RSS Feed for This Post

Mevlana Celaleddîn-i Rûmî Üzerine

Şeb-i Arûs törenleri, dünyanın bütün karmaşası içinde tek bir gerçekliği görebileceğimiz bir imkânı ortaya koyması açısından çok önemlidir. Bu gerçeklik ölüm gerçeğidir. Ölüm ise insanın hayatını anlamlandırmak için bir çıkış noktası demektir. Ölüm olmadan hayat anlaşılamaz. Mevlânâ, yüzyıllar sonra bile kendi vuslatıyla, hepimizi ölüm, hayat ve bütün bunların sahibi Allah üzerine düşünmeye davet ediyor.

Bu törenler, aynı zamanda Mevlânâ üzerine düşünme fırsatı da veriyor. Bütün dünyadan milyonlarca hayranı olan, Amerika’da en çok okunan şair olarak gösterilen, Avrupa’da mistik şiirin en önemli şairlerinden birisi olarak gösterilen ve müslüman ya da gayri-müslim milyonlarca insanın hayatını anlamlandıran Mevlânâ tek bir anlam kategorisine indirgenemez elbette; ancak okyanusu küçük bir kaba sığdıramamak, okyanusun her türlü “şey”i taşıdığı manasına mı gelmelidir?

Batıda “hümanist” bir filozof ve şair olarak tanınan Mevlânâ, gerçekten hümanist bir filozof mu, yoksa bunun çok ötesine geçen bir büyük mutasavvîf mıdır? Bizim ülkemizde olsun, dünyada olsun Mevlânâ anılırken, onun müslüman yönü neden bunca gözden kaçırılmaktadır?

Mevlânâ değerlendirilirken, onun geçtiği “seyr-ü sülük”ün gözden kaçırılması, O’nun doğru anlaşılması önünde en büyük engellerden birisidir. Önce babası Bahâeddin Veled’den zahirî ilimleri, din ilimlerini, fıkhı, kelamı öğrenmiş; sonra da Seyyid Burhaneddin’in gözetiminde Kübrevviyye tarikatı usüllerine göre tasavvufî deneyim geçirmiş Mevlânâ, en son Şems-i Tebrizî ile ilahî aşk deneyimi yaşamıştır. Bütün bu psiko-tarihsel gelişmeler gözönüne alınmadan Mevlana’yı hakkıyla anlamak mümkün değildir.

Ben yaşadığım müddetçe Kur`ân`ın kölesiyim,

Ben seçilmiş Muhammed`in ayağının tozuyum,

Eğer benim bu sözümden başka bir şey nakledilirse,

O sözden de, onu nakledenden de şikâyetçiyim…”

Mevlânâ’yı İslam’dan bağımsız anlamak, Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’in sünnetini bilmeden kavrayabilmek mümkün değildir. Ancak özellikle yakın dönemdeki eğilimler, adeta, O’nu İslam’dan ayırarak hümanist bir filozof durumuna sokmaktadır. Bunun kasıtlı sebeplerini bir tarafa bırakarak, kasıtlı olmayan sebeplerini anlamaya çalışmak çok önemlidir.

Mevlânâ’nın kendisi, özellikle Mesnevî’den, herkesin kendi kapasitesince birşeyler alacağını söylemektedir, bu yüzden anlamın tekliğini savunmak bir anlam despotizmine yol açacaktır. Ancak o anlamı oluşturan elementleri de tek tek ortaya koyabilmek gereklidir kanımca.

Bütün büyük eserler gibi Mesnevî ve Divan-ı Kebîr de anlaşılırken o eserlerdeki katmanları değerlendirmelidir. Dante bir eserdeki anlamın 4 katmanlı olduğunu söylemektedir (Rene Guenon, “Dante ve Ortaçağ’da Dinî Sembolizm”) : zahirî anlam, siyasi-sosyal anlam, felsefî anlam ve metafizik anlam (Rifat Okudan, Mesnevî’yi Okumak;Mesnevî’yi Anlamak Tasavvuf Dergisi Sayı 14 Mevlana Özel Sayısı). Bu anlamda Mevlânâ’yı ve O’nun eserlerini anlamak için bu katmanların her birisini göz önüne almak gereklidir.

Mevlânâ’nın eserlerini hümanist felsefenin ürünlerinden görmek, işte bu katmanların varlığını göz önüne almamak sonucu gelişen bir hatadır. Bu hata, bir taraftan derin bir ontolojik hatadan, diğer taraftan da O’nun eserlerindeki İslamî ve metafizik (Rene Guenon ezoterik diye adlandırır) mananın gözardı edilmesinden kaynaklanır.

Batı’nın, genelde Uzakdoğu dinlerine ve öğretilerine yaptığı özünden ayrıştırma ve soysuzlaştırma işlemi, bir anlamda yoğun şekilde Mevlana için de yapılmaktadır. Batı ülkelerindeki “new age” tarikatların, Taoizm, Budizm ve Hinduizme yaptıkları makyaj üzerinden onları ele alış tarzları ile Batı’daki ve ülkemizdeki çoğu insan ve grubun Mevlana’yı ele alış tarzlarındaki rahatsız edici yakınlığı incelemek Mevlana’nın yanlış ya da eksik anlaşılmasının da sebeplerini anlamak için elzemdir bence.

Batı`daki new age tarikatların büyük çoğunluğu, derin bir irfanî geleneğin taşıyıcısı olan bütün o Uzakdoğu dinlerine; Lao Tzu ve Taoculuğa, Buda ve Budizme, Hinduizmin öğretilerine öteden beri “popcorn din” muamelesi yapıp, onları özlerinden soyarak ve “tanrısız bir mistisizmin aracı” haline getirerek bu dinlere ve öğretilere tartışmasız en büyük kötülüğü yapmaktadırlar (Ananda Coomaraswamy, Rene Guenon ve Frithjof Schuon gibi Gelenekselci Ekolün düşünürlerinin kitaplarında bu konuda oldukça doyurucu incelemeler mevcuttur).

Öncelikle Mevlânâ’yı hümanist bir filozof saymanın ontolojik bir hata olduğunu söylemeliyiz. Hümanist felsefenin en önemli tarihsel kişiliklerinden biri olarak tanıtılan Mevlânâ`nın hatırası karşısında, sanırım bundan daha büyük bir yanlış anlama olamazdı.

Hümanist felsefe, ontolojik olarak “insan”da başlar ve “insan”da biter. Yani, insana ve insan-doğa ilişkisine dair her türlü değerin üreticisi de insanın yine kendisidir. Hümanizm, bu anlamda Heidegger`in Batı metafiziğine getirdiği çok isabetli eleştirilerde de dile getirdiği üzere, “varlığı ontolojik olarak ele aldığını” söylediğinde bile aslında ontolojik olarak ele almaz; onu epistemolojik bir bilgi nesnesi haline getirerek “varlık”ı “varolan”a indirger. Bu suretle de felsefenin(ve bilginin tümünün) “hakikat” ve “varlık” ile bağını keser.

Sanıyorum, Mevlânâ`ya yapılabilecek en büyük kötülük de onun eserlerini İslâm tasavvufunun en derin ontolojik bilgisinden soyutlayarak, bu yolla özünden ve bağlamından koparmaktır. İslâm tasavvufunda -ve elbette Mevlânâ`da- bütün varlığın O`ndan olduğu ve ontolojik olarak en üstte olmazsa hiç bir şeyin var olamayacağı bir Allah düşüncesini gözden kaçırırsak, Hz. Mevlânâ`yı dosdoğru anlayabilmiş olur muyuz?

Mevlânâ’yı hümanist filozof olarak değerlendirmek, metafizik katmanı görmezden gelmek ve meyvenin özünü çıkarıp kabuğunu yemek gibidir. Halbuki Mevlânâ filozoflara “tek kanatlı kuş” benzetmesini yaparak, tek başına felsefenin hakîkate ulaşmada yetersiz olacağını söyler.

Mevlânâ’ya göre akıl, bağlama, sınırlama manasına geldiği için, değeri sadece belirli alanlarda ortaya çıkar. Ama hakîkate ve Allah hakkındaki bilgiye ulaşmada, aklın, mahiyeti gereği mutlak hakîkati de sınırladığı için başarısız olacağını söyler. Mevlânâ için, mutlak varlık, sonsuz olduğu için akıl gibi bölerek algılayan bir şey ile yanlış ve eksik algılanacaktır (Yüksel Göztepe, Tasavvuf Dergisi Mevlânâ Özel Sayısı). “Akıl, padişahın sarayının kapısına kadar getirir, ama içeri girmen için yetmez. İçeri girmek için aşk gereklidir. (Mesnevî’den)”

Mevlânâ’nın eserlerini anlamak için O’nun geçirdiği süreci incelemeliyiz. Meclis-i Sebâ daha çok fıkhî, kelâmî konuları ele alırken, Şems-i Tebrîzî ile birlikte, geçirdiği derin değişimin görülebildiği Divan-ı Kebir, yoğun bir ilahi aşktan kaynaklanan bir taşma – coşku olarak değerlendirilmelidir. Divan-ı Kebir ilahî aşkın yoğun tezahürlerini görebileceğimiz gerçekten büyük bir eserdir. Bir mutasavvîfın fena makamına, aşk makamına, yokluğa eriştiği ve vahdette kaybolduğu zaman yaşadığı tecrübeleri mecazî bir dil ile dile getirdiği için Divan-ı Kebir, anlaşılması çok zordur. Aynen, Hallac-ı Mansur’da, Beyazid-i Bestamî’de olduğu gibi, bu makamda söylenen sözler, sûfinin kendi benliğini yitirip, Allah’ta fena bulması sonucu söylenen sözler olduğu için, o deneyimi yaşamayanlarca yanlış anlaşılabilirler. Divan-ı Kebîr de işte böyle bir eserdir. Aşk olmazsa anlaşılması çok zor bir eser!

Mesnevî ise bir sûfinin fenadan sonra geldiği makam olan beka makamına delalet ediyor bence. Mevlânâ’nın tasavvufî olarak en olgun haline eriştiği ve bu deneyimi metaforik, mecazî bir dille ama Divan’a göre daha kolay anlaşılır bir şekilde dile getirdiği Mesnevî, sadece İslam edebiyatının değil, dünya edebiyatının da en büyük eserlerindendir.

Mesnevî’yi anlamak büyük oranda Mevlânâ’nın olgunluk dönemi fikir ve deneyimlerini anlamak demektir. Burada yine Dante’nin formulasyonu devreye girmelidir. Mesnevî’de, görünürde basit olan her hikayede Kur’an ayetleri ve hadisler, hikayelerin metafizik anlamını imlemek için kullanılır. İlk üç katman; zahiri, siyasi-sosyal, felsefi katmanın anlaşılması için salt akıl, toplumsal olayların analizi ve bilgi yeterliyken, son katmanın anlaşılması tamamen deneyim ile ilgilidir. İşte bu noktada sûfinin yaşadığı tasavvufî deneyim önemli hale gelir. Ancak unutmamalıdır ki bu mistik deneyim sonucu anlaşılanlar, zahiri anlamı kapsayan ve açıklayan bir durum arzeder, onu ilga etmez.

“…Ve bu Mesnevî kitabı, Mısır’ın Nil’i gibi sabırlılara su; Firavun’un soyuna ve kafirlere hasret ve ziyandır. Nitekim Allah Azîmuşşan, ‘bir çoğunu onunla dalalete, bir çoğunu da hidayete ulaştırır. Onunla, ancak fasik olanları dalalete sevk eder(Bakara, 26)’ diye buyurmuştur. Ve bu güzel kitap, gönüllerin şifası, hüzünlerin gidericisi ve Kur’an-ı Kerîm’in açıklayıcısıdır. Ruhani rızıkların bolluğuna, ahlakın güzelleşmesine yol açar. Ancak, alemlerin Rabb’ının ilhamıyla, hayır sahibi katiplerin elleriyle yazılmıştır…(Mesnevî’nin önsözünden)

Mevlânâ’nın yazdığı bu satırlar, aslında Mesnevî’nin anlaşılması için de bir işaret veriyor. Zahirî anlamın, ancak Kur’an göz önüne alınarak ve tasavvufî bir deneyimle taçlandırılan batınî bir anlamla tamamlanacağını, bu mistik, ezoterik anlam tamamlaması olmadığı sürece anlaşılmanın eksik olacağını söylemek sanırım doğru bir açıklama olacaktır.

“Batınî anlamın elde edilmesi ise tasavvufta “keşf” denen bir deneyimle ilgilidir. Tasavvufta keşf, sadece bilgi elde etme yöntemi değil, anlama ve idrak yöntemidir. İfadeye ve ibareye dayalı anlama, lafız-mana ilişkisi üzerine kurulurken; irfana ve ilhama dayalı anlama yöntemi, zahir-batın, ruh-ceset ve akıl- kalb ilişkisi üzerine kurulmuştur. Bu ikinci metoda göre anlama tezmine dayanır. Bu durumda, lafzın, ibaresinin ötesinde ve derinliklerinde saklı ve gizlenmiş asıl mana olan mazmunu bulmaya çalışır. Bu bulma da yine keşf ve ilhama dayanır. Hads ve keşfin olması için mutlak olanla aramızdaki bütün varlık perdelerinin kalkması gerekir. Lafız da mazmunu örten perdelerden birisidir. ( Rifat Okudan, Tasavvuf Dergisi, Mevlana Özel Sayısı) ”

Mesnevî’de kullanılan mazmunlar ve mecazî dil, batınî, metafizik katmana ulaşamamış yorumcular tarafından direkt zahir manasıyla alındığında, Mevlânâ’nın kast etmediği anlamlar ortaya çıkabilmektedir. Bana kalırsa Mevlânâ ve mutasavvîfların çoğu için söz konusu olan bu yanlış anlamaların tümü, zahirde takılı kalıp keşf bilgisine vakıf olamamaktan kaynaklanıyor. Mevlânâ şarap diyor, hemen onu İslam’daki içki yasağını gevşeten bir hoşgörüye sahip birisi olarak yorumluyoruz. Aşk diyor, o aşkın ilahî boyutuna tanık olamadığımız için, mecazî aşkla karıştırıyoruz. Varlıkların kademe kademe olduğundan bahsediyor, evrimci diye tanımlıyoruz. “Gel, ne olursan ol gel” diyor, sanki, gel ama geldiğin gibi kal diyormuş gibi değerlendiriyoruz. Elbette keşf herkesin harcı değil, belirli bir seyr-ü sülük sonucu elde edilen birşeydir. Ancak, keşf ile elde edilen bilgiye ulaşamasak da en azından gördüğümüz zahiri mananın, esas mananın dışındaki kabuk olduğunu bilmek ve içerideki öze ulaşabilmeye çalışmak Mevlânâ’yı anlama çabasında olan herkes için elzemdir.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:Suzannur Tarih: Oca 3, 2009 | Reply

    Tasavvuftaki metaforları bilmeden tasavvufi bir metin okumaya başlamak, sakiyi içki sunan kişi; badeyi içki; meyhaneyi içki içilen yer sanmak… olacaktır, oysa bu metaforlerın anlamını bilmek, sakinin mürşid olduğunu, badenin Allah aşkı olduğunu, meyhanenin dergah olduğunu… anlamı baştan aşağı değiştirecek ve sizi bir yolculuğa çıkartacaktır(ya da sadece bilmeye yarayacaktır da idrak olmayacaktır). Hüdhüd kuşunun peşine takılan kuşlar gibi… (Mantıkut Tayr’daki)
    Evet, herkesin nasibine bir şeyler düşüyor yeter ki nasibini aramayı bırakma. Bıraktığında soruların cevapsız kalıyor, çünkü sorusuz kalıyorsun. Akıl mı soruları soran, akıl mı soru sormayı bırakan/bıraktıran? En kötüsü sorusuz kalmak.Sormak için cesaret(akıl ve cesaret!, akılla yola çıkan cesareti ne yapsın?) gerekiyor ve o yoksa, Hüdhüd’ün arkada bıraktığı kuşlardan birisi oluyorsun. Metaforik anlam ve kapalı anlam. Neler deniyor aslında, iş ki anlayana… Anlattığın kim, sen mi başkaları mı? Giden kim? ya inleyen ney? Kimin ney’i inlemeyi bırakırsa sorusuz kalıyor.
    İnleyen kimin neyi, kimin ney’i?
    Musikar kuşu… Kiminin bahtı…
    Dinlemek… Kiminin bahtı…
    Duymamak bahtsızın bahtı…
    Dinle neyden…şikayet etmede :)Bu ney’in nesi? Kimin ney’i?

  1. 1 Trackback(s)

  2. Ara 17, 2015: Hazret-i Mevlânâ ve Mevlevilik Hakkında Sıkça Sorulan Sorular – M. Fatih Çıtlak – İSBEK

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin