RSS Feed for This Post

Dokuz Yüz Katlı İnsan

20081015_derin_dusunce_org_900_katli_insan.jpg 

“A güzelim yoldaşım, sen alelade tek bir adam değilsin ki. Sen bir alemsin,sen bir derin denizsin. O senin muazzam varlığın yok mu, O belki dokuz yüz kattır. O, dibi, kıyısı bulunmayan bir denizdir, yüzlerce alem o denize gark olur gider. “ ( Mesnevi’den…)

Hayatımızda zaman zaman çok şiddetli med-cezirler yaşarız. Bu dalgalanmalar çoğunlukla doğum sancısı gibi yeni duruşlar, yeni varoluşlarla birlikte yeni sorular da yaratır. Ayşe Şasa’nın, anılarında anlattığı bir şey vardır. Ayşe Şasa, şizofreniden muzdarip hastane odasında yatıyor ve derin acılar çekiyorken, kimliği belirsiz biri tarafından masasının ucuna Fusus’ul Hikem’in bırakıldığını ve bunun ,kendi hayatını kurtardığından bahseder.  Leyla İpekçi de, 6-7 ay önce, bana  Mustafa Merter’in Kaknüs yayınlarından çıkan ” Dokuz Yüz Katlı İnsan” adlı kitabını önermişti. Kitabı o ilk okumamdan sonra da çok beğenmiştim, ancak şu sıralar tekrar okudum ve kitap hakkında o sıralar yazdığım bir yorum yazısını tekrar revize edip göndermek istedim, büyük bir istekle.

Mustafa Merter, uzun yıllar yurt dışında psikiyatristlik yapmış ancak kabına sığamamış bir yolcu. Bana Rene Guenon’un yolculuğunu hatırlatır şekilde, hayatını anlamlandırmak, kendisini tanımak, huzur bulmak için oldukça fazla şey deneyimlemiş. 10 yıldan fazla meditasyonla uğraşmış, hatta bu konuda usta seviyesine gelmiş ve sonunda da İslam Tasavvufu ile tanışıp hayatına ve psikiyatristlik anlayışına yepyeni bir yol çizmiş birisi. Çoğumuzda olduğu gibi hayatında çok yoğun depresyonlar, kaçışlar yaşamış. Kitap, aslında Mustafa Merter’in kendi iç yolculuğunu psikiyatrinin ve psikolojinin insanla ilgili arayışlarıyla yoğurduğu oldukça samimi bir iç döküş olmuş.

Kitap, Sigmund Freud’dan Jung’a; Adler’den Anna Freud’a; Melanie Klein’dan  Karen Horney’e; William James’den Abraham Maslow’a; Charles Tart’tan  Kevin Wilber’e ; Irving Yalom’dan Erich Fromm’a psikolojinin ve psikiyatrinin hemen hemen tüm ana ekollerinin yorumlu bir özetiyle başlıyor. Batı psikoloji ekollerinin kapsamlı özetiyle birlikte bu ekollerin insanı anlamada ve psikiyatrik rahatsızlıkları tedavi etmede katkıları ile birlikte yetersizlikleri de sorgulanıyor.

Batı Medeniyetiyle ilgili yaptığı yorumlarda , batı medeniyetinin ve bu medeniyetin, sonuçlarını dünyanın tümüne sirayet ettirdiği zihniyetinin derinlemesine bir analizi yapılıyor ve bu medeniyetin kendi çöküş sürecini hazırlayan zihniyeti adeta bir sufi gözüyle sorgulanıyor. Sadece sorgulama değil, aynı zamanda temelini, doğu irfanında, tasavvufta ; Mevlana’da, İbni Arabi’de bulan  zihniyetin çözüm için neler yapabileceği anlatılmaya çalışılıyor.

” Batı dünyasına ritm veren psikoloji binası şu temeller üstüne kurulmuştur:

İnsanın aslı kötülük ve kaostan ibarettir.

İnsan diğer insanlardan apayrı bir varlıktır,aidiyet duygusu yoktur,insanlar arasında görünmez duvarlar söz konusudur.

Her insan kendi evrenin yıldızıdır.

Bu dar görüş ritm veren bir paradigma olarak sadece sosyal bilimlere değil, tüm bilimlere yansıdı ve içinde yaşadığımız dünyayı oluşturdu. Yukarıda sözü edilen ,insanın şerefini kurtarma çabaları,insancıl ve benötesi psikoloji ekolleri ,toplumun gidişatını etkileme açısında kısmen marjinal kalarak pratiğe aktarılamadı.

Başlangıçta Batı psikoloji bilimi, nefs kategorilerini tanımadığı için insanın sadece nefs-i emmare’den ibaret olduğunu sanmıştı. Nefs-i emmare’nin şehvani yönünün tatmin edilmesi ve özgürce yaşanması ile insanın daha mutlu olacağına inanıldı ama sonuç ne yazık ki tam tersini gösterdi. Daha sonraları ortaya çıkan benötesi ekolü,insanın kim olduğunu fark etmeye başladıysa da ontolojik “yükselmenin” metodolojisini oluşturamayarak nefs-i emmareyi cilalamaya devam etti.

Freud’dan sonra geliştirilen benötesi ekolü dahil, tüm psikoloji ekollerinin ortak noktası , son tahlilde nefsin alt katmanlarına ışık tutmaları , yani nefs-i emmarenin arzularını tatmin etmeleridir. Böylece narsisist-bencil varoluş tarzı hem onaylanmış hem de teşvik edilmiş olur. İnsan hep daha fazla ‘almaya’ teşvik edilir ve ‘vermenin’ almaktan sonra geldiği vurgulanır. Böylesi bir hedonist akıntıya kapılan insan, verici olmayı bir türlü benimseyemez ve narsisizmözseverlik hastalığı toplumu sarar. “

İnsan bilincinin ve nefsinin derinlemesine bir analizini yapan Merter, tasavvuftaki nefs mertebeleriyle psikolojinin bilinç ve bilinç altı ilişkileri arasında ilişki kurar. Batı psikolojisi nefsin üst katmanlarında habersiz olduğu için yazarın tabiriyle sonsuz yükseklikte insan gökdeleninin sadece bodrum katındaki nefs-i emmare ile ilgilenir. Ancak insan ,yaratılışında metafizik yükselmeye zorunlu bir varlık olduğu için, aynı nefs katmanında kalması onda sıkıntı,kaygı,ölüm korkusu gibi çağın sorunlarını yaratır.

Mevlana’nın sazlıktan kopup, anayurdundan kopan Ney’in ağlaması metaforu benzeri Merter de Wilber’in okyanustan kopan ama okyanusun tüm bilgisine sahip olan “damla” metaforunu kullanır. Damla okyanusa kavuşmak ister . Allah’ın isimleri kainatta tecelli eder. Eşyada Allah’ın sadece bir belirli isimleri tecelli ederken, İnsan’da Allah’ın tüm isimleri tecelli eder. O isimlerden istediği karışımı yaparak bir kakafoni ya da bir senfoni yapmak insanın kendisine düşer. İşte tam da bu anlamıyla insan Allah’ın yeryüzündeki halifesi ve “eşref-i mahlukat”tır.

” Bana en zor gelen , diğer insanlara göre ayrıcalıklı bir varlık olduğum kanısını terk etmekti (bunun için hala uğraşıyorum) ! Senelerce uyguladığım meditasyon teknikleri sonrasında farkına varmadan içimde enaniyetmanevi bir narsisizm oluşmuş, ortaya çıkan hallerin ve ışığın kendimden kaynaklandığını sanmaya başlamıştım. Tevazu gibi görünen bütün davranışlarımın altında gizli bir gurur yatıyordu. “

Yolda olan , samimi olarak ontolojik yükselme peşinde olan, o kapıyı hep açık bırakan bir insanın samimi itiraflarını da okuyoruz kitapta.

” Bu aşamadan sonra ego ve nefse yani psikosomatik varlığımıza sürekli yeni roller, yeni kılıflar biçilir ve böylece egonun ‘hayat projesi’ başlatılır. Ana hatlarıyla bu proje ,damlanın acizliğini ve sonluluğunu hatırlatacak tüm işaretlereden kaçınmayı öngörür. ‘ben ve o’ diyerek mekanı oluşturduktan sonra, dünyevi zamanın nasıl zuhur ettiğinden bahsetmiştik. Geçicilik bilincimizde biriktirdiği hatıralar ,zamanın aslında olmayan öncesini ; ölümden kaçmak için türettiğimiz günlük arzu, istek ve eğilimlerimiz ise tasavvur ettiğimiz zamanın sonrasını oluştururlar. Böylelikle suni bir şekilde hayaller üzerine kurulu bir zaman kavramı ortaya çıkmış olur…

Özetlersek ,ego ve nefs ‘iniş sırasında gittikçe tevhid şuurunun kapısı olan ‘an ‘ bilincinden biraz daha kopar. Yapısını oluşturmak için geçmişi bu anın üzerine bindirir (bugünü geçmiş haritasına zoraki uygular) , yok olmaktan korktuğu için de hep geleceği tasarlar. “

İnsan gökdeleninde üst katlara çıkarak aslında sırların sırrı “Can”a yaklaşırız.

” Can’ın gölgesi olmazmış! Bildiğimiz gibi ışığa karşı durursak arkamızda bir gölge oluşur ve o gölge sürekli bizi takip eder.! Işığa doğru yürürsek gölgeyi göremeyiz, ama ışığın tersine gidersek gölge hep karşımızdadır. Gel seni yakalayayım deyip üstüne atlasak başaramayız. Peki sen gerçekten var mısın ,yok musun desek, bize gülümser ve ‘bu sana bağlı,hem varım hem yokum”

Kitapta bu kısmı okuyunca irkildim. Gölgeler Jung psikolojisinde bizim en alt katta yaşayan ve ne zaman ortaya çıkacağı belli olamayan karanlık taraflarımız. Bunların çıkıp çıkacağı bizim ışıkla olan konumumuza bağlı değil mi? Biz başka insanlarla da ilişkimizde yazarın da dediği gibi, bulunduğumuz ontolojik konuma göre kendi nefsimizin gölgelerini karşımızdakine yansıtıyoruz çoğunlukla. Bundan kurtulmanın ve eşyanın ve insanın  hakikatini görebilmenin yolu ise mutlaka ontolojik olarak nefs kademelerinde yükselmekten geçiyor. Bunu İbni Arabi’nin Fusus’ta geçen bir örneklemesinden hareketle “nefesini tutan insan” metaforuyla açıklamaya çalışmış Merter. Nefesini vermeden öylece bekleyen insan nasıl bir sıkıntı, daralma ve boğulma duyuyorsa, ontolojik olarak aynı nefs katında duran insan da aynı sıkıntıya sahip oluyor. Bunu çözmenin yolu bizi “yükseltecek” yolları bulmaktan geçiyor. İbni Arabi bu örneği “Ayan-ı sabite”nin görünen maddi dünyanın eşyası haline gelme zorunluluğunu anlatmak için kullanıyordu. İnsan da aslında bu bağlamdan bakınca ontolojik yükselmeye zorunlu bir varlık, aksi takdirde ne yaparsa yapsın huzuru, mutluluğu ve yazarın deyimiyle “latif duyguları” bulamayacaktır ve ölüm korkusu, kaygı, daralma, korku gibi dertlerden muzdarip olacaktır. Merter’e göre insan bilinçli ya da bilinçsiz programlandığı yaratılış icabı “okyanusa” erişmek yani ontolojik olarak yükselmek isteğiyle donatılı.

” Nefs binasının katlarından yukarılara doğru çıkarken eşya ve insan müşahede vasıtasıyla ,alt katların çok ötesinde deruni bir zenginliğe mazhar olur. Bu zenginlik,sadece sınırların kalkması ve özlerin birliğinden ibaret değildir. Bir de bu deruni hakikatin her an değişimi ,daha güzele doğru tekamülü söz konusudur…ölüm denilen hadise de daha ziyade alt katların sorunudur…ölmeden evvel ölmek varsa ölen kim yaşayan kim? “

“Başımıza gelen belaların rüzgarı çok sert esmede , ömrümüzün mumu ise sönmek üzere; çabuk olalım, çabuk davranalık da ömrümüzün mumundan başka bir mum uyandıralım. O iki mumdan birini rüzgar söndürürse bari öteki mumla devam edelim. Biz de hayatın sırrına eren arif gibi yapalım: Arif bu noksan ve hatalarla dolu beden mumundan , beden gibi kör bir kandilden kurtulmak için gönül kandilini uyandırır. Biz de öyle yapalım da günün birinde bu kandil ansızın sönerse, onun yerine can kandili koyalım,can kandilini uyandıralım.” (Mesnevi’den)

” Arzular ve istekler girdabına kapılmış insan , bu yatay alandaki arayışının bedelini çok ağır öder. Eğer dikey boyutuyla temas edemezse farkına varmadan nefs katlarında bir iniş başlar. Bu iniş beraberinde karanlık ve ontolojik daralma duygusunu getirir. Kaygı ve öfke artar. İnsan kendi kendisini hapsetmiş olur. Bu anlatılanlar tüm büyük dinlerin insanlığa tebliğ ettiği genel ilkelerdir. Önerilen çözümler de aynıdır aslında. İnsanlar alan varoluş konumundan ,veren varoluş konumuna geçmeye teşvik edilirler. Bu suretle inişin biteceği, yükselişin başlayacağı müjdelenir. “

Psikolojiyle veya tasavufla ilgilenmiş, bu konularda kitaplar okumuş insanlar için de hayat değiştirmeye namzet bir kitap “dokuz yüz katlı insan” . Psikanaliz  medeniyeti ( ya da prozac toplumu) haline gelmiş çürümeye yüz tutmuş batı medeniyetinin kapsamlı bir analizi ve doğu ve İslam irfanının bu çürümüşlüğü düzeltmeye namzet olduğu gerçeğini daha iyi kavrıyoruz kitapta. Mevlana’dan, İbni Arabi’den ve diğer tasavvuf büyüklerinden örneklerle ve Kur’an ayetleriyle yoğrulmuş bu kitap ne tek başına bir tasavvuf kitabı, ne tek başına bir psikoloji kitabı. Aslında insan üzerine bir kitap. Bu yüzden hepimizin kendi aynamıza daha temiz bir şekilde bakabilmemize vesile olacağını düşünüyorum. Karşılaştırmalı niteliği, daha önce kapsamlı psikoloji ,felsefe ve tasavvuf okumuş insanlar için de çok değerli bir hazine haline getiriyor kitabı. Jung’un “arketip”  kavramıyla İbni Arabi’nin “ayanı sabite”sinin benzerliklerini ve farklarını daha bir net görebiliyorsunuz; Freud’un “id”i ve Jung’un “gölgeleri” veya “persona” kavramı  ile nefs-i emmareyi ( ve nefs-i şehvani’yi ) karşılaştırma şansı buluyorsunuz.  Nefs-i levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmaine, nefs-i  raziye, nefs-i kamile gibi veya fena ve beka gibi tasavvufi kavramları bilenler için bile bu kavramlara getirdiği metaforik, sembolik ve psikolojik içerikli açılımlar kitabı benim okuduğum kitaplar içinde benzersiz hale getiriyor. Genelde batı psikolojisinin temel kitaplarını okurken , çoğunun insan ruhunu tanımakta yetersiz olduğunu düşünen birisi olarak ( belki Jung , varoluşçu psikoterapistlerden Yalom ve Rollo May’in kitapları biraz içine çekebilmişti ) , James’den, Tart ve Wilber’de devam eden ben-ötesi psikolojinin içinde barındırdığı kapasitesine ikna olduğumu söyleyebilirim. Özellikle tasavvufun bu psikolojiye katacağı çok şey olacaktır. Yazara sırf bu yüzden bile teşekkür etmeli bence. Kitap sanırım uzun yıllar ,içime sıkıntı geldiğinde, kaygı duyuğumda tekrar tekrar okuyacağım bir başucu kitabı haline gelecek. Şimdiden içimde yaratmaya başladığı sükunet ve huzur hissini düşününce…

Tasavvuftan oldukça nasiplendiği belli olan Mustafa Merter’in , kitabın sonunda Kaliforniya Sendromu adını verdiği ve – bana göre de – modern çağların en büyük hastalığı için bazı analiz ve önerileri de var.

Trackback URL

  1. 21 Yorum

  2. Yazan:falay Tarih: Eki 14, 2008 | Reply

    Batı medeniyeti ‘tasavvuf’ anlayışından bihaber değil ki…Kabala doktrini M.S. 1-2.yy.geriye kadar izlenebiliyor. 12-13.yy.larda ise Zohar ile Avrupa’da zirvesini yaşıyor. Hem re-enkarnasyona dayalı bir öğreti ne zamandan beri has müslümanı hastalıktan koruyabiliyor? Tasavvuf İslam’ın tasdiki değil, yanlışlanmasıdır. Geleneksel dinlerin ortaya koyduğu doktrinler tarih sürecinde anlamsızlaştıkça böyle metaforik yeni anlamlar yüklenir. Tasavvuf ta Kabala da aynı sistemdir.

  3. Yazan:MY Tarih: Eki 14, 2008 | Reply

    “Tasavvuf İslam’ın tasdiki değil, yanlışlanmasıdır.” (FALAY)

    Hayir, ne biri ne de ötekidir.

  4. Yazan:falay Tarih: Eki 14, 2008 | Reply

    (MY) Daha nasıl İslam’ın yanlışlaması olsun? Ruh göçü var,panteizm var, Tanrı’yla aracısız iletişim var, putları hoş görmek var (Rumi),kelime/harf mistisizmi var…her haliyle heretik islam…bunları yaparken geriye Kur’andan iki dua okumak kalıyor…

  5. Yazan:MY Tarih: Eki 14, 2008 | Reply

    @Falay,

    “Ruh göçü var,panteizm var, Tanrı’yla aracısız iletişim var, putları hoş görmek var (Rumi),kelime/harf mistisizmi var…her haliyle heretik islam……”(FALAY)

    Din tarihi ve felsefe bilginiz bati düsünürlerinin eserlerini okuyarak olusturulmus. Protestan ve Yahudi filozoflarin Vatikan’a baktigi gözlüklerle Islâm’a bakarsaniz iste böyle bulanik görürsünüz.

    Mesnevî’nin en can alici noktalarini anlamamissiniz. Tasavvuf ile Ledün ilmini bile ayird etmekten aciz bir durumdasiniz. “üzüm daha icad edilmeden sarhos” olanlari sarapçi saniyorsunuz. Bu halinizle üç dinin mistisizm düsmani yobazlarina ne kadar da benziyorsunuz 🙂

    Demek ki sürekli batiya gidilerek de doguya erismek mümkünmüs. Demek ki yobaz ateizm yobaz müslümanlarin gittigi yere gidiyormus, bunu da görmüs olduk.

    Hayatinda hiç asik olmamis bir insana askin ne oldugu kelimelerle anlatilmaz. Mesnevi gözle degil kalple okunur. Bir dergâhin kapisindan içeri girmemis bir kalbe neyi nasil anlatalim?

    Bu eserin önsözünde Mevlana hazretleri sizin gibi insanlarin bu kitaba el sürmesini yasaklamistir.

    Gerçek pesinde kosun, cidal pesinde degil. Bildiginizi bize ögretmek istiyorsaniz önce edepli ve mütevazi olun bir mürebbi gibi.

    Eger amaciniz efelik yapmak ise yanlis adresteniz, sag üst kösede bir çarpi var, ona basin, biz hemen kayboluruz.

  6. Yazan:bercem Tarih: Eki 15, 2008 | Reply

    Falay’a neden bu kadar sinirlenilmis ve de edepsiz denerek hakaret edilmis anlamadim. Resmen senin dediklerini duymaya tahammulum yok, elini de mesneviden cek, bizim ezberimiz var, onu bildigimiz gibi okuruz denmis. Ne hosgoru, ne hosgoru.

  7. Yazan:MY Tarih: Eki 15, 2008 | Reply

    edepsiz” denilmemis, “mürebbilik yapilacaksa edepli olunmasi gerektigi” söylenmis,ve fakat a contrario egilimli Bercem’in hukukçu olma ihtimali belirmis 🙂

    çek elini mesneviden” diyen MY degil Hz Mevlana’nin kendisiymis, ayni sekilde Al-i Imran suresinde de kimlerin ALLAH kelamini maksadi disinda kullanmaya çalisacagi ne güzel anlatilmismis.

    Meger “simulation” ile bazi seyleri anlatan Mesnevi ve Kur’an’daki mütesabih ayetler ancak ilimde mertebe sahibi insanlar içinmis ve bu da ne kadar açik bir sekilde muhkem ayetlerde ve Mesnevi’nin önsözünde anlatilmis.

    Bütün bu bilgilerin GERçEK’i aramak için kullanilmasi ne kadar gerekliyse cidal için kullanilmasi da o kadar yanlismis.

    Zira ehli tarik dava insani olamayacagi için tez-antitez yöntemiyle bu yollara girilmezmis.

    MY de artik 40’ina yaklastigindan GERçEK’i arayanla cidal arayani ayird etmeyi ögrenmismis :))

  8. Yazan:haki demir Tarih: Eki 15, 2008 | Reply

    sayın falay,

    tasavvufla ilgili bilgilerinizin tasavvufla bir ilgisi yok.
    Allah aşkına, tasavvufu eleştirenler, tasavvufu bir anlasalarda eleştirseler…
    kabala ile tasavvufu aynı görmek ne büyük bir iftira

    (Ruh göçü var,panteizm var, Tanrı’yla aracısız iletişim var, putları hoş görmek var (Rumi),kelime/harf mistisizmi var…her haliyle heretik islam…)

    Bunlar nasıl iftiralar? Ruh göçü ne demek? Alem-i ervahtan dünyaya, dünyadan da ahirete gitmekten başka bir ruh göçü yok tasavvufta ve İslam’da…

    Panteizm de nerden çıktı? Kastınız eğer vahdet-i vucud ise, ontolojik olarak birbiriyle hiçbir alakası yok. İslam irfanının oluşturduğu zengin ıstılahın yerine felsefi terminolojiyi daha iyi biliyor olabilirsiniz. Fakat bu durum, felsefi cereyanlar ve tanımlamalarla tasavvufun altından kalkabileceğiniz manasına gelmez.

    Putları hoşgörmek ithamı, tasavvuf için dünyanın gelmiş geçmiş en büyük iftirasıdır. Tasavvufun tek derdi zaten TEVHİD dir. Pes…

    Harf mistisizmi de ne? Bahsettiğin ebced hesabı mı? Nam-ı diğer ilm-i cifir mi? Bunun tasavvufla ne alakası var? İslam tarihinde kullanılmış bir usuldür. Patenti tasavvufa ait değil ki yahu…

    Heretik İslam filan da ne oluyor? Tasavvufa karşı olursunuz veya olmazsınız ama İslam’ı böyle tuhaf terkiplerle ifade etmeyin.

    *

    Tasavvuf, İslam tarihindeki büyük mecralardan biridir. Başka din veya kültürlerden alındığı veya başka din veya kültürlerin İslam’a sokuşturduğu bir usul olduğu iddiası, fahiş bir yaklaşımdır. Özbeöz İslam’ın kaynaklarından süzülen bir mecra…

    Burada neyini anlatayım ki? Bu kadar ucuzcu olmayın lütfen. İslam’dan ve İslam’ın müesseselerinden bahsederken biraz itina gösterin.

  9. Yazan:r.a Tarih: Eyl 29, 2009 | Reply

    falay Yerden göğe kadar haklı dogmanızın prangalarını parçalayın açık ve net görmeye çalışın artık

  10. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Eyl 29, 2009 | Reply

    Geleneksel dinler zaman içinde anlamsızlaştıkça yerini sembolizm doldurur önermesi hoş ama boş bir önerme. Sufilerin yaklaşımları hiç değişmemiştir. 1000 sene önce yazılmış Kuşeyri Risalesi, ilk sufilerin yaşamlarını ve terminolojilerini anlatır. Hiçbir değişiklik yoktur. Ve hiçbir doktrinin zaman içinde “anlamsızlaşması” da söz konusu değildir. Sufiler, tam tersi şeriat denilen doktrini “olduğu gibi aynen” kabul ederler, ayetlerin zahiri anlamlarını olduğu gibi tasdik ederler; fakat Tanrının sözlerinin anlam katmanları olduğunu düşünüp bu batıni anlamları keşfetmeye çalışırlar. Bunun “kılıf uydurmakla” bir ilgisi yoktur.
    Kur’an, kendisi “Allah’ın sözlerinin denizler mürekkep ağaçlar kalem olsa sonsuza kadar yazsalar bitmeyeceğini” söyler. Kur’an, kendisi, “ayetlerin bir kısmının muhkem, diğer bir kısmının müteşabih olduğunu ve bunların anlamını ise ancak Allah’ın ve yüksek ilim sahiplerinin bilebileceğini” söyler. Kur’an’da şifreli harfler bulunur. Bkz: Elif, Lam, Mim… Elif, Lam, Ra…vs. Kur’an’da, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlatan Musa-Hızır kıssası bulunur. Peygamber Allah’a, “bana eşyanın hakikatini göster” diye dua etmiştir. vs vs…
    İddia sahibi iseniz iddianızın altını doldurmanız gerekir. Herkes her şeyi iddia edebilir. Deliliniz nedir onu söyleyin?

  11. Yazan:mehmet yandak Tarih: Eyl 1, 2010 | Reply

    muatafa hocaya ne kadar teşekür etsek azdır psikoloji ilmi islam dünyasında üzerinde pek çalışılmış bir alan deyil gibi görünürken aslında öyle deyildir.Zira ilk dönem sufilerinin alanı insanın iç dünyası ile ilgili araştırmalardır.Bu nasıl yapılmıştır, şeyh murit ilişkileri ile derin analizler yapılmış ama bunun reçetesi batılı anlamda tutulmamıştır.Buna gerek duyulmamıştır.Belkide ruh aleminindeşifre edimesinin iyi olmadığı düşünülmüştür.Şöhretten kaçmak için yüzlerce kıtap yazarak üzerine isimleriniyazmayan kahramanlar gibi

  12. Yazan:Remziye vurgun Tarih: Şub 17, 2011 | Reply

    Mustafa hocamın gayret ve cabalarını hayranlıkla takip ediyorum. Kitabının iç yolculuğumda bana rehber olduğunu söylemeliyim tasavvuf hermetik İrfan ekolünden etkilenmiş olabilir önemli olan seriatla kuranla celismemesi

  13. Yazan:Sedat Öz Tarih: Şub 18, 2011 | Reply

    ben kitabı okumadım hemen alıcam fakat TRT’de hocamı dinledim bu kadar kültürlü avrupa ve amerikayı analiz etmiş ve islamı anlamış ve bize anlatmış meyer benim ne kadar eksikliklerim varmış. Allah sizden razı olsun mustafa merter hocam

  14. Yazan:Yashar Tarih: Mar 1, 2011 | Reply

    Salam men trt-de qulaq asdim… Onun anladiqlari derk etdikleri fikrini anlamayacaq insanlara susacaq qeder 4oxdur tek bunu anladim… kitabini 4ox axtariram Bakida yoxdur.. Inshallah ozu maraq gosterib buralara gelmesine sebeb olar.. Allah yolunu a4iq etsin… Inshallah…

  15. Yazan:Rıdvan Işık Tarih: Mar 1, 2011 | Reply

    Tasavvuf, Kur’anın insandan söz eden ayetlerinin tefsiri,ve bunların kavli-yaşanarak uygulamasıdır..in san hep aynı insan acı çeker,arar da arar,Tasavvuf Kur’ana ve sahih sünette uygunsa güzel-ilahi bir yoldur,yosa bidatlarla kirlenmişse sapma-dalalet’e düşme yolu çok kolaydırrrrrr.

  16. Yazan:selma şahin Tarih: Kas 12, 2011 | Reply

    Yorumlardan daha çok ÖNEMLİ açıklamalarını ve yazılanları beğendim..

    Bütün tartışmalarda görüyorum ki edep sınırı diye bir şey yok.

    Sözü olmayanın küfrü bol oluyor sanırım.

    Saygılarımla,

  17. Yazan:Soner ESENER Tarih: Kas 21, 2011 | Reply

    Pisikiyatrist Nusret Kaya,nın altbeyin çalıştırma metodlarını okuduktan sonra,Mustafa Merter,in Dokuzyüz Katlı İnsan kitabını önce aklınızda,ikinci okuyuşunuzdada gönlünüzde sindirebilirseniz,özellikle bilimin ortodoks fanatikleri için söylemek isterim,yeni bir şey öğrenmiyorsunuz zaten sahip olduğumuz bilgileri hatırlıyorsunuz.Unutmamanız dileği ile.

  18. Yazan:Kayhan Kömürcü Tarih: Kas 24, 2011 | Reply

    Soner Bey söylediklerinizde bir anlam göremedim. Bu kitap gerçekten çok güzel. Siz hangi eserden bahsediyorsunuz?

  19. Yazan:Soner Esener Tarih: Kas 24, 2011 | Reply

    DR. Nusret Kaya alışıla gelmiş biçimde beynin tanımını, sağ ve sol loblar yerine, altbeyin ve üstbeyin olarak ifade etmeyi tercih etmiş.Üstbeyin, yani korteks 2mm.kalınlığında ve sahip olduğumuz nöron hücrelerinin yüzde22 sini kullanırken,altbeynin büyük kısmı oluşturarak geriye kalan yüzde78 lik alana sahip olduğunu düşünmüş.Herbir nöron hücresinin kalıtımsal ve deneyimsel bilgilere depo vazifesi gördüğü iddası(Nusret Kaya) bende,inanç temelli felsefi öğretilerin birtür altbeyin çalışması veya korteks tarafından baskılanmış insan yönümüzün açığa çıkartılması yani hatırlanması düşüncesini oluşturdu.Bu bağlamda DR.Mustafa Merter,in Dokuzyüz Katlı İnsan kitabındaki ifadeleri,pozif bilimin veya aklın tekbaşına içimizdeki hasletleri gün ışığına çıkarmakta yetersiz kaldığına ikna oldum.Keşfetmeye çalıştığımız insan matematikte veya labratuvarlarda değilde şah damarımızdan daha yakından gönlümüzde olabirmi?Kaynak olarakDR.Nusret Kaya,nın internet sitesini kullanabilirsiniz.Bana sahipolduğumdan daha geniş bir ufuk açmanız dileği ile.

  20. Yazan:ömer Tarih: Mar 20, 2012 | Reply

    acizhane,ders kitabı olmasında çok fayda var.

  21. Yazan:akın oktay Tarih: May 14, 2013 | Reply

    adamın biri yürürken,yerde; üstünde yazılar olan bir kağıt görünce eğilip alır ve okur:
    ” sen ki bildiğinle amel etmezsin, bende yazanı öğrenip de ne yapacaksın? “

  22. Yazan:nihan Tarih: Ara 18, 2015 | Reply

    Hocamın kitabını aldığımda adını ilk kez görmüştüm.kitabı bir çok yerinde ağlayarak okudum. çok beğendi.

  1. 3 Trackback(s)

  2. Eki 15, 2008: Çevreciliğe anti-modern bir bakış : Derin Düşünce
  3. Nis 28, 2014: İçimdeki Ben’i ararken…
  4. Mar 20, 2015: İnsan / Birey / Kul / Homo Economicus / إنساني

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin