RSS Feed for This Post

AKP’nin hikmetinden sual olunmaz!

AKP’nin son dönemlerde gösterdiği ciddi değişim, bu değişimin konjonktürel mi, yoksa yapısal mı olduğu sorusunu gündeme getirdi. Kimilerine göre bu değişim, AKP’nin konjonktürel bir tavır alışıydı, kimine göre ise yapısal bir sorundu.

Değişimin, ceberrut devlet anlayışına onay veren yönde olması ve AKP’nin kuruluşunda ve ilk birkaç yılında savunduğu devrimci değişimlere ters bir eğilim göstermesi, sorunun, belirli bazı konjonktürel olayların tetiklediği ama yapısal bir sorun olduğunu düşündürtüyor. Bu yapısallığı, bence, evrensel bazda mazlum, zalim ilişkisinin tersinirliğinde, ülke bazında ise, demokrasinin özümsenememesinde aramalıdır.

Dünya tarihi mazlumların, çok hızlı zalimleşme potansiyeli gösterdiğinin kanıtları ile doludur. Bir soykırıma uğramış Yahudilerin, İsrail’de benzer soykırımı Filistinlilere yapması bu mazlum- zalim tersinirliğine en önemli örneklerden birisidir. Mazlum, bir dönem ezilmenin, horlanmanın, itilmenin cezasını, kendisi güç sahibi olunca bir başkasına yansıtma eğilimini gösterir çoğunluk. Ancak ilke sahibi olanlar mazlum olmaktan zalimliğe geçmez, geçmiş mazlumluklarının, başka mazlumların da hâlini anlama yönünde kendilerine katkı yapmasına izin verirler.

AKP, bu ülkede, çevrede kalmış bir kesimde temsil kabiliyeti bulması ve bu kabiliyetin, tüm ezilenlerde, itilmişlerde, yani merkez dışında tutulmuşlarda karşılık bulmasıyla büyüdü. İlk birkaç yılında, bu ülkede çok az iktidara nasip olan bir devrimci yön gösterdi. AB reformları olsun, demokratikleşme çabaları olsun, AKP’yi Ahmet Altan’ın dediği gibi birçok mazlumun gözünde bir umut hâline getirdi. Maruz kaldığı çeşitli türden darbe girişimleri, AKP’nin, bu ülkede demokrasi isteyen, insan haklarına dayalı adil bir idare isteyen çoğu insan gözünde mazlum hâline gelmesine ve son seçimlerde ezici bir güçle tekrar iktidar olmasına sebep oldu. Çünkü AKP, statükoya karşı bir konumda duruyor gibiydi. Bu da bu partiyi dışarda kalmışlar açısından makbul hâle getiriyordu.

AKP’nin seçim öncesi Kürt politikası da, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde çok büyük oy almasına sebep oldu. Çünkü statükonun, devlet erkinin söylediğine itiraz eden, yeri geldiğinde ters politikalar sunan bir yönü vardı AKP’nin. Başbakan, seçim öncesi Doğu ve Güneydoğu gezilerinde son derece coşku ile karşılanmış ve büyük iltifata mazhar bırakılmıştı.

Seçim sonrası, ama özellikle son birkaç ay, AKP’de büyük değişimler gözlenmeye başlandı. Başbakan’ın tek bayrak, tek vatan söylemlerini eleştirenleri ülkeyi terk etmeye çağırması, Başbakan Yardımcılığına Kürt meselesi konusundaki milliyetçi şahin tavırlarıyla bilinen Aksu’nun getirilmesi, Savunma Bakanı’nın söylediği çok açık şovenizmi çağrıştıran sözler, AKP’nin değişimindeki görünen unsurlar olarak göze çarptı.

AKP’ye şimdiye kadar destek vermiş aydınların büyük çoğunluğu bu değişimi konjonktürel olarak değerlendirdiler. Ancak, bana kalırsa bu değişim AKP’nin içinde hâkim olan zihniyette içkin olan yapısal bir sorunun sonucudur.

AKP’nin içinde hâkim olan zihniyet, büyük oranda devletin kutsallığına inanan, muhafazakâr, milliyetçi, mukaddesatçı diye tanımlayabileceğimiz bir zihniyettir kanımca. Dolayısıyla devletin gücünün herşeyi kapsamasıyla, “hikmetinden sual olunmaz” devlet anlayışıyla bir sorunu olmayan, sadece bu devlet yapısı içinde yer kapma niyeti olan bir zihniyetin tetiklediği bir durumdur söz konusu olan. Devlet içinde kadrolaşmalar yeterince gerçekleşince, artık devletin gücünün sorgulanması zorunluluğu oradan kalkmış, yerine başka bir devletçi yapının kurulması hiç zor olmamıştır.

Başbakan’ın Doğu ve Güneydoğu gezisinde karşılaştığı tepkileri doğru yorumlayabildiği konusunda ciddi şüphelerim var. Seçim öncesi, şevkatini, sevgisini birazcık dahi olsa gösterdiği insanların kendisini coşkuyla karşılamasını ve ezici bir oy ile iktidara getirmesini övünç kabul eden Başbakan’ın, şimdi neden bu tepkilerin olduğunu da anlayabiliyor olması gerekli bence. Çünkü, son 1 yılda AKP ve Başbakan, statükonun onyıllardır tutturduğu dilin aynısını tekrarlamaktan, hatta bu dili çoğaltmaktan başka hiçbir şey yapıyor görünmüyorlar.

Aynı şekilde Gayrimüslimlerden büyük oy almış AKP’nin, şimdi onları güvercin tedirginliğine sokacak demeçler veren bakanlar çıkartması manidardır.

Devlet yapısının hantallığı, ceberrutluğu ve zalimliği karşısında uzun süre şikayetçi olmuş kişilerin şimdi aynı yapının ortasına kurulup yeni bir tür ceberrutluk yaratmaya başlamış olmaları da düşünmeye değerdir. Mazlum, eğer belirli bazı ilkeleri yoksa, güç sahibi olunca kolaylıkla zalimleşebiliyor demek ki!

AKP’nin başına gelenin, mazlumun, güç sahibi olunca zalimleşme eğilimi göstermesi olduğunu, ama bunun, büyük oranda ilke sahibi olmamaktan kaynaklandığını düşünüyorum . Demokrasiyi, sadece halk çoğunluğunun mutlak iktidarı olarak anlamlandıran bir zihniyetin, demokrasinin özümsenmesi, geliştirilmesi konusunda çok fazla açılım sağlayamaması da; devleti kutsallaştıran ve halkın üzerinde bir güç yapısı olarak konumlandıran bir anlayışın, zamanı gelince o devletin sopasını çıkarları için kullanması da; Kürt sorunu konusunu “hizmet” çerçevesinin dışında asla değerlendiremeyen bir anlayışın, hizmeti de kendi tekelci yorumlarıyla anlamlandırması ve bu konuda “devlet” erkinin dışında hareket edememesi de hep bu yapısal problemlerin dışa vurumudur. Türkiye’de hemen hemen bütün çevresel gruplar gibi (merkezi zaten saymıyorum bile), AKP’nin hâkim yönetici çoğunluğunun dahil olduğu çevrenin de demokrasi anlayışı sadece zülf-i yare dokunmayan konulardaki esnekliklerden ibaret olduğu için, bu yapısal sorunların bir takım konjonktürel tetiklemelerle gündeme gelmesi kaçınılmaz hale geliyor. Bir Müslüman olarak kabul etmeliyim ki bu ülkede İslamcı gelenekten gelenlerin de Kürt sorunu, azınlıklar sorunu, devletin erkinin sınırları sorunu gibi konularda hakim zihniyetle sadece ton farkı vardır. Dolayısıyla sağlam bir ilke olmayınca, çok sık yol kazaları olması da, kazadan değil, yolun yanlışlığından sayılmalıdır.

Trackback URL

  1. 5 Yorum

  2. Yazan:blue Tarih: Kas 30, 2008 | Reply

    Başbakanın bu “çark”ından sonra; AKP’nin zaten başından beri zoraki (AB sürecinden dolayı) reformist gibi göründüğünü düşünmeye başladım. Türkiye’nin AB sürecini ana maddesi yapacak liberal bir açılıma ihtiyacı var; böyle bir muhalefete şiddetle ihtiyaç var. Koltuk sıcak geldi ve vekillerimizin popoları uyuştu çünkü.

  3. Yazan:Hasan Tarih: Kas 30, 2008 | Reply

    AKP’nin değişimi konjonktüreldir. Bir dönem demokrasiyi ve AB yolunu tutması da konjonktüreldi, şimdi Milliyetçi olması da konjonktüreldir.

    AKP belli bir fikir akımına sahip parti değildir. Bir kimlik hareketi olma özelliğini ise yitirmiş durumda sayılamaz. Çünkü AKP’nin iktidara taşıdığı bu kimlik hareketi de aslında rejimin temel değerleri ile çatışan bir kimlik değil. Hatta rejim varlığının devamı için karşısına çıkan en büyük iki tehlike ile, yani liberalizm ve komunizm ile en etkin mücadeleyi bu kimliğe dair ögeleri ve değerleri ön plana çıkararak sağlıyor. Devlet ve bürokrasi ile olan iki yüz yıllık mücadele sadece entelektüel boyuttadır; AKP’nin temsil ettiği kimlik “paşasını, kaymakamını” her zaman çok sevmiştir.

  4. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Ara 1, 2008 | Reply

    Başlığa itirazım yok,yalnız “Derin devletin hikmetinden sual olunmaz!”sanki olan biteni tanımlamaya daha uygun gibi geliyor bana.

    AKP yi savunacak değilim,zaten son zamanlarda iyiden iyiye belirgenleşen “U”dönüşünden sonra savunulacak bir yanı da yok.

    Fakat AKP yi tek başına olayın merkezine almak ne kadar gerçekçi ve bizi gerçeklere götürmeye yeter mi?Bence hepimizin büyük resmi biraz daha iyi okumaya ve daha derinlemesine sorgulmaya ihtiyacı var.

    İşte nedenleri:

    1-Bir kere toplumumuzun halı hazırdaki profili AKP den çok da ilerde değil.Bir kaç nedenden ötürü:birincisi demokrasi,şeffaflık,Hukuk Devleti vs.gibi talepler henüz evrensel değerlerin tüm insanlığa getireceği yararları ve gerekliğine inanmaktan çok,bu değerler çoğunlukla imaj ve ülke itibari gibi kaygılar üzerinden değerlendiriliyor.Ki bu başlı başına bir paradokstur,zira toplumca içselleşmesi gerekenler deyim yerindeyse yapay ve göstermelik bir seyirden öteye geçemiyor.Yani Avrupa veya Dünya kamuoyu bizi böyle bilsin kaygısı ağır basıyor.Dolayısıyla hadisenin toplumsal boyutunda bir arızadan söz edilebilir.İkincisi,toplumsal dönüşüme henüz hazır olmayan ya da istekli görünmeyen bir dinamizm alttan yukarıya doğru siyasi partiler de dahil devletin diğer kurumlarını ne kadar dönüştürebilir?Bana göre böyle bir gelişme beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır.Zira dönüştürücü bir potansiyele sahip olamamış toplumlarda,kurumların tek başına değişim ve dönüşümde ön açıcı olmaları uzak bir ihtimaldir.
    2-Hadisenin bir de iktidar dengeleri boyutu vardır.Her ne kadar Parlamenter rejim,Anayasal değerler,Cumhuriyet kazanımları,Hukuk Devleti vb.söylemlerle demokratik bir rejim görüntüsü var ise de gerçekler farklıdır.Bütün bunların bir retorikten ibaret olduğu ve aslında yönetimin bir kaç kurumun elinde olduğu bir sır değil.Siyasi partiler,hükümetler,meclis,kabine falan hepsi sembolik ve göstermeliktir ve tek karar verici merci işte bu anılan kurumlardır.Yani Ordudur,Yargı Kurumlarıdır,Medyadır.Karar ve yetki bunlardadır.367 yargı darbesi,e-mıhtıralar,türban kararı,Sınır ötesi harekatı vd.bunun en çarpıcı örneğidir.Dolayısıyla demokratik seçim,Parlamenter rejim vs.pek sökmüyor,son kararı bu kurumlar veriyor.Eğer hafızamızı biraz zorlarsak AKP hükümetinin pek de Sınır Ötesi harekatına gönüllü olmadığı hatıralardadır.CHP,MHP ve medyanın zorlamasıyla tezkereyi çıkarmak zorunda bırakılmışlardır.O günlerde savaş coşkusunun okullara dek nasıl bir kampanyaya dönüştürüldüğüne hepimiz tanığız.Fakat ne yaptı hükümet?Günü kurtarma kaygısıyla iştirak etmiştir,kendi kararıymış gibi arkasında durmuştur.Şunu bir kere kabul etmek gerekir,şayet hükümet harekatın bir sonuç vermeyeceğini düşünerek ilk kararında ısrarcı olsaydı ülkemizin daha büyük bir kaos ve karmaşa ortamına sürüklenmesi an meselesiydi…Savaş tam tamtamları çalan Baykal ve bir kısım medya kışkırtma sonucu halkı ayaklanmaya kadar götürebilirlerdi.Dolayısıyla AKP,kararlı bir tutum gösterememiş,iradesini ortaya koyamamıştır.Ancak kabul etmek gerekir ki o hararetli ortamda başka seçenekleri de pek kalmamıştı.Ha bütün bunlar elbette AKP nin izlediği politikayı meşru kılmaz,aklamaz da.Ne var ki madalyonun diğer yüzünü de doğru okumadığımız takdirde ülkemizde olan bitenleri eksik okuruz ve gerçekleri ıskalarız.

    Şimdi gelelim AKP nin çark etmesine.Bana göre bu çarketmek değildir.Aksine en kritik bir dönemde bir yol ayrımına gelmişlerdir:ya devletin gerçek iktidar sahiplerine rest çekeceklerdi ya da iyi geçinmeyi seçerek uyum sağlama yoluna gideceklerdi.AKP ikinci yolu seçti.Kendisinden beklenen umutları boşa çıkararak iktidar ve siyasi hesapların derdine düştü.Tabii reformdu,demokratikleşmeydi,AB üyeliğiydi hepsini gözden çıkardı.Çıkarmak zorundaydı zira ya yardan ya da serden olacaktı.İşte hikayenin arkaplanı bundan ibaret.

  5. Yazan:snowqueen Tarih: Ara 1, 2008 | Reply

    AKP, ne zaman “ezilen” kesimin yanında oldu diye sormak gerekir önce. Mazlumun yanında olmak,
    dogalgaza %80 zam yapıp, seçim zamanı kömür dağıtmak değildir. Sosyal devlet yerine, sadaka devletine “Allah razı olsun” deme pratiği üzerine kurulmuş siyasi yapılar, şeklen mazlumun yanındayMIŞ gibi yaparken, en büyük rantları elde etti.

    AKP’den demokrasi beklemek ise, gerçekten nafile bir yol. AKP kendi statükosunu ve derin devletini yaratacaktır, (ki yarattı da)çünkü işin mayasında demokrasi ve çoğulculuk anlayışları gelişimini tamamlamamış.
    “demokrasi benim için amac değil araçtır”dan, bir level atlayıp “demokrasi benim gibiler için olmazsa olmazdır”a geçildi sadece. Hangi insan hakkı? Tayyip Erdoğan’ın kendisi daha farklı seslere tahammüllü değilken, politikalarını nasıl daha farklı şekillendirebilir.

  6. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Ara 5, 2008 | Reply

    Karşılıklı mücadelelerde zafere ulaşabilmek için herkes iki amaç güder.
    En doğru pozisyonda, en sağlam biçimde durmak.
    Ve, rakibinin en zayıf yerini ortaya çıkarmak.
    Yapılan hamleler hep bu iki amaca yöneliktir.
    Rakibi, bulunduğu sağlam pozisyondan kımıldatıp onun zayıf yanını yakalamak için de zaman zaman “kandırıcı” hamleler yapılır.
    Futbolda buna çok rastlarız.
    Yolunu kesen savunma oyuncusunun duruşunu bozmak isteyen futbolcu, onu yerinden kımıldatabilmek için bir yana gidecekmiş gibi yapar.
    Savunma oyuncusu da onun bu hamlesini önleyebilmek için o yana doğru döndüğünde, rakip onun diğer yanından geçer.
    Eğer savunma oyuncusu, rakibinin hamlesine göre pozisyonunu değiştirmese, aslında karşısındakinin amacına ulaşmasını engelleyecektir.
    Ama durduğu yerde duramaz ve kendisinden beklenen hareketi yapıp, pozisyonunu zayıflatır.
    İyi bir oyuncu, karşısındakinin amacını sezebilen, onunla birlikte hareketlenmeyen, kendi hareketini kendi belirleyen oyuncudur.
    Aynı şey savaşta da geçerlidir.
    Ordular, birbirilerini yaptıkları “sahte” manevralarla kandırıp kımıldatmaya uğraşırlar.
    Saldırıyı kuzeyden yapacakmış gibi bir izlenim verip, rakibin güçlerini oraya yığmasını sağlayarak güneyden, düşmanın “zayıflamış” yanından saldırır.
    Japon yönetmeni Kurosawa’nın o muhteşem filmini seyreden herkes hatırlar.
    Eski çağlarda ünlü bir komutan, savaşa girişmeden önce gidip savaşın olacağı meydanı görür, en sağlam yeri seçer ve savaş başlayınca ordusunu oraya yerleştirir.
    Daha sonra düşman hangi hamleyi yaparsa yapsın ordusunu yerinden kımıldatmaz.
    Ve bu taktiğini de hep aynı cümleyle açıklar:
    – Dağ kımıldamaz.
    Bütün savaşlarını kazanır bu taktikle.
    O öldüğünde oğlu yerine geçer.
    Babasının öğüdünü dinlemeyip, düşmanın hamlesine uyarak ordusunu kımıldatır ve yenilir.
    Savaş tarihine baktığınızda aslında bunun örneklerini çok görürsünüz.
    Ve şunu öğrenirsiniz:
    Rakibinin her hamlesine göre kımıldama.
    Senin için en iyi yerde, en sağlam biçimde dur.
    Başbakan Tayip Erdoğan, savaş tarihiyle ya da Kurosawa’yla hiç ilgilendi mi bilmiyorum ama uzun yıllar futbol oynadığını herkes gibi ben de biliyorum.
    Çalımın ne olduğunu iyi hatırlaması gerekir.
    Ama sanırım ciddi bir çalım yedi.
    Anayasa’da Mahkemesi’nde AKP aleyhine kapatma davası açılmıştı.
    Bugün arttık anlaşılıyor ki “amaç” AKP’yi kapatmak değildi.
    Onun “pozisyonunu” bozmaktı.
    Ve, bu hamle başarılı oldu.
    “Suçludur ama şimdilik kapatmayalım” gibi dünyanın en tuhaf kararlarından birini veren Anayasa Mahkemesi, bir anda AKP’yi sistemin esiri haline getirdi.
    “Durduğu yerde durmanın” aleyhine olacağını düşünen iktidar partisi şaşırdı.
    Bana sorarsanız yapması gereken, 22 Temmuz’daki duruşunu aynen muhafaza ederek derhal seçime gitmekti.
    22 Temmuz’daki pozisyonu “en sağlam” pozisyondu çünkü.
    Bir seçim başarısıyla orduyu gerilettiği gibi yeni bir seçim kazanarak yargıyı da hukuk çizgisinin içine itebilir ve iktidarını halkın desteğiyle güçlü bir şekilde sürdürerek önemli reformlarla Türkiye’nin sorunlarını çözebilirdi.
    AKP bunu yapamadı.
    Onun yerine pozisyonunu değiştirdi.
    Birdenbire askerin yanına geçti, Kürt meselesinde şovenleşti, sivil anayasayı rafa kaldırdı, Avrupa Birliği’nden uzaklaştı.
    Zaten, “karşı tarafın” AKP’yi götürmek istediği yer burasıydı.
    Çünkü bu politika AKP’yi önce sarsar, sonra bitirir.
    AKP’yi kendi kendine yedirirler böylece.
    Futbol diliyle söylersek, AKP ters tarafa yattı ve top yanından geçti.
    Şimdi, AKP’ye yeni bir şans tanıyan gelişmeler oluyor.
    CHP ve MHP politika değiştiriyor.
    Anayasa Mahkemesi’nin suç olarak gördüğü “türbanı” CHP sahipleniyor.
    CHP, çarşaflı, başörtülü, türbanlı kadınları partisine kabul edip, “artık tek parti döneminde değiliz” diyerek bu politikayı savunurken dönüp de Anayasa Mahkemesi ile yeniden “türban” konusunda işbirliği yapamaz.
    Zaten suç olmayan türbanı, CHP bir kere daha “suç olmaktan” çıkardı.
    Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi en fazla sıkıştırdığı noktadaki düğümü çözdü, AKP’nin de elini rahatlattı.
    Sistemin diğer partisi MHP de Alevilik konusunda ileri bir adım atarak, Alevi sorununun çözümünü kolaylaştırdı.
    Özellikle CHP’nin yeni siyasi manevrasından sonra AKP’nin “laiklik karşıtı odak” suçlamasıyla korkutulması zor.
    Başbakan Erdoğan, dağılan “birliklerini” yeniden toplayıp, Avrupa Birliği’nin özgürlük anlayışına sahip çıkarak o eski sağlam pozisyonuna geri dönebilir.
    Bütün hatalarına rağmen, bugünkü partiler arasında Avrupa Birliği’nin özgürlük ölçülerini Türkiye’ye getirmeye hâlâ en yakın parti AKP.
    AKP, “düştüğü” yerden kalkabilir mi, kendini toplayabilir mi, Avrupa Birliği yoluna tekrar çıkabilir mi, bilmiyorum.
    Ama bunları yapmazsa bu “savaşı” kaybeder.
    Ters tarafa yatıp “dağı kımıldattı” çünkü.

    Ahmet Altan-Taraf

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin