RSS Feed for This Post

Taş Atan “Çocuklar”

“Sevgili Değerli Ablam Necla,
Öncelikle dışarıda benim için nasıl çalıştığını biliyorum ve etkilerini görüyorum, seni çok seviyorum ve çok teşekkür ediyorum. Annem, babam, küçük şeytan ve Nenişi benim yerime öp ama radyoda keşke sadece dört kişinin ismini değil herkesin ismini söyleseydin.
Bu kâğıdı seçmemin sebebi senin kır çiçeklerini sevmen ve (elimde başka kâğıt kalmayışı). Sevgili ablacım benim şansım fazla yok ama benim şansımı hep sizler yarattınız bu yüzden sizler benim uğurlu tavşan ayağımsınız. Bana kartpostal atmayı unutma. Sana çok kızarım. Bu sefer içimde çıkacam diye bir his var. Bir de görüşlerde bana yalan söylemeyin. Çünkü ben dürüstlükten yanayım sadece gerçekleri söyleyin. Ablacım çıkınca seninle beraber bir Eskişehir turu atalım. Unutma sadece Eskişehir değil ben çıkınca bir ay kafa dinleyecem.
Ondan sonra çalışacağım. Tabii çıkabilirsem 23 yıl halen var.
Seni çok çok çok hezdikim (seviyorum). “

 

Onların ismi taş atan çocuklar. Saygıdeğer medyamız bu ismi layık görmüş kendilerine. Böyle kazındılar hafızalara. Taş atan çocuklar. Ne kadar çok şey anlatıyor. Ve ne kadar az şey anlatıyor onlar hakkında.
 
Yukarıda ablasına yazdığı mektubu okuduğunuz Hebun Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın Temmuz 2008 de Güneydoğu Anadolu’ya yaptığı seyahati protesto ederken gözaltına alınan yaşları 13 ile 18 arasında değişen 50 den fazla tutuklu çocuktan sadece bir tanesi. Diyarbakırlı bir “çocuk” . Hani günledir Abdulkadir Aygan’ın itiraflarında okuduğumuz; ben bizzat 70-80 cinayete tanık oldum, benim dışımda ise JİTEM de yer aldığım günlerde 700-800 civarı faili meçhul cinayet oldu dediği şehir. Hebun 16 yaşında. Tam da Abdulkadir Aygan’ın  isim isim yer yer tarif ettiği cinayetlerin başladığı yılda doğmuş olmalı. Hebun üç yaşına geldiğinde bu cinayetler hala sürüyordu. Hebun beş yaşına geldiğinde Taraf gazetesinde son günlerde detaylarıyla anlatıldığı üzere Diyarbakır ve çevresindeki illere ait köyler taranıyordu. Hebun sekiz yaşına geldiğinde hala sokaklardan beyaz Toros marka arabalar adam kaçırıp görünmez mezralara kaderlerine götürüyordu. Hebun 13 yaşına geldiğinde Diyarbakır’da ölen PKK üyelerinin cenazelerine katılan göstericilerle polis arasında çıkan çatışmalarda 5 i çocuk 14 kişi ölmüştü.
 
Hebun üç yaşına geldiğinde çocuklar arasında pokemon salgını vardı belki hatırlarsınız. Evlerimize tıkıştırdığımız yumurcaklar sabahtan akşama o garabet çizgi filimi seyredip üzerimize atlardı pik-kaa-çuuu diyerek. Hebun  sekiz yaşındayken okul yollarında kavga ederdik çocuklarımızla. Bir taso salgını başlamıştı bu sefer; dünyayı bize zindan ederlerdi okula götürürken cips alalım da içlerinden istedikleri tasolar çıksın diye. Hebun 13 yaşlarında olmalı şu kahrolası Japonlar bu sefer beyblade diye bir şey icat ettiler hepimizin hayatını karartmak için. Hani bizim çocuklarımızdaki ipli topaçlara benzerde, kazık mı kazıktır fiyatı. Plastik tepsi gibi bir şeyin içinde oynarlardı sokağa salmaya korktuğumuz, başlarına bir şey gelir diye endişeden eve kapattığımız çocuklarımız. Saatlerce komşu çocuklarla kafamızı şişirirlerdi de modern topaçlarıyla  biz de aman dizimizin dibinden ayrılmasın neme lazım diye bu garip hayat tarzına ister istemez katlanıverirdik. Bir acayip çocukluktur çocuklarımızın yaşadığı çocukluk. Suni vitaminler kadar sahici.
 
Hebun’un dünyası ise çok uzak bir dünyadır bizlere. Belki bizim çocuklarımız gibi taso, pokemon,  bayblade gibi zırvalarla işi olmamıştır Hebun’un çocukken. Bizim çocuklarımız da hiç duymamıştır JİTEM, faili meçhul,  ” bu dil yasak!”, “panzer ezmiş” gibi sözleri.
Ya Hebun?
 
Taş atan çocuklar buyurmuş necip Türk basını bu “çocuklara”. Hani taş atmışlar polise çeksin cezasını sıpalar der gibi. Zaten 2006 yılında başbakan da bir konuşmasında ister çocuk olsun ister kadın birileri taş atıyorsa cezasını çekmeli demiş.  Kimileri durumdan vazife çıkarmış daha bir cesur doğrultmuş silahını sokak gösterilerinde kimileri de Türk Ceza Kanununu değiştirivermiş alelacele. 15-18 yaş arası “çocuklar” ağır cezada yargılansınlar hükmü gelmiş. Böylece 18 yaş altındaki çocuklar hiçbir Avrupa ülkesinde ağır cezada yargılanamazken biz de zaten olmayan çocuk mahkemelerinde değil, ağır ceza mahkemelerinde yargılanmasına karar verilmiş bu çocukların. Sonra çeksin cezasını bu sıpalar diyen bir başka savcı tam 23 yıla varan cezalara çarptırılması için dava açmış bu “çocuklar” hakkında.
 
Mahkemeleri uzadıkça uzarken 5-6 kişilik koğuşlarda 20 kişi kalırmış bu taş atan “çocuklar”. Haftada iki saat sıcak su verilirmiş. Zaman yetmiyor diye bir hafta çamaşır yıkarmış, bir hafta kendileri yıkanırlarmış. Hebun ablası Necla’ya anlatmış bazen 10 cm. lik çivi çıkarmış yemeklerinden. Bazen de kusarlarmış bu taş atan “çocuklar” yemekte buldukları bir sıçan kuyruğuna rastlayınca.
 
Çocuklukları çalınmış bu çocukların kimilerine göre. Ama bizimkiler gibi öyle evlerde tıkalı bir yaşam sürüp suni oyunlarla avundukları için değil. Harbiden çalınmış. Gözlerini beyaz Torosların şehirlerden babaları kaçırdığı bir ilde açmışlar. Taranan köylerde başka babaların 18′ lik kızlarının cesedine sarılarak sabahladığı, gün ışıyınca alelacele gömdüğü bir diyarmış
sokaklarında dolaştıkları.  Köylerden adamlar toplanır sonra yanık cesetleri bulunurmuş bir dere kenarında. Çoğu ise bulunmaz fısıltıyla hikayeleri anlatılırmış. O diyarda bazı anaların konuşmaları çok sinirlendirirmiş yetkili ağızları. Türküleri çatal bıçaklarla kovalanırmış vatansever linç gecelerinden. Çocuklar anaların azarlandığını görürmüş okul kapılarında. Türkçe konuş burada be kadın dermiş sert yüzlü adamlar Türkçe konuşmayı bilmeyen analara.  Kimse neden diye soramazmış. Öfkeyle dolarmış çocukların içleri. Üniforma bambaşka bir anlam taşırmış taso oynayan çocuklara ve üniformanın bambaşka bir anlamı varmış taş attığı söylenen  “çocuklara”.
 
Bizler iki kere çalmışız çocukluklarını taş atan “çocukların”. İlki baskı ve vahşet ikliminin öfke ve şiddet yağmurları getirdiği diyarlarda yaşattığımız zamanlarmış. Sonra bir daha çalmışız çocukluklarını. Gözaltına alındıkları bir günün ardından ağır ceza mahkemelerince yargılandıkları cezaevlerine tıkarak.
 
Hebun ve arkadaşları bu cezayı alırsa onlu yaşlarda girdikleri cezaevinden kocaman insanlar olarak çıkacaklar. Eğitim hakları elinden alınmış, dış dünyaya yabancılaşmış, eski bir sabıkalı olarak iş kapılarının yüzlerine kapandığı bir dünyada tutunmaya çalışacaklar. Belki de sağlıklarını yitirecekler. Kocaman insanların dahi ruh ve beden sağlıklarının dayanmadığı o cezaevinde.
 
Bir de Adana valisi İlhan Atış biz bu çocukların hepsini birer Gül, birer Erdoğan görmek istiyoruz demiş yeşil kartlarını almakla tehdit ettiği konuşmasında. Yüreğime su serpildi doğrusu. Demek ki bizler o yüzden bu çocukları 23 yıla mahkum etmek istiyoruz, eğitim haklarını elinden alıp, sıçan kuyruklu çorbalarla besliyoruz onları. Ben de aptal bir intikam peşindeyiz sanmıştım bir an. Gözden çıkardık, temelli kaybetmek istiyoruz çocuklarımızı sanmıştım. Korkmuştum; Ergenekoncular içerde ama ruhu hala aramızda ortaya çıkacağı anı kolluyor diye.
 
Pardon ben yanlış anlamışım!

Trackback URL

  1. 5 Yorum

  2. Yazan:CEMİLE Tarih: Şub 14, 2009 | Reply

    bunları halen yaşayan yokmu sanırsınız bende doğunun çocuğuyum ailem göçmende olsa 7 yaşıma kadar doğuda büyüdüm hep o sefaleti acıyı gördüm ben zengin bir aile kızıyım eet babam yardım ederdi elinden geldiğince ama ihtiyacı olan okadar çok insan vardıki ilk 1 sınıfı orda okudum sonra ben ünvt sıralarındayken şimdi duydumki arkdşlarım evlenmiş ve bazıları sefalet içinde bazıları dağa çıkmış o küçücük bedenler şimdi büyümüşte neler yaşıyor ne kadar farklı bir kader bu türkiyenin nabzındada dediğiniz gibi akyol insanlar kendilerine altenetifi seçer peki onlara alternatif tanınmışmıydı sahi gülerek acı gülümseme hayır tanınmadı kader insan elindede olsa onlar boyun eğdi ölenlerde olmuş gencecik bedenleri o güzlim gözler toprak şimdi haber programlarında oturup yorum yapan insanlar seçme şansı olmuşki orda konuşma hakları oldu peki ya onlar vicdanlara kalan bir olmayan cevap sorusu işte bu

  3. Yazan:asuman sönmez Tarih: Mar 4, 2010 | Reply

    Yazık tabi ki çocuklar içeri atılmamalı her ne yaparlarsa yapsınlar deniyor ama gelip benim arabamı yakması hoş mu, bana ya da polisime taş atması… zaten onlara kalsa bunları yapmazlar,bu çocuklara bunu yaptırtanlarda hiç suç yok mu? asıl onlara yazsınlar mektuplarını içerden, Berivan da o kişilere yazsın…Taş atmayla falan TÜRK ü yok edemezsiniz ancak aklını başına getirirsiniz..

  4. Yazan:HAKAN Tarih: Mar 19, 2010 | Reply

    Kendi çocuklarına yurt içinde veya yurt dışında en iyi yaşam ve eğitim imkânlarını sunma yarışında olan kürt siyasal elitinin ve temsilcilerinin, yoksul mahallelere ve varoşlara hapsolmuş kürt çocuklarına sokakları çözüm adresi olarak göstermeleri kabul edilemez bir durumdur. Bu çocuklara taş, molotof kokteyli, havai fişek attırmak suretiyle güvenlik güçleri ile karşı karşıya getirip siyasi ve ideolojik amaçlar doğrultusunda istismar etmek Türkiye’de toplumsal barışın önünü tıkamaktan başka bir işe yaramayacaktır.

  5. Yazan:Hakan Aydın Tarih: Mar 19, 2010 | Reply

    “Çocuklar neden taş atıyor?” sorusunun cevabı, devletin bölgede yetersiz kalan uygulamalarının ve çocukları sokağa döken siyasal düşüncenin amacının anlaşılması ile verilebilir. Çünkü bölgede yaşanan olayların toplumsal dokuya, aile ve bireyler arasındaki ilişkilere verdiği zararlar ve tahribat, bu çocukların devleti ve devlet temsil eden kurum, kişi ve objeleri algılama ve tanıma biçimlerini derinden etkilemektedir. Bu durumda farklı siyasi ve ideolojik amaçları olan kişiler tarafından istismar edilmektedir.

  6. Yazan:özlem Tarih: Mar 19, 2010 | Reply

    Yeni Aktüel Van-Yüksekova-Diyarbakır Hattında Dolaştı

    “Dağa Çıkma” Yaşı 14’e İnmiş!

    İrfan AKTAN

    15 Yaşındaki Batmanlı Berivan S. Polise Taş Attığı Gerekçesiyle Toplam 13 Buçuk Yıl Hapis Cezasına Çarptırılınca Tekrar Gündeme Gelen “Taş Atan Çocuklar”In Çığlığı Adliye Koridorlarının Dışına Çıkamazken, 18 Yaşındaki Müslüm Doğan’ın Kendini Yakması Rutin Bir Haber Olarak Yer Aldı Gazetelerin Üçüncü Sayfalarında. Henüz 14 Yaşındaki Çocukların Dağa Çıkmasıysa Haber Değeri Taşımıyor Anlaşılan. Fakat Bölgede Giderek Tırmanan Sokak Çatışmaları Ve Çocukların “Siyasî” Faaliyetleri, Kürt Sorununun Ağırlığına Ağırlık Katıyor. Öcalan’ın Yakalanışının 11. Yıldönümünde Van, Yüksekova Ve Diyarbakır Hattında Dolaşıp Hukukçulara, STK Temsilcilerine, Yerel Yöneticilere Ve Mağdurlara Hâl Ve Gidişatı Sorduk. Yanıt Malûm: Hâl Ve Gidiş Sıfır…

    Van Gölü’nün kıyısına otomobili park edip bir sigara yakan taze baba Murat öğretmen, güneşin batışını seyre dalıp iç geçirerek Ankara’daki öğrencilik yıllarını ve arkadaşlarının hikâyesini anlatmaya koyuluyor. Hafızasını zorluyor; siyasî faaliyetlerinden ötürü kaç arkadaşının yurtdışındaki göçmen kamplarında yaşadığını, hangisinin dağda öldürüldüğünü, hangisinin hapiste ömür tükettiğini ezik bir edayla sıralıyor: “Düşünsene, bütün bunlar son 10 yılda yaşandı. Aralarında evlenip baba olan tek kişi benim. Bazen vicdan azabı yaşıyorum, bazen de utanıyorum. Hiçbiri bunları hak edecek bir kötülük yapmadı. Anadilde eğitim için imza topladığından hapse atılan ve çıkınca dağa giden, orada öldürülen bir arkadaşımı hatırlıyorum. Bir kızdan hoşlanıyordu. Olmadı. Normal bir hayat kurma şansları olmadı. Hepsi de iyi eğitimliydi. Şimdi sokakta taş atan çocuklara bakıyorum; onlar 10 yıl sonra ne hâlde olacak, oğlum nasıl büyüyecek, bilemiyorum. Baba olmaktan korktuğumu, oğlum doğunca anladım. Bunun sevincini bile yaşayamıyorum”
    Van’dan Yüksekova’ya, dört defa didik didik arandıktan sonra varınca, 30’lu yaşlarındaki başka bir taze babayla buluşuyoruz. Yüksekova’da eczacılık yapan delikanlı, neredeyse aynı cümlelerle anlatıyor hislerini. Çocuğunu alıp İstanbul’a gitmek istiyor ama gönlü elvermiyor. “Bizim sadece kendimizi ve çocuklarımızı düşünme şansımız yok. Biz gidersek, kim kalır, bu insanlara kim hizmet eder?” diyor. İnsanların ruh hâlini izah etmek için, sattığı anti-depresan ilaçların oranını listeleyip bize vermeyi teklif ediyor. Eczaneye gidiyoruz; tıklım tıklım. Kadınlar utana sıkıla uzatıyorlar almak istedikleri ilaçların listesini. Anti-depresanlar, psikosomatik hastalıkların tedavisi için yazılmış onlarca başka ilaç… Yüksekova’da bu yıl çok az kar yağmış. Yollar, kömür isi yüzünden kara bir çamurla kaplı. 14 Şubat’ta herkes, üç-dört günlük erzakını alıp depolamak için ilçe merkezine akın etmiş. Ertesi gün, yani Abdullah Öcalan’ın yakalanışının 11. yıldönümünde kepenk ve kontak kapatma eylemi olacağını herkes biliyor. Eczacı delikanlı çamura bata çıka yürürken bir yandan da kadınların gündelik hayatını tarif ediyor: “Dışarı çıkıyorsun çatışma, çamur, kömür isi, gri bir hava. Eve giriyorsun, Roj TV’de günde 50 defa yayınlanan çatışma görüntüleri… Sanki dünyada başka bir ihtimal yokmuş gibi”

    “Cizre Kent” filmi devam ediyor

    Hayatta başka bir ihtimal olmadığını düşünüp dağa çıkan gençlerin sayısında da ciddi bir artış yaşanmış Yüksekova’da. Taraf gazetesinin Hakkâri muhabiri Ömer Oğuz, sonbahardan bu yana sadece Yüksekova’da 120 civarında gencin dağa çıktığını söylüyor. Fakat esas vahamet, dağa çıkan çocukların yaş sınırının 13-14’e kadar inmiş olması. 14 yaşındaki oğlu bir ay önce dağa çıkan kadının aklını yitirdiğini söylüyor arkadaşı: “Eve gitmiş, bakmış oğlu yok. Kafasını duvarlara vuruyormuş her akşam. Sınır köylüleri görmüş oğlunu. Ayakları ıpıslak, bakışları şaşkın. Ne yapacak ki o zavallı; daha yeni sütten kesilmiş.” Güneydoğu’da ilkbahar özlemi çekmeyen insanların sayısı hiç az değil. Çünkü herkes, karların erimeye başlamasıyla kanların akacağını hissediyor. 15 Şubat’ta fiilî olağanüstü hâlin hüküm sürdüğü Yüksekova’da sabah saatlerinden itibaren çatışmalar başlıyor. Olayları gün boyunca izleyen Ömer Oğuz şaşkın: “Ben hayatımda böyle bir öfke görmedim. Çocuklar panzere taş atıyor; taşı bitenler gidip panzere tırmanıyor. Anlamıyorum, bu öfkenin neresi siyasî neresi sosyal, neresi psikolojik”
    1990’lı yıllarda doğan çocukların ruh hâlini birkaç gün sonra gittiğimiz Diyarbakır’da avukat Sezgin Tanrıkulu özetliyor: “Ne devlet ne de PKK çocukların durumunu düşünüyor. Çocuklar her anlamda sahipsiz ve şiddet ortamında büyüyor. Başka bir gelecek kurgulama şansları yok. Oysa uluslararası sözleşmelere göre çocukların her durumda şiddetten uzak tutulmaları gerekir. Ne yazık ki bunu ne PKK yapıyor ne de devlet.”
    15 Şubat’ta kepenklerle birlikte arabaların kontakları da kapalı. Öğrenciler bir gün önceden öğretmenlerine iki gün okula gelmeyeceklerini söylemişler! Artık siyasetin ve çatışmaların seyrini onlar belirliyor zaten. Tanrıkulu’nun da söylediği gibi, gençlerin eylemlerini ne BDP ne de PKK belirliyor: “Çünkü hiçbiri bir örgüt disiplini, ideolojik donanım veya siyasî görüş sahibi değil. O yüzden onları kontrol etmek mümkün olmuyor.” Mart 2008’de Yeni Aktüel için bölgedeki çocuklara dair yaptığımız haberin başlığını, Rio De Janerio’da geçen ve silahlı çocukları konu alan “Tanrıkent” filminden esinlenerek “Cizre Kent” koymuştuk. Yüksekova ve Diyarbakır’dan edindiğimiz izlenim, Cizre Kent “filminin” daha ağır sahnelerle devam ettiğini gösteriyor.

    Müslüm’ün “protestosu”

    18 Şubat’ta Adıyaman’dan gelen haber, “filmi” yine başa, 1990’lara sarmayı gerektiriyor galiba: “Benden önce ve benden sonra bu uğurda ve Kürt halkının özgürlük aşkıyla tutuşan bedenlere birer borç bildiğim bu yaşam borcunu bu komplonun 11. yılında kendi bedenimi ateşe vereceğimden hiçbir zaman şüphe duymadım.” Bu cümlenin sahibi, 18 Şubat’ta Adıyaman’ın dışında yanmış, cansız bir beden olarak bulundu. Vahamet, bedenini ateşe vererek Öcalan’ın yakalanışını “protesto” edenin henüz 18 yaşındaki lise öğrencisi Müslüm Doğan olmasıydı. Ardında, yukarıda bir cümlesini aktardığımız uzun ve ajitatif bir mektup bırakan Doğan’ın intihar haberi geldiğinde Yüksekova’daki sokak çatışmaları da henüz dinmiş, önceki gün yüzlerce çocuğun hâkimiyetindeki Cengiz Topel Caddesi’nin üzerine “normallik perdesi” çekilmişti. Yüksekova Haber’in ofisinde buluştuğumuz taze kaymakam Çetin Çelik ise biz sormaya fırsat bulamadan çatışmalarla ilgili konuyu kapatıyor: “Bizler yerel yöneticileriz. Yüksek siyaset yaparak bir yere varamayız. Şimdi esas gündemimiz, Dağlıca’da, askerî bölge içindeki ilkokulu nasıl dışarıya çıkarabileceğimiz” Kaymakam, uzun uzadıya yatılı okul projelerini, ilçenin gündelik hayatını düzenlemeye dair fikirlerini anlattıktan sonra kalkıp gidiyor. Biz de çantalarımız dört defa didik didik arandıktan sonra Van’a varıyoruz. Terörle Mücadele Kanunu ve TCK’nın terör suçlarına dair hükümleri, çocuklar başta olmak üzere tüm bölgede OHAL uygulamalarının zihinlerdeki olumsuz hissini depreştiriyor. Üstelik hükümetin TMK’yla ilgili düzenleme taslağını inceleyen Sezgin Tanrıkulu’na göre olası bir düzenleme de çocukların hapis yatmamasını değil, sadece suçlarının TMK kapsamından çıkarılmasını öngörüyor. Böylece “taş atan çocuklar” yine yargılanacak ama yarı oranda ceza alacak. O “yarı oranda ceza” ise en az 3-4 yıl anlamına geliyor… Hâl böyle olunca, “Kürdistan” sözcüğüne kendince anlamlar yükleyerek, “dost-düşman” kavramlarını çocuksu öfke ve sevinçleriyle yoğurup yücelterek dağa göz dikenlerin sayısı giderek artıyor. Zira Türkiye genelinde 4 bin, Diyarbakır’da ise bin çocuk TMK’dan yargılanıyor. Çocuklar Aynı Çatı Altında (ÇAÇA) derneği yöneticisi Emin Sarıkaya’nın aktardığına göre şu anda 81 çocuk hapiste. Aralarında 10 yıldan fazla cezaya mahkûm edilenler de var, davası süren de.
    Sivil Toplum Geliştirme Merkezi (STGM) tarafından düzenlenen bir günlük toplantıda Diyarbakırlıların ağız birliği etmişçesine “OHAL’den daha ağır bir dönem yaşıyoruz” deyişine tanıklık ediyoruz. STK’ların gündeminde çaresiz hale gelen yoksulluk ve insan hakları ihlalleri var. Zaten artık “Kürtlerin taleplerini” dillendiren yok. Ağzını açan, çocuklardan, altından kalkılmaz hapis cezalarından söz ediyor. Emin Sarıkaya’ya göre bölgedeki çocukların herhangi bir örgütün veya ailelerin teşvikiyle sokaklara dökülmesine gerek yok. Çünkü çocukların zaten öfke küpü haline gelmesine neden olacak binlerce sorunu var. Yoksulluk, ebeveynlerinin şiddete maruz kalışına tanıklık etmek, umutsuzluk, çaresizlik

    Hep aynı nakarat

    Gazetecilere bilgi veren STK temsilcilerinden kimi bir CD’ye, kimi kitapçıklara dökmüş topladıkları verileri. Yoksul ailelere gıda desteği veren Sarmaşık Yoksullukla Mücadele Derneği yöneticisi Şerif Camcı, “taş atan çocukların” ailelerini anlatıyor: “Gıda yardımı için bize başvuran aile sayısı 24 bin! Araştırmamızda gördük ki, nohutları suda haşlayıp sadece suyunu içen, aynı nohuttan üç defa ‘yemek’ yapan aileler var! Bu ailelerden 4 bin 500’ü, iş verseniz bile çalışamayacak durumda. Şu anda 2 bin 300 aileye aylık ortalama 50 TL’lik gıda yardımı yapıyoruz.” Güneydoğu’da yöneticiler artık yoksulları da bölüşemediği için Sarmaşık’ın bu projesinde önemli bir gedik açılmış durumda. Aralarında Diyarbakır Belediyesi, Ticaret ve Sanayi Odası, Diyarbakır MÜSİAD, GÜNSİAD gibi proje ortakları olan Sarmaşık’a belediyenin destek kararını veto eden valilik, yürütmeyi de durdurmuş. Gerekçe ise, Sarmaşık’ın “kamu yararına çalışan dernek” olmamasıymış. Oysa 33 aydır devam eden proje, defalarca İçişleri Bakanlığı müfettişlerince denetlenmiş ve yasal bir sorun tespit edilememiş
    STK toplantısında iç karartıcı pek çok konuşma yapılıyor. Tüm-Bel Sen Şube Başkanı Edip Yaşar, “Hep açılım, hep aynı nakarat. Ama biz artık şarkı dinlemek değil, barışın ve kardeşliğin şarkısını söylemek istiyoruz” diyor. Çocuğunu dağda yitiren bir kadınsa “Siz çocuğunuzun parçalanmış bedenini kollarınıza almanın ne anlama geldiğini biliyor musunuz?” diye sitem ediyor.
    İHD Şube Sekreteri Burhan Zoroğlu, cezaevindeki dramları sıralıyor. Diyarbakır’da 500 metrelik bir alanı çevirip kimlik kontrolü yapıldığında mutlaka resmî kimlikli birileriyle karşılaşılacağını söyleyen Zoroğlu, “sivil” alanın da cezaevine dönüştürüldüğü görüşünde. “Hapishanelerde ağır hasta 54 kişi var. Nurettin Soysal, lenf kanseri. Doktor raporlarına göre altı aylık ömrü kaldı. Samet Çelik, kan kanseri. Halil Güneş kemik, Aynur Epli bağırsak kanseri. Gazi Dağ’ın belden aşağısı felç, iyileşme şansı yok. Halil Yıldız, 82 yaşında, arkadaş yardımı olmadan yaşayamıyor. İsmet Ayaz, çölyak hastası. Bedeni 10 yaşındaki çocuk gibi” Göç-Der’den avukat Muzaffer Özdemir, üç milyon insanın zorunlu göç mağduru olduğunu söylüyor. Özdemir, dernek başkanları Abbas Çelik’in KCK operasyonlarıyla tutuklandığını söyleyince, genç bir kadın kulağımıza hikâyesini fısıldıyor: “Beni de KCK kapsamında gözaltına aldılar. Bağlar Belediyesi’nde çalışıyorum. Savcı bana, niye az maaşla çok çalışıyorsun, yoksa örgütsel bağın mı var, diye sordu. Elinde başka hiçbir kanıt yok ama yargılanmaya devam ediyorum.”

    Bir itfaiye aracı hikâyesi

    STGM’nin programına göre STK’ların dertlerini dinledikten sonra Belediye Başkanı Osman Baydemir ve Vali Hüseyin Avni Mutlu’yu ziyaret etmemiz öngörülüyor. Vali gazeteci kafilesi yerine yerel STK’larla görüşmek isteyince, bizler de Baydemir’in kapısını çalıyoruz. “Sırat köprüsündeyiz” diyen Baydemir, Güneydoğu’daki sorunları çözmek için akıl ve vicdan birliğinin sağlanmasından başka çare olmadığı görüşünde. Bu görüşü de Trabzon’un Çayırbağı kasabasına destek için hibe ettiği itfaiye aracının başına gelenlerle izah ediyor: “Bir toplantıda Çayıroba belediye başkanı geldi yanıma. İtfaiye aracına ihtiyacı olduğunu söyledi. Döner dönmez belediye meclis üyeleriyle toplantı yaptık ve olanaklarımızı zorlayarak bu ihtiyaca cevap verdik. Ama yolda aracın başına gelmedik kalmamış. Trabzon’a varana kadar onlarca defa aranmış. Şoför yorgun bitkin evine varmış ve aracı belediyeye ertesi sabah götürmeye karar vermiş. Sabah bir uyanmış ki, jandarma! Araçta bomba olduğu ihbarı alınmış… Velhasıl Diyarbakır plakası yüzünden başına gelmedik kalmamış. Ama sonra, kasaba halkından inanılmaz teşekkür mesajları aldık. Anladık ki, paylaşarak birbirimizi daha iyi anlayabiliriz.”
    Türkiye darbe tasarılarının su yüzüne çıkmasıyla çalkalanırken, bölgede adetâ içe doğru bir patlama yaşanıyor. Patlamanın çıkardığı ateş ise itfaiye araçlarıyla söndürülemeyecek denli kor. Çocuklara adalet isteyenler, yetişkinler için adalet talebini ertelemek zorunda kalmaktan yakınıyor. Ve tüm bunlar olup biterken ilkbahar ayları yaklaşıyor; bölge halkına da karların erimesinin çocuklarına dağın yolunu açması korkusuna katlanmak kalıyor

  1. 2 Trackback(s)

  2. Nis 21, 2009: Taş Atan “Çocukların“ Hikayesi (2) : Derin Düşünce
  3. May 24, 2009: Bizim Cocuklar « KARAKOK OTONOMU TR/CH

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin