelam ilminin en azindan itikadi konularda kendine has dili, terimleri uslubu vardir. Onlara uymak ve saygi göstermek bir müslüman icin gerektir. Sadece saygidan degil. Felsefi terimleri akaide cogu zaman yetersiz kaliyor. Yanlis anlamalara sebeb oluyor.
    Mesela metafizik,teori, mistik ve bircok diger kelimeler uymuyor mana bakimindan. (Sadece bu degil. Öyle yazarlar varki itikadi konularinda bir akideye “teori” kelimesini kullanir).Bunun yaninda Kelami tamamen “Islam düsüncesi” icinde görmek mümkün degildir. Müstesrikler genelde dil ilimlerinden gelmekteler ve felsefi ve teolojik ilimlerinde derinden bilgilere sahib degillerdi ve israr ederler islami kelimeleri “tercüme” etmeye.(Budistlikte bunu yapmiyorlar). Tercüme edlien kelimenin manasi hiristiuyan dininden veya cesitli felsefik akimlerin manalarindan renkler almakta. Okuyucu kelam alimlerinin anlatmak istediklerinden yer yer uzak kaliyor. Sonra öyle kelimeler kullaniliyorki sasmamak elde degil: “Tanri tasavvuru”. Tasavvur kelimesi burda kulllanmak uygun degil.

    MUstafa Sabri Efendi ve Harputlu Ishak Efendi son devir Kelam alimlerinden idiler. Onlardan bu yana genis capta Kelam ilmi henüz hiz kazanmadi (su an). Islami ilimlerin canlanmasinin ilk devrlerinde degil sonraki devrlerde kuvvet ve hiz kazanirlar. Su an enkazlari kaldirma isleri var. Kelam devri su an gelismis degil. Imam Maturidinin KItab ut Tevhid daha birkac sene evvel Türkceye tercüme edildi. Imam Esarinin eserlerinin sadece birkaci basildi simdiye kadar.
    “Esarilik” ve “Maturidilik” denilen “ehl-i sünnet”dir. Aralarinda akaidde mahiyet bakimindan fark yoktur. Ehl-i sünnet herhangi bir akimmis gibi yazmamiz mümkün degil. “falan ve filan akimin ortasinda gitti” veya “su veya bu akima yaklasti…uzaklasti…” gibi cümleler birsey izah etmiyorlar. Eger asil özellikler dile getirilmedikce. Reformculara cevab veren Mustafa Sabri Efendi yaziyor : “Islam akil dinidir.” Bunu anlayabilmek icin Imam Gazalinin itikadda iktisat kitabini iyi bilmek lazim. Orda Imam yaziyor akil ile nakl bir birliktir. Bu birlik akila set cekmiyor akili ikinci plana itmiyor. akil nakil catismasi hiristiyanlikta var. Akil burda hangi akildir? Insan akli dünya hayatinda cesitli engeller ve nüfuzlar icindedir. Hayal, vehim, unutkanlik, his organlari, nefsi duygular vesaire vesaire bircok perdeler ve etkiler icindedir. Bu etkilerden nufüzlardan – mesela ahiretde – kurtuldumu akil saf ve asil halde olacak. Saf ve selim akil dinidir Islamiyet. Tasawwuf akli selim olan akla yaklastirmaktadir. Peygamberlerde selim akil olur. Bizdeki dünya sartlari icindeki akil Islam dini ile yol bulur. Felsefeciler ve mutezililer dünya sartlari icindeki akil ile o akillar akli olarak ulasilamiyacak konularda mutlak hükümlere vararak yanlis yollara saptilar. Ehl-i sünnet rasyoneldir onlara ise rasyonalist demek belki mümkün.

    Nedensellik ile kasdiniz tabiatdaki nedensellik. Fikri nedensellik ise aklin temel kurallarindandir. Tabiatdaki nedensellik tabiat felsefesi ile alakalidir. Insanlar hep Fen ilimlerin parcasi zan etmislerdi genelde. Öyle sey yok. Tabiat nedenselligi isbat etmek mümkün degildir. Bunu sadece Imam Gazali demiyor. Ehli sünnetde temel bilgilerdendir. Ilahi adetler sözkonusu zaruri determinist tabiat kanunlari yoktur. Kritik rasyonalizm bu konuda yakindir bize. David Hume hakeza.

    Ibni Arabi tasawwufi eserlerini halka yazmadi. Üstelik kaynagi fikir degil kesfdir. Icinde kalbinde buldugu anten gibi kalbinde kavustugu bilgileri kelime ve cümle kaliplarina dökmek ile aks etmesi. Bu bilgiler felsefi degildir. Saf DÜsüncenin ürünü degildir. Dolayisi ile onun “görüsleri” söz konusu degildir.

    Baska konularda insallah diger bölümleri okuyunca yazmak herhalde daha münasib olur.

  4. Yazan:eg Tarih: Şub 28, 2009 | Reply

    öncelikle iki değerli yorumcuya, hem sevgili dostum suat hocama hem de mustafa beye teşekkür ediyorum.
    bu yazıları açıkçası bir korku içinde yazdım. çünkü mustafa beyin dediği gibi işin terminolojisi dahi bir sorun oluşturabilir. ancak niyetim benim görüş açımdan benim için çok önemli olan tasavvuf (özelde ibn arabi) ontolojisini ele almak. bu açıdan başlangıçta kısaca kelam ve felsefecilerin metafizik konusundaki kısa görüşlerine yer vermek gerekiyordu. açıkçası bu bölüm bir giriş mahiyetinde oldu ve benim yazacağım diğer yazılar içinde de “kuru” dile sahip olanıdır. bundan sonra tasavvufun ontolojisi ve sonra da detaylıca ibn arabi’nin ontolojisini karşılaştırmalı olarak ele almayı düşünyorum. niyetim oryantalist bir dil kullanmak deil, eğer öyle olduysa da benim hatama verin. bundan sonra kullanacağım katynakların bir kısmı izutsu’nun yazdıkları, bir kısmı afifi ve konevi’nin fusus ve ibn arabi şerhleri, bir kısmı da fusus’un kendisi olacaktır. hatalar için herkes mazur görsün lütfen.
    bu arada mustafa beyin yaptığı bir eleştirinin önemli olduğunu düşünüyorum. ibn arabi düşüncesi olmaz, bu keşftir diye. elbetteki öyledir vebundan sonraki yazılarda bu keşfin mahiyetini kısaca elden geçirmek istiyorum. amacım tasavvufi tecrübenin bilinerek tecrübe edileceğini iddia etmek değil elbette. ancak en azındna literal manada bir bilgi verebilmek ve benim bu konudaki yorumlarımı aktarabilmek. okuyan dostlara sadece şunu söyleyeyim: islam dini ve tasavvuf benim için hayatımı, görüşlerimi ve sanat düşüncemi yönlendiren başlıca şeyler. bu yüzden böyle bir konuyu ele aldım. ama dediğim gib asla hatalardan azade değil. hatta hayati (ölümcül) hata bile yapabilirim, ama inanın bana niyetim sahih.

    sevgiyle
    enver

  5. Yazan:eg Tarih: Şub 28, 2009 | Reply

    bu arada mehmet, resim olarak deniz ve dalga resmi kullanmış. bu mutasavvıfların kullandığı çok önemli simgelerdendir. bence çok ama çok güzel bir resim olmuş. teşekkürler.

  6. Yazan:arif Tarih: Mar 2, 2009 | Reply

    Dalga denizdendir, ama deniz değildir…Tasavvufi öğretiyi İrfanın kapılarını açan bir anahtar gibi algılayabiliriz. Dikkat edilecek olursa, üzerinde derin derin düşünülebilecek bir pencere açıyor bu çalışma. Gerek yazının kendisi, gerekse yapılan yorumlar nasılda kısır bir tartışmanın boyutlarına takılmıyor ve nasıl zarif bir uyarma ve destek kritikleriyle zenginleşiyor. Tasavvufa edep disiplini denmesi boşuna değil. Tasavvufi açılım, ilk adımda okuyarak-yazarak öğrenmeyle; ilmel yakin boyutuyla hayatımıza girecek, inşaallah daha sonrasında hikmet ve irfan boyutuyla diğer mertebelere ulaşacaktır. İbni Arabi; Tasavvufi öğretinin zirve şahsiyeti bu büyük alimin, tam olarak kavranabilmesi için, yerleşik düşünce kalıplarının dışına çıkmak gerekir. Zira yazdıkları Külli akıl ile beslenen ve cüzi aklın sınırlarını aşan şeylerdir. Yani cüzi akılı dalgaya benzetirsek, onun, Külli akıl denizinden bir eser olması, denizin bütününü kuşatmasına yetmez. Dalganın büyüklüğü kadar suyu çekip çevirebilir ancak…İşte bu noktada, İbni Arabi gibi zirvelerin keşif ile ulaştıkları bilgileri, hikmete açık gönüllere ulaştırabilmeleri beklenir ancak. Bu çalışmanın çok ilgi çekmesi temennisiyle Enver beyin nefesine kuvvet diyelim…Ha gayret…

  7. Yazan:MY Tarih: Mar 2, 2009 | Reply

    Sevgili Enver,

    yaziyi koyarken ilk yorum yazan da ben olayim diyordum ama kismet olmadi 🙂

    “uzmanlik fetisizmi” demissin, çok haklisin, büyük tehlike bu. senin cesaretle girdigin bu konularda düsünmek ve tartismak hepimizin boynunun borcu.

    Suat’in isabetli örnekleri bir kez daha gösteriyor ki Hume bile olsa kimsenin elinde sihirli degnek yok, herkes tevazuyla bu sonsuz okyanusun kiyisindaki çakillarla oynamak zorunda, kimse “ben yüzerim, dalarim” diye gezemiyor kolay kolay 🙂

    yazinin devamini merakla bekliyorum, ALLAH razi olsun.

  8. Yazan:dusunceler Tarih: Mar 2, 2009 | Reply

    Enver hocam,

    Alakasız görülebilir, bağışlayın.

    Musa Carullah hakkındaki düşünceleriniz nedir? Onun ‘Evrensel Kurtuluş’ düşüncesi için ne diyorsunuz? Kısaca ve mümkünse biraz kapalı olarak (konu malum) anlatabilirseniz bahtiyar olurum.

    Selam ve sevgiler.

    TSD

  9. Yazan:eg Tarih: Mar 3, 2009 | Reply

    hocam musa carullah’ı çok kapsamlı bildiğimi söyleyemem. afgani, abduh ya da mevdudi okuduğum kadar carullah’ı okumadım. bir zamanlar fikirlerim afgani,abduh fikirlerine çok yakındı ama artık o fikirlerden çok uzaktayım. carullah’ın az çok fikirlerini bilirim. onun ilahi rahmetin herkesi kuşatacağı fikri (yani herkesin inanan ya da kafir ,sonunda mutlaka cennete gireceği diye de yorumlanabilir evrensel kurtuluş düşüncesi) çok tartışılmıştır. şeyhülislam mustafa sabri efendi ile bu konudaki tartışmalarını da biliyorum. açıkçası bu konuda kur’an’dan hem mustafa sabri efendiye, hem de carullah’a destek verecek ayetler çıkarılabilir diye düşünüyorum. ama bu konu gerçekten de çok kaygan bir zemindir, o yüzden bu konuda çok net bir sonuca vardığımı söyleyemem. ibn arabi’nin mesela “dinlerin aşkın birliği” diye yorumlanabilecek yazdıkları vardır. ya da herkesin az çok bildiği fusus’taki hz.nuh ve hz. musa kıssaları(bunları sonraki yazılarda ele almayı düşünyorum). sonuçta ibn arabî nasıl kur’an ayetlerini bildiğimiz tarzlardan çok farklı şekilde tevil etmiş ise, carullah da benzer şekilde bir batınî yorum getimiş olabilir diye düşünyorum. “Allah’ın rahmetinin gazabını geçtiği ” tasavvufun en önemli anlayışlarındandır. ama açıkçası evrensel kurtuluş ile ilgili kendimi bağlayıcı bir fikir ifade etmem gerçekten çok zor. aynen ibn arabî’nin hz.nuh ve hz. musa kıssalarında söylediklerini henüz anlamakta zorlandığım gibi…ama mesela 15 yıl önce ilk defa fusus’u okuduğumda ibn arabî’yi “şirk” ile suçlayan enver gülşen’den, bugün ondan oldukça feyz alan ve islam dininin mevlana ile birlikte özündeki inanılmaz canlılığın ve ruhun (ezeli hikmetin) temsilcilerinden olduğunu düşünüyorum. artık 15 yıl sonra ne olur bilemiyorum:))

  10. Yazan:TSD Tarih: Mar 10, 2009 | Reply

    Tesekkurler Enver Hocam. Ben de sizin gibi dusunuyorum. İlaveten Carullah’ın ve bazı mutasavvıfların dogru bir noktayı vurguladiklarini ama herkesce bilinmesi sakincali hususlarda ‘apacik’ beyanda bulunma hatasina dustuklerini dusunuyorum. Biraz elitist yaklasim gibi olacak ama vaad ve vaitin halk katmanlari nezdinde onemi buyuktur bana gore.

    Hz. Peygamber’in (s) bir kissasi vardir, mutlaka bilirsiniz. Evladini arayan, bulunca da bagrina basan, opup koklayan bir kadini gosterir Hz.Peygamber ve sahablerine -mealen- “Su kadin avladini atase atar mi” diye sorarak devam eder: “Allahin merhameti bu kadinin merhametinden kat be kat fazladir.”

    Biz fanileri, bu gibi konularda kaygilandiracak kadar merhametle donatan, herseyin kaynagi oldugu gibi merhametin kaynagi da O(cc)’dur. Elbette bir bildiği vardır.

    Vallahu aliyyul alem.

    Selam ve sevgiler.

  11. Yazan:Muhsin Eraydın Tarih: Mar 18, 2009 | Reply

    Değerli Arkadaşlar
    Ben ilim adamı değilim dolayısıyla aşağıdaki yazının ilmi bir değeri yoktur. Metafizik ile ilgili olarak doyurucu bir islami yazı aradım, ancak bulamadım. Kalemi yaradan ve ona yemin eden Rabbime sığınarak aşağıdaki yazıyı yazdım. Değerli görüşlerinizi bekliyorum.
    (muhsineraydin@hotmail.com)
    Saygılarımla,

    Muhsin Eraydın

    ———————————————–

    METAFİZİK MESELESİ

    “Metafizik”…Herkes bu kelimeyi kullanır. Önemli olan kelimenin içine
    kullanıcının ne doldurduğudur. Sözlükler “fizik ötesi,fizik dışı”
    der kestirip atar. İman dışlandığı gibi fiziğin ötesi de adeta
    dışlanmıştır. Modern(!) bilimin bu sözcüğün içini ne ile
    doldurduğu şimdilik bizim konumuz değil. Biz burada iman
    ehlinin bu sözcüğün içini ne ile doldurması gerektiği konusu
    üstünde (dilimiz döndüğünce) kısıtlı dağarcığımızla anlatmaya
    çalışalım.

    İman ehli bu kelimeyi kullanırken daha dikkatli olmak zorunda.
    “Gayb” ile “fizik ötesi” ni birbirine karıştırmaması gerekir.

    Öncelikle bu fakir “fizik ötesi” teriminden ne anlıyor. Bunu
    izah edelim:

    Her şeye kadir olan Allah’ın, sınırsız sayıda boyut(alem) yaratmaya da
    gücü yeter. Beş duyumuzla algıladığımız ve içinde yaşadığımız bu
    madde boyutu gibi sayısız madde boyutunun varlığı inkar edilemez.
    Ama diğer boyutları 5 duyumuzla algılayabilmemiz mümkün değil.
    Bu boyutlardan(Allah’ın zatı dışında) 3 tanesi Kuran’da haber verilmektedir.” Melekler”
    “cinler” ve “ruh”. Şimdilik “ruh”dan insan ruhunu anlayalım.
    Rabbimiz “ruh” ile ilgili olarak bize az bir ilim verildiğini bildirmektedir.
    Bu az ilmin kıyamete kadar devam edeceği açıkça anlaşılıyor. Bunun sebebi
    imtahan sırrında saklı olsa gerektir. Diğer madde boyutları ile ilgili ilmimiz
    daha fazla olsa idi, bu ilim bizi otomatik tastike(yakin) götürürdü. İmanın
    bir anlamı kalmazdı. Rabbimiz isteseydi bizleri giderir, yerimize (Allah’ın
    izin verdiği kadarıyla diğer madde boyutlarını da algılayan) melekleri
    getirirdi.

    Fizikötesi(fizikdışı) içinde fiziğin bulunmadığı bir ortam bir alem midir?
    Bana göre böyle bir şey söylemek “yok” demekle hemen hemen aynı manada
    olsa gerektir. Bazı ilahiyatcılar madde boyutunun dışındaki boyutlara “manevi
    alem” demişlerdir. Bu terimde bana göre yeterince açıklayıcı değildir. Bir boyuta
    var diyeceksiniz ancak onun varlığı(Allah tarafından) fizik kanunlarına bağlanmış
    olmayacak. Bu açıklamalar bana olası gözükmüyor. Benim tahminim her boyutun
    kendine özgü fizik,kimya,biyoloji kanunları var. Sınırsız yaratma gücüne sahip
    Rabbim, her boyutun elementlerini farklı, atom yapılarını, molekül yapılarını
    farklı yaratmıştır. Ahiretteki , Cennetteki, cehennemdeki
    yatadılmamız da farklıdır. İçinde yaşadığımız madde boyutunda bir insanı çok değil
    5000 derecelik bir ateşin içine atsanız, 5 duyu ile görebildiğimiz maddeden
    bir kaç saniye içinde eser kalmaz. Cehennemin ateşi kat kat fazla olduğu halde
    sonsuza kadar yanmaya devam etme hali, boyut(yaradılış kanunları) farkındandır.
    Cennette sonsuza kadar yaşlanmama keza aynı nedendendir. Cennet ehlinin
    yaşlanmaması, meyvelerin sürekli devşirilmeye hazır olması , sanki, hücre ölümünün
    (çürümenin) olamadığı bir ortam olduğunu gösteriyor gibi. Bu madde boyutunda sindirim,
    temelde hızlı çürütmeye dayanır. Cennette çürüme yoksa sindirim kanunları da farklı
    olsa gerektir.

    Gayb/ Metafizik farkı: Gayb her şeyden önce içinde bulunduğumuz madde boyutu
    dahil tüm boyutlarda Allahın bize bildirmediği ilim ya da bilgidir. Önümüzdeki
    nesillerin kıyamete kadar (Allahın izin verdiği kadarıyla) elde edeceği ilave ilim
    bizim için gayb’dır. Geçmişte yaşayanların elde ettiği bilgilerin bazıları da bizim
    için gayb olabilir. Rabbimiz binlerce yıl önceki kıssalardan bahsettikten sonra
    “…işte bunlar gayb haberlerindendir…” diyerek bildirdiği kadarını gayb kapsamından
    çıkararak, bildirmedilkerinin gayb özelliğinin devam ettiğini açıklamaktadır. Ashabı Keyf
    örneği bence burada çok kritik bir örnektir. Onların kaç kişi oldukları kıyamete kadar asla
    kesin olarak bilinemeyecektir. (Bunun gerekçesi konumuzun dışında ayrı bir mevzudur.)

    İçinde yaşadığımız boyutta henüz bilmediğimiz , ancak gelecek nesillerin öğreneceği
    ilim “metafizik” midir?
    İçinde yaşadığımız boyutta henüz bilmediğimiz, ancak gelecek nesillerin de (kıyamete)
    kadar asla öğrenemeyeceği ilim metafizik midir?

    İlk soruya rahatlıkla “hayır” diyebiliriz. Yukarıdaki tarifle metafiziği madde boyutu
    farklılığı ile açıklıyorsak, ikinci soruya da “hayır” dememizin yerinde olacağını
    düşünmekteyim. Çünki bu boyuttaki Rabbimizin bildirmediği ilim metafizik değil
    gayb olsa gerektir.

    Madde boyutundaki (bir bilgi değilde) bir ilim, sonradan gaybın konusu içine girebilirmi?
    Bu soruya evet cavabı Kuran ‘da Neml-40. ayette verilmektedir.
    Sebe Melikesinin tahtının göz açıp kapayıncaya kadar getirilmesinin
    Rabbimizin(bildiğimiz anlamdaki) mucizeleri ile hiç bir alakası yoktur.
    Hz. Süleyman molekül transferi olayına ilk defa şahid olsa da , bilge kişi
    (bilim adamı) Allahın verdiği ilimle molekül transferini gerçekleştirmiştir.
    Günümüzde şimdilik bunun gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü;
    ilmin seviyesi şimdilik Hz. Süleyman devrindeki ilime müsavi değildir.

    İlahiyatçılarımızın buyurduğu gibi maddenin ötesi “manevi” midir?
    Diğer bir değişle “maddiyat” karşıtı “maneviyat”mıdır. Bu konu çok
    kritik bir konu olup dikkatle incelenmelidir. Benim gibi bir ilim fakirinin
    bu konunun içinden çıkması çok zordur:

    Görmediğimiz halde görüyormuşcasına,
    duymadığımız halde, duyuyormuşcasına, dokunmadığımız halde
    dokunuyormuşcasına Allah’ inanıyorsak “O” vardır. Onun varlığı “Hak”tır.
    “O” nun tarafından yaratılanlar da “mahlukat”tır. “O” nun Zatını
    inceleme konusu yapmak kimsenin haddi değil, bizim konumuz
    mahlukat. Hangi boyutta olursa olsun yaratılan her şey bir kanunla
    yaratılır. Ve yaratılan her mahlukatın bir terkibi bir madde yapısı vardır.
    Fakat biz kendi 5 duyumuzla bu maddeyi müşahade edemeyiz.
    İşte maneviyat burada devreye girer. Yani maneviyat başlı başına bir
    alem değil, “bilinçli varlıkların” 5 duyu dışındaki algılama kapasitesidir.
    Kuran’da “kalp gözü”, “akleden kalp” terimleri ile aslında bu kapasiteden
    sözedilir. İbadetlerde bu kapasiteyi arttırmaya yönelik katalizörlerdir.
    Bu açıklamaların ışığı altında diğer alemlere manevi alem demek, maddesizlik
    kasdediliyorsa yanlıştır. Bilinçli varlıkların ahirette üst düzeyde alemleri kesin bir bilgi
    ile müşahade etmesi kasdediliyorsa bunun da adı “yakin” dir. Ahiretteki
    maneviyattan Allahın huzurundaki üst düzeydeki huşu ve haşyet kasdediliyorsa,
    yahut Cennetteki maksimum mutmainlik, ya da cehennemdeki maksimum piş-
    manlık ve utanç ve acı halleri kasdediliyorsa buna tamamen katılıyorum. Ama bunlarda zaten
    “yakin” halinin tabii bir sonucudur. Hülasa ” maneviyat ” dünyada kıymetlidir.
    Ahirette her şey kesin bilgi ile bilineceği , her şey soyut olmaktan çıkıp somut
    hale geleceği için imanın bile bir esprisi kalmayacak, akleden kalbe de ihtiyaç
    duyulmayacak, çünki tüm kalpler otomatik olarak akledecekdir.

    Şimdi şu soru akla gelebilir. Her boyutta yaratılanların terkib yönüyle birbirine
    üstünlüğü varmıdır? Hemen aklımıza “Tin ” suresindeki o ayetler geliyor. “Biz insanı
    mükemmel(kıvamında) yarattık. Aşağıların aşağısına koyduk”. Tin suresine göre gerçekten
    tek mükemmel yaratılan mahlukat bizmiyiz? Sadece bizim madde boyutumuzu
    dikkate alırsak “evet” tek mükemmel yaratılan biziz diyebiliriz. Öyleyse bizim boyutumuzda
    mükemmel varlık insan ise aynı boyutta bizden başka bilinçli varlıkların bulunduğundan
    söz etmek çok zordur. Çünkü, mükemmelin “azı””çoğu””en’i” olmaz. Eğer uzayda (bizim
    boyutumuzda ) başka bilinçli varlıklar varsa, onlarda “orijinaldir” kıvamındadır, mükemmeldir” .
    Allah “ilk yaratmada” “kendini tekrar etmez”. Allah ilk yaratmada “mükemmel” yaratır, sonra onu
    tekrar eder. Terkip yönüyle üstünlük iddiası bu yönüyle abesle iştigaldir.

    Yaratma gücü ve yaratma sanatı “Elhamdüllillah” Rabbimin nezdindedir.
    Her türlü mükemmellik”O” na aittir. İnsan (Allahın ilmi sayesinde) bir şeyler icat eder.
    Veya (onun izniyle) “eser” diye tabir ettiğimiz bir şeyler üretir.Yine insanlar bu eserleri
    sınıflandırır, bu güzel olmuş, bu ondan daha güzel olmuş diyebiliriz. Biraz ileri giderek
    bu eserlere ödül veririz. Fakat Allahın yarattıkları farklıdır. Allah yarattımı zaten mükemmel yaratır. Allah ın yaradışına vasat, iyi, daha iyi, en mükemmel gibi sınıflandırma yapmamız mümkün değildir. Bunu yapmak (Allah korusun) eksik sıfat
    yüklemek anlamına gelir. Biz beşer olarak sınıflandırma yaparken eksiklik yada kusura
    göre beynimizi yönlendiririz . Rabbimizin yarattıklarına bunu yapmamız mümkün değildir. O her türlü eksiklikten münezzehtir. O halde “Tin Suresi bazı “meallerine
    bakarak “Kainatta “en” mükemmel insan yaratılmıştır ” demek son derece hatalı sonuçlara gitmek için yol açmak demektir. Burada “Kainat” kelimesinin içini ne ile doldurduğumuz çok önemlidir. “Kainat” ile tüm alemler (bütün boyutlar) anlaşılmalıdır. Bu madde boyutunda insan mükemmel yaratılmıştır.
    “Cin” kendi madde boyutunda keza mükemmel yaratılmıştır. “Melekler”
    kendi madde boyutlarında mükemmel yaratılmışlardır. Mahlukatın mükemmel olmaması , kıyasa tabi olması Allaha yakışmaz. Yaradılış kanunları gereği tüm mahlukat
    kendine özgü bir mükemmelliğe sahiptir. Zaten insanoğlunun bilgi(ilim) birikimi mukayese yapabilecek kapasitede değildir. Kıyamete kadar bu kapasiteye erişecek de değildir.
    Teşbih tam olarak yerine oturmasa da konuyu yinede bir örnekle açıklamaya çalışalım;
    10 m2 lik bir yağlıboya tablo var. Sanat eleştirmenlerine tablonun sadece 1cm2 si
    gösteriliyor ve tablonun tamamı hakkında yorum yapmaları isteniyor. Burada isabetli yorum
    yapmak mümkün müdür? Bilimadamları çok basit gibi gözüken bir “yaprak” daki sırrı bile
    daha çözemediler. Fotosentezi kağıt üzerinde anlatıyorlar ancak, nasıl meydana geldiğini
    tüm detayları ile açıklayamıyorlar. Tıp otoriteleri çok değil 20-25 yıl önce insan vücudunun
    %30 unu çözdük demişlerdi. Bugün ise ancak %8 ini çözdük derken artık kesin bir ifade de
    kullanmıyorlar.
    Bu açıklamaların ışığı altında bizim boyutumuzda aynı elementler ile yaratılmış bizden
    üstün ya da bizden üstün olmayan yaratıklar aramak ya da var saymak kıyasa tabi tutmak anlamına gelir ki bu bana göre zulümdür.

    Öyleyse “İsra” 70 ‘ deki “….(biz insanoğlunu) yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık….. şeklindeki ifadenin açıklaması nedir?

    Kuran daki bu açıklama çok ilginçtir. Bizden üstün varlıkların mevcudiyetinden bahsedilmektedir. Pekiyi, yanlış yerden bakıldığı zaman çelişki gibi gözüken Tin suresi ve İsra 70 suresindeki ifadeler nasıl açıklanabilir? Öncelikle Tin Suresindeki ayetler
    terkib ile ilgilidir. Kendi madde boyutumuzdaki mükemmel(kıvamında) yaratılmayı ifade eder.
    Zaten bunun aksini düşünmemiz de mümkün değildir. İsra 70 deki açıklamanın terkib ile alakası yoktur. Bu sure “Andolsun biz insanoğlunu şerefli kıldık” açıklamasıyla
    başlar. Bu açıklamadan anlıyoruz ki burada terkibden değil derecelendirmeden bahsedilmektedir. Her şeye gücü yeten Rabbim mahlukatını derecelendirmeye de kadirdir. O derecelendirmeyi kendisine has bir bilgi ile yapar. Hatırlayalım “..Ademe
    secde edin…” emrine karşılık şeytanın itiraz etmesi şeytanın terkibine güvenmesinden
    kaynaklanmaktaydı. “Dumansız ateş” yani bir tür ışın’dan yaratıldığını düşünen ve haraket kabiliyetini , süratini ön planda tutarak üstün olduğunu düşünüyordu. O şeytan ki göz açıp kapayıncaya kadar göğün bir üst katından haber sızdırmaya kalkışıyor, ateş toplarıyla
    kovalanıyor. İçinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksi’sinin bir ucundan bir ucuna olan
    mesafesinin ışık hızıyla 30 ışık yılı olduğu düşünülürse şeytanın süratinin akılların kavrayamayacağı mertebelerde olduğunu söyleyebiliriz. Şeytanın bu üstünlüğünün
    Rabbimiz katında hiç bir önemi yok. Çünki bu özelliği şeytana veren “O”. Tüm boyutlarda
    mahlukatı yaratan Rabbim (yine kendi yarattığı bir ilime göre) mahlukatını derecelendirmeye de kadirdir.

    Allaha emanet olun.

    Muhsin Eraydın

  1. 1 Trackback(s)

  2. Mar 4, 2009: İslam Metafiziği, Tasavvuf ve İbn-i Arabî Bölüm 2 : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin