RSS Feed for This Post

Felsefî Kriz ya da diyalektik işleyişin sonu

20080528_derindusunce_org_felsefi_kriz.JPG İKTİSADİ KRİZİN SEBEPLERİ -I-

Batıyı inşa eden tefekkür kanalı felsefedir. Felsefi gelenek ise diyalektik işleyişi esas alır. Diyalektik işleyiş dışında felsefi gelenek oluşturmak kabilse de bu yapılmamıştır. Felsefedeki diyalektik işleyiş geleneği, batının tarihi seyrini tayin etmiştir. Bu konuda birçok tartışma yapılabileceği vakadır ve yapılacak olursa bu tartışmaların mahiyeti felsefi olacaktır. Bilindiği üzere felsefi tartışmalar uzun sürer. Özellikle de farklı bir felsefi gelenek oluşturmaktan bahsedildiğinde ne kadar uzun sürebileceği anlaşılabilir. Fakat biz konunun o boyutlarında gezinmeyeceğiz.  
      Diyalektik işleyiş zinciri, kapitalizm (tez) ve komünizm (anti-tez) halkalarıyla son bulmuştur. Son bulmuştur zira devam edebilmesi için tez ve anti-tezden bir sentez üretebilmek gerekir. Tez ve anti-tezden senteze ulaşabilmenin ilk şartı ise her ikisinin de birbirini dengeleyecek kadar hayat tarafından doğrulanması ve zamana dayanabilmesidir. Sentez, felsefi bir lüks olarak gerçekleştirilemez ve eğer böyle bir çaba filozoflarca ortaya konursa, hayat tarafından reddedilir ve gerçeklik kazanamaz.  

      Batının temel anlayışı ve tarihi seyri itibariyle başına gelebilecek en büyük bela yirminci asırda geldi. Sözkonusu bela, diyalektik işleyiş neticesinde ortaya çıkan son anti-tezin, tezden önce çökmesidir. Anti-tez, tezi dengeleyecek kadar güçlenmez ve zamana dayanamazsa, diyalektik işleyişin devam etmesi imkânsızdır.  

    Diyalektik işleyişin tıkanmasının önemli bir sebebi, kapitalizme üretilen antitezdeki zafiyettir. Fakat daha derinlerdeki esas sebebi ise felsefenin tıkanmasıdır. Batı, öncelikle düşünce kaynaklarını kaybetti. Bunun sebeplerinden biri de, komünizmin batının eseri olmasına rağmen, tatbik sahasını doğuda bulmasından dolayı batının tefekkür faaliyetini kendi coğrafyasındaki kapitalizme yoğunlaştırmasıdır. Batı tefekkür faaliyetlerini tez kadar anti-tezde de yoğunlaştırmış olsaydı komünizm belki de küvezde de olsa dayanabilir ve sentez şartları oluşabilirdi. Komünizmin doğuda tatbik sahası bulmuş olması, doğunun komünizm için kâfi derecede fikir üretmeye talip olmamasını gerektirmedi. Zira komünizm zaten batı menşelidir ve doğudaki tatbikatı da diktatoryal olmuştur. Diktatörlüğün ise tefekkür faaliyetini teşvik etmesi beklenmez aksine tefekkür faaliyetinin katilidir. 

      Diyalektik işleyişin tıkanması komünizmin çökmesi şeklinde zuhur ettiğinden, batının zafer çığlıkları ile karşılandı. Oysa batı, zafer çığlıkları atmak yerine içine düştüğü tefekkür zafiyeti için matem tutmalıydı.  

      Anti-tezin çökmesi karşısında zafer çığlıkları atan batı, matem tutmak yerine “tarihin sonu”nun geldiğine dair “son teorisini” üretmekle meşguldü. Anti-tezin çökmesi, tarihini, diyalektik işleyişe teslim eden batı için tabi olarak tarihin sonuydu. Fakat bu son “tarihin sonu” değil, “batı tarihinin sonuydu”. Batıda felsefenin tıkanmış olması, batı tarihinin sonunun geldiğini anlamasına mani oldu ve kendi tarihini dünya tarihi zanneden batı, dünya tarihinin sonunun geldiğini kabul etmekte zorlanmadı.  

      Diyalektik işleyişin mutlaka “doğru”ya veya “mutlak doğruya” götüreceği kavrayışı temel bir yanlıştır. Felsefi gelenekteki tefekkür faaliyetinin temel hususiyetlerinden birinin “şüpheci” olması, diyalektik işleyişin mutlaka “doğru”ya götürmesinin veya işleyişin nihayetinde “mutlak doğru”nun keşfedileceğinin beklenmesine manidir. Fakat diyalektik işleyişin bir nihayetinin olacağı ve o sonun ise en azından “doğru”yu keşfedeceği düşüncesinden kurtulmak kabil değildir. Bu nokta devasa bir paradoksu üretir. Bir işleyişin namütenahi devam edeceği düşüncesi, bir “tanımsızlık” üretir ki, bu durum işleyişe yükleyebileceğiniz “anlamı” berhava eder. Diğer taraftan diyalektik işleyişin bir müddet sonra (özellikle de ulaşılabilir yakınlıkta) neticeleneceği düşüncesi, “mutlak doğru”ya ulaşma yolunun bu olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Oysa bu durum felsefenin tabiatıyla (şüpheci tabiatıyla) çelişir.  

      Tüm bu felsefi mülahazalar, anti-tezin çökmesi gibi devasa bir kırılma neticesinde göze görünmez oldu. Tarihin sonunun (aslında diyalektik işleyişin sonunun) geldiği düşüncesi, genellikle felsefeciler tarafından (filozoflar değil, felsefeciler) değil de siyasetçiler ve iktisatçılar tarafından yaygara ile benimsenince felsefi altyapı tamamen ortadan kayboldu ve siyasi-iktisadi-askeri rekabetin bir tarafı (tez tarafı) sarhoşluk içinde zaferini ilan etti.  

      Kapitalist tezin doğru olup olmadığı tartışılmadı. Anti-tezin çökmesinin pratikte bu tartışmaya mani olduğu açıktır fakat felsefe yine de bunu tartışabilirdi. Çürük bir anti-tez yerine yeni anti-tezler üretme çabasına girebilirdi. Ve aslında pratik, teoriyi (felsefeyi) yenemezdi. Fakat felsefedeki zafiyet (hatta tıkanıklık) mukabilinde pratikteki devasa gelişmeler bir araya geldiğinde zaten komada olan felsefe pratik tarafından yenildi. Bu günkü iktisadi krizin göze çarpmayan fakat önemli neticelerinden birisi can çekişmekte olan felsefenin cenazesini kaldırmış olmasıdır.  

      Diyalektik işleyişin ve tabi ki tarihin sonunun geldiğini düşünen ve bunu zafer kazandığı kanaatiyle tezyin eden batı, kapitalizmin “mutlak doğru” olduğuna inanmasa da “kesinlikle doğru” olduğuna inanma noktasına gelmiştir. Kapitalizmin “kesinlikle doğru” olduğuna inanmaya başladığında ise, tefekkür faaliyeti bu noktada donmaya başlamıştır. Felsefedeki zafiyet ise tefekkür faaliyetinin donmasına mani olamamış ve mütemadiyen gerçekleştirdiği tahrik edici hamlesini bu defa üretememiştir. Bir sistem gerçekten doğru olsa bile, zeminindeki tefekkür kaynakları kuruduğu takdirde bir müddet sonra mutlaka hayat tarafından tekzip edilir. Zira hiçbir sistem, tek bir model ile varlığını devam ettiremez. Modelleri değiştirmek ve geliştirmek, sistemden çıkıldığı manasına gelmez. Batının bu gün geldiği nokta, hem “sistem düşüncesi”ni ve hem de “model düşüncesi”ni kaybettiğini göstermektedir.  

      “Sistem düşüncesi”nin kaybolması veya önemsenmez olması, şu tür yaklaşımları mecburiyet haline getirir. “Kapitalizm çökmez, krizler gelir geçer fakat kapitalizm devam eder, zira mevcut denge yıkıldığında yeni bir denge mutlaka kurulur”. Bu tür yaklaşımlar kapitalizmin sağlam ve tabi ki doğru bir sistem olduğunu göstermek için kullanılmaktadır. Aslında ise bu tür düşünce faaliyetleri, temelinde tefekkür zafiyetini gösterir ki, tefekkür kudretini ve kaynaklarını kaybedenlerin savrulduğu kolaycılıktan başka bir şey değildir.  

      İktisadi sistemlerin kapitalist-komünist parantezinde tartışılması ve bu parantezden çıkılamaması, tüm dünyanın tefekkür çarpılmasına sebep olmaktadır. Bu parantez kırılmadan ve düşünce bu prangadan kurtulmadan bu günkü dünyanın elinde bulunan teorik ve pratik imkanlar kurtuluşu temin edemez.  

      Batıdaki ve batı tarafından etkilenmiş olan dünyanın geri kalan coğrafyalarındaki temel kabul olan felsefi gelenek tıkandığı için dünya bu gün iktisadi krizden daha derin bir düşünce krizi yaşamaktadır. Dikkat edilirse düşünce faaliyetlerinin sistem çapında gerçekleştirilmediği görülmektedir. Kapitalizmin çöktüğüne yönelik sığ beyanlar ve bunun tabi neticesi olarak Marks’ın haklı çıkmış olabileceği ihtimalleri üzerine yapılan ve ancak spekülasyon değerindeki zihni alıştırmalar ile kapitalizmin asla çökmeyeceğine ve onun (açıkça beyan edilmese de) mutlak doğru veya nihai sistem olduğuna dair içi boş böbürlenmelerden başka bir zihni faaliyet (aslında düşünce değil) bulunmamaktadır. Batı, bugün geldiği nokta itibariyle diyalektik işleyişi tekrar canlandıramayacaksa, hakikaten tarihinin sonuna gelmiştir. Felsefenin cenazesinin kaldırıldığı bir dönemde ise bunu zaten yapamayacaktır.  

      Dünyanın hala üçüncü sistemi konusunu düşünmeye başlamaması manidardır. Diyalektik işleyiş sona erdiğine göre üçüncü sistem, kapitalizm ile komünizmin sentezi olmayacaktır. Başka bir ifadeyle kapitalizm ve komünizmin felsefi kaynaklarından üçüncü sistem üretilemeyecektir. Çünkü ikisi de enkaz altındadır.  

Trackback URL

  1. 9 Yorum

  2. Yazan:Olcayto Tan Tarih: Eki 5, 2008 | Reply

    Elinize sağlık,

    yazara katılmadığım nokta ise kapitalizm artık bir tez değil sentezdir.anti-tezin zamana direnme gücü ise görelidir.Komünizm uzunca bir dönem uydularıyla, tanklarıyla,sanatıyla,sporuyla batı dünyasına alternatif oldu ve çöktü sürdürülemedi ama kapitalist ekonomide kamucu gelenekler pek çok devlette devam etti işte bu sentezdir.Yoksa kamu teşebbüslerinin var olduğu hiç bir devlet ilk noktada tez olarak ortaya atılan kapitalizmle bağdaşmaz.Bu sentez değişerek ilerlemektedir görünmeyen elden, keynesyen müdahalelere kadar sürekli esnemektedir ancak ilk haline yakınsıyor olması ortada diyalektik olmadığını göstermez zira sentez teze yada anti-teze yaklaşmayacak diye bir kaide yoktur.Buda tezin zafiyetini değil gücünü gösterir.

  3. Yazan:haki demir Tarih: Eki 6, 2008 | Reply

    Azizim Olcayto,

    Kapitalizmin sosyalist veya komünist ekonomik düzenin bazı özelliklerini, fonksiyonlarını ve müesseselerini kısmen almış olduğu AVRUPA modelinde doğrudur. ABD de de buna benzer bazı kapitalist uygulamalardan uzaklaşma veya devlet müdahalesinin olduğu vakadır. Bu manada AVRUPA zaten kapitalist değil uzun bir süreden beri…

    Fakat burada bir noktaya dikkatini çekmem gerekiyor. Bir sistemin başka sistemdeki bazı fonksiyonları alıp özellikle de EKLEKTİK tarzla kullanmaya başlaması ile SENTEZ çok farklı iki durumdur. Yani EKLEKTİZM İLE SENTEZi birbirine karıştırmadan konuya bakarsak hem makaledeki kastettiğim manayı hem de gelişmeleri daha doğru okuyacağımız kanaatindeyim.

    SENTEZİN en önemli özelliği, kendini meydana getiren unsurlardan bağımsız bir kompozisyon(veya başka bir sistem) olmasıdır. Kapitalizm, senteze ulaşmış olamaz. Başka sistemlerden alınan ödünç müesseselerle sentez olmaz. Sentez için sözkonusu unsurların tamamının bir teknede (fikir teknesinde) yoğurulması ve yeni bir tez üretilmesi gerekir. Kapitalizm böyle bir şey yapabilmiş değil. Zaten bir sistem (yani tez) ile sentez oluşmaz. Tek sistemden bahsediyorsanız ancak onun geliştiğini veya değiştiğini söyleyebilirsini.

    Aprupa da veya Türkiye’de görülen ekonomik düzenler bir sistem değil meşhur tabiriyle KARMA EKONOMİDİR. Karma ekonomi ise ancak hayatın bir dayatması olarak anlaşılabilir. Hayatın bu dayatması nerden çıkıyor derseniz, hem kapitalizmin ve hem de komünizmin yalnız başına doğru sistemi temsil etmediğinden kaynaklandığını söylemekten başka bir yol bulunamaz. Kapitalizmdeki değişmeler veya farklılaşmalar, sentez oluşturmamaktadır. Zira kapitalizmin (ABD misalinde) ana özellikleri duruyor. AB misalinde ise kapitalizm zaten kalmadı.

    Eklektik yaklaşımlar her ne kadar pratik gibi görünseler de temelinde batı için felsefe, müslümanlar içinse hikmet ve tefekkür zafiyettidir. Zira eklektik yaklaşımlar, kolaycı ve ucuzcu kabullenişlerdir. Pratikte zaman zaman faydalı olduğunu kabul etmek gerekir ama “faydası” asla orta ve uzun vadeye yayılmaz. Zaten EKLEKTİZM, tabiatı gereği felsefe zafiyetini gösterir. Zira yeni bir tez üretemeyen felsefecilerin (filozofların değil) başka başka sistemlerin sağını solunu kırparak (nasrettin hocanın kuşa çevirme fıkrasında olduğu gibi) bakiye kalanları birbirine yamamasıdır. Büyük filozofların hiçbiri eklektizme yanaşmazlar.

    Diğer taraftan, kapitalizmin (ve aslında komünizmin de) yalnız başına (saf haliyle) uygulanabilme imkanı olmadığı doğrudur. Çünkü her ikisi de yanlıştır. Her iki tezinde farklı modellerde birbirine doğru yaklaştığı doğrudur. Çünkü her ikisi de yalnız başına yaşama iktidarında değildir. Ne kapitalizm ne de komünizm saf halleriyle hayat tarafından doğrulanmamıştır. Hayatın dayatmasıyla birbirlerine yaklaşmak mecburiyetinde kalmaları, her birinin (mesela kapitalizmin) senteze ulaştığı manasına gelmiyor. Aksine kendi zafiyetini itiraf ettiğini gösteriyor. İki sistemin birbirine yaklaşmasına bakarak KARMA EKONOMİNİN doğru model olduğunu zannetmek ise yanlıştır. Çünkü iki yanlışı topladığınızda bir doğruya ulaşamazsınız. Elinizde hareket (başlangıç) noktası olarak iki yanlış varsa vay halinize… İki yanlıştan başlayan fikir üretim faaliyeti ile bir milyon yıl sonra ancak bir doğruya (o da ancak tesadüfen) ulaşabilirsiniz.

    Mesele, hala dünyanın üçüncü sistemi düşünmeye başlamamasıdır.

  4. Yazan:suzannur Tarih: Eki 6, 2008 | Reply

    Kapitalizm çöküyor mu?

    Prof. Dr. Atilla Yayla

    Özellikle ABD ve İngiltere’yi etkileyen ve yavaş yavaş bu ülkelerden dünyaya sirayet etme istidadı gösteren finansal piyasalar ve finansal kuruluşlar krizi kapitalizm adını verdikleri bir canavardan nefret eden çevrelere seslerini yeniden yükseltme fırsatı verdi.

    Sağcı ve solcu piyasa ekonomisi karşıtları şimdi piyasa ekonomisi ile özdeşleştirdikleri kapitalizmin nihayet çökmekte olduğunu sevinçle ilan ediyorlar. Peşinden, krizi çözmek için devlet(ler)in müdahale etmesine yönelik kuvvetli talepler geliyor. Acaba bu krizlerin sebebi gerçekten serbest piyasalar ve serbest ekonomi modeli mi? Kapitalizm hakikaten ölüyor mu? Devletler bu krizleri çözebilir mi? Bu krizler kapitalizmin yerine yeni ve daha başarılı bir modeli ikame etmenin yolunu açabilir mi?

    Önce bir kavramsal netleştirme yapalım. Kapitalizm hem piyasa ekonomisi taraftarlarınca hem de piyasa ekonomisi karşıtlarınca kullanılan bir kavram olmakla beraber bu iki kesim kavrama farklı anlamlar yüklüyor. Piyasacılar özel mülkiyete dayalı rekabetçi serbest piyasa ekonomisine kapitalizm derken, diğerleri sermaye grupları ile iç içe geçmiş siyasi otoritenin kontrol ve güdümündeki ekonomik yapılanmaya kapitalizm adını veriyor. Aynı kavramın birbirinden hayli farklı iki anlama gelmesi elbette anlam karışıklığı ve tartışmalarda kavramsal zorluklar yaratıyor. Bu yüzden, sağlıklı tahlil yapabilmek için, kapitalizmin ana hatları itibarıyla iki türünün olduğunu söylemek gerekir. İlki serbest piyasacı kapitalizm, ikincisi ise crony kapitalizm de dediğimiz devlet kapitalizmidir.

    Anglo-saxson dünyasında yaşanan kriz piyasa ekonomisiyle aynı anlamda kapitalizmin krizi olmaktan ziyade devletçi kapitalizmin bir krizidir. Krizin bir anlamda Keynesçi kapitalizmin krizi olduğunu da söyleyebiliriz. Bu kapitalizmde devlet çeşitli araçları -özellikle para ve finans araçlarını- kullanarak ekonominin patronu ve yönlendiricisi rollerine soyunur. İşin tuhafı krizlerin devletin bu rolü yüzünden çıkmasına rağmen her krizde batık şirketlerin (rasyonel ve asalak şekilde) ve sağlam ekonomi bilgisinden mahrum bireylerin (adeta ayaklarına kurşun sıkarak, yani daha fazla vergi ödemeyi zımnen kabullenerek) problemin kaynağını, yani devleti çözüm olmaya çağırmasıdır. Bu talep ve bekleyiş, devletin buna gerçekten muktedir olmasının değil, muktedir olduğuna inanılmasının ve bu inancı besleyen yaygın ve baskın bir ekonomi ve siyaset kültürünün eseridir.

    KRİZİN MAHİYETİ VE SEBEBİ

    ABD’de birçok mali kuruluş taahhüt ettiği mali yükümlülüklerin altından kalkamamakta veya daha güçlü finansal kuruluşlara satın alma veya birleşme yoluyla eklemlenme veya devlet tarafından kurtarılma peşinde koşmaktadır. İlk olarak mortgage piyasaları denen ipotekli ev kredisi sektöründe işaret veren kriz yavaş fakat emin adımlarla diğer mali kuruluşlara ve bu arada bankalara doğru genişlemektedir.

    ABD’deki bu finansal krizin ana sorumlusu “başıboş” piyasalar, şirketlerin doymak bilmez kâr arzusu veya kapitalizmin kaçınılmaz devrevi kriz yaşama özelliğine sahip olması değildir. Kısaca ve basitçe Amerikan devletinin ekonomi politikalarıdır. ABD yıllardan beridir problem olmaz düşüncesiyle bütçe açığı vermekteydi. Dış politikasındaki saldırganlık, dünyanın jandarması rolüne soyunmanın getirdiği yüksek askerî harcamalar devletin aşırı harcama yapmasına ve dolayısıyla devamlı bütçe açığı vermesine sebep olmakta ve devlet vergileme ve açık finansman yoluyla bu açığı çevirmeyi becerebileceğini düşünmekteydi. Ayrıca, bu ülkede, Keynesyen bir bakışla ekonominin dönmesi hep tüketicilerin devamlı ve gittikçe daha fazla harcama yapmasına bağlanmaktaydı. Bu yüzden faizler düşük tutulmakta ve krediler bollaştırılıp ucuzlatılmaktaydı. Bu müşevvikleri hisseden vatandaşlar ucuz para-bol kredi imkânlarından yararlanarak normalde karşılayabileceklerinden daha fazla harcamayı öğrendiler, zamanla bu davranış kurtulması zor bir alışkanlık niteliğini kazandı ve neredeyse herkes bunu sürdürebilmek için kredi kuruluşlarına borçlandı. Böylece her Amerikalı sırtında bir borç yüküyle gezer hale geldi.

    ABD hükümetleri ekonomik hayatın kanunlarına tabi olmak yerine kredi kuruluşlarına garantiler verdiler. Böyle olunca bu kuruluşlar hem suni şekilde büyüdüler hem de gerek müşterileri gerekse bu kendileri rasyonel ve hesaplı iktisadi davranıştan uzaklaştı. Ev sektöründe ve tüketimde balon şişmeler oldu. ABD devletinin bu ekonomik politikaları ülkede sermaye tahsis sürecinin müşevviklerini çarpıttı ve sonunda reel ekonomide problemler yarattı. Reel ekonomideki problemler asıl sorun ama onların tam olarak görülmesi zaman alacak. Her zaman olduğu gibi ikincil sorun daha çabuk fark edildi ve daha çok dikkat çekti. Bu, finansal piyasalardaki krizdi. Kredi kuruluşları bir süre sonra müşterilerinin yüksek risk sınırına ulaştığını görünce frene basmak zorunda kaldı, ama artık çok geçti.

    Yaşananlar ABD’nin şimdiye kadarki ekonomi politikasını ciddi biçimde gözden geçirmesi, hatalarından ders alması ve daha sağlam politikalar uygulaması gerektiğini göstermektedir. Krizi hiçbir acı yaşamadan ve hiç dönüşmeden geçiştirmenin imkânı yoktur. Devletler Tanrı değildir, bu tür krizlerin acısız çözülmesini sağlamaya güçleri yetmez. Süper devletler de buna dâhildir. Devletlerin bu tür krizlerde deva olma adına yapacakları müdahaleler hiçbir şekilde problemi çözmez. En iyi ihtimalle biraz erteler ve fakat bu sefer ileride daha şiddetli bir şekilde yeniden ortaya çıkmasına sebep olur. ABD’de yaşanan da budur. Trilyon dolarlık müdahaleler finansal krizi ve reel ekonomideki zamanla fark edilecek asıl krizi çözmeye yetmeyecektir. ABD’de batan mali kuruluşlara yenileri eklenecek ve diğer bazı şirketler de krizden payına düşeni alacaktır. Çözüm daha uzun zamanda ve ekonominin kendi dinamiklerinden gelecektir.

    DEVLET PARA TEKELİ OLMAMALI

    Aslında bu krizi, daha temel bir sorunu gündeme getirmek için bir fırsat olarak kullanmak da mümkün. Bu sorun, devletin genel olarak ekonomideki ve özel olarak para piyasalarındaki yeri ve rolüne ilişkindir. İlkini başka yazılara bırakıp ikincisine dönelim. Bilindiği üzere bugün para basma yetkisi devletlerdedir. Altın standardı da ortadan kaldırıldığı için devletler keyiflerince para basabilmektedir. Keza, merkez bankaları aracılığıyla devletler faiz hadlerini belirlemekte ve kredi piyasalarını yönetmektedir. Yaşanan problemin asıl kaynağı budur. Devletlerin para basma yetkisi ellerinden alınmalı ve piyasa aktörlerine bırakılmalıdır. Devletlerin kredi piyasalarını kontrol etmesine de izin verilmemelidir. Devletlerin para meselelerinde insanları en çok kandıran ve kazıklayan kuruluşlar olduğu unutulmamalıdır. Devletlerdeki, vatandaşları aldatmak için kullanılacak numaralar bitmez tükenmez. Mesela enflasyonist devletler evimizde baş tacı ettiğimiz hırsız daimi misafirler gibidir.

    Ne var ki, maalesef, gidiş bu istikamette değildir. Tam tersine, devletlerin bu işe kurtarıcı olarak müdahale etmesi ve piyasalara para akıtması istenmektedir. Yazının başında da vurguladığım gibi bu tuhaf bir taleptir. Zehir zaten devletlerin devletçi ekonomi politikalarıdır. Bu zehrin panzehirinin ise daha fazla devlet müdahalesi olduğu sanılmaktadır. Oysa asıl sorun para piyasaları değildir. Sorun reel ekonomidedir

    PROF. DR. ATİLLA YAYLA – GAZİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ

  5. Yazan:Sever IŞIK Tarih: Eki 6, 2008 | Reply

    Haki Bey

    Oldukça güzel bir yazı. Ömrüne bereket

    Batı ve doğu birbirinden farklı iki töz müdür? Batı tarihini diyalektik bir gelişim süreci olarak analiz etmek bizi zımni olarak oryantalist kavrayışa götürmez mi? Birbirinden tamamen ayrı geçirimsiz iki dünya…

    Tarihin Hegelyen diyalektik kavrayışı zaten tanrının ve dahi insan ve onun edimlerinin ölümünü içkin bir yapı değil mi?

    En azından Nietzsche’nin “Tanrının ölüm ilanı”nı felsefenin ve haliyle hakikat arayışı ve düşüncesinin ölümü olarak okuyamaz mıyız?

    Yoksa konunun biraz dışına mı çıktık?

  6. Yazan:Sever IŞIK Tarih: Eki 6, 2008 | Reply

    Atilla Yayla değerli bir bilim adamı şüphesiz

    Ama kendisini görsem haddim olmayarak , eminim ki kendisinin de çok sevdiği, Karl Popper’i tekrar okumasını salık verirdim.

    Yahu şu kapitalizmin “yanlışlanma” ihtimali de mi yok.?!..

  7. Yazan:haki demir Tarih: Eki 6, 2008 | Reply

    Suzan hanım
    Atilla Yayla’nın o yazısını okumuştum. Zaten benim yazıda da ona atıf var. (“Kapitalizm çökmez, krizler gelir geçer fakat kapitalizm devam eder, zira mevcut denge yıkıldığında yeni bir denge mutlaka kurulur”.Bu tür yaklaşımlar kapitalizmin sağlam ve tabi ki doğru bir sistem olduğunu göstermek için kullanılmaktadır. Aslında ise bu tür düşünce faaliyetleri, temelinde tefekkür zafiyetini gösterir ki, tefekkür kudretini ve kaynaklarını kaybedenlerin savrulduğu kolaycılıktan başka bir şey değildir.)

    Atilla Yayla’nın bu yazısını esas alırsanız, kapitalizmin çökmemesini değil, zaten tatbikatta hiç olmadığını görürsünüz. Kim hangi düşünceyi savunuyor, ben mi karıştırıyorum yoksa… Yayla’nın yazısında kapitalizmin saf halde tatbikata aktarılamadığı temel temasını anlamamak kabil mi? Sayın YAYLA bu yazısında kapitalizmi savunduğunu zannediyor. Oysa bu yazı kapitalizmin hiç varolmadığını (an azından pratikte) itiraf eden bir yazı.

    Allah Aşkına şunu yapmayın.
    Bu ülkede profesörmüş filanmış getirip önümüze koymayın. Kendimizi pazarlama maharetine sahip olmamamız, fikrin ve fikretmenin derinliklerinde dolaşamadığımız manasına mı gelir?

    Sayın YAYLA, bu yazısında kapitalizmin saf haliyle hiç tatbik edilemediğini ima veya ihsas yoluyla söylemiş fakat ne gariptir ki bunu imaen de olsa söylediğini kendi de farketmemiştir. Farketmiş olsaydı, kapitalizmin saf haliyle hiç uygulanamamış olmasının ne kadar devasa bir teorik problem teşkil ettiğini anlar ve o konuda bir teşhis yapmaya çalışırdı.

    Diğer taraftan benim yazının konusu, kapitalizmden önce, batıda felsefi kaynakların kuruduğu noktasında yoğunlaşmaktadır. Evet bir kapitalizm problemi var ve yazı buna mecburen temas eder. Lakin daha derin ve daha geniş bir alanda dolaştığı da anlaşılmalıdır. Hakikaten yazının ana fikri olan diyalektik işleyişin sona erdiği teşhisi doğru ise zaten ne kapitalizm kalır kısa bir süre sonra nede komünizm… (bu zaten kalmadı da, hani yeniden tartışmaya açmak isteyenler için söylüyorum)

    Ama eğer diyalektik işleyişin bittiği kanaatimiz (ki bu batının kanaati bizden önce)yanlış ise eğer, anti-tezin tezden önce çökmesi karşısında felsefi yönelişin nasıl ve hangi istikamete doğru olacağını tartışmak gerekmez mi? Burası meselenin kaynağı… Şu ifade mutlaka anlaşılmalıdır.

    (Bir sistem gerçekten doğru olsa bile, zeminindeki tefekkür kaynakları kuruduğu takdirde bir müddet sonra mutlaka hayat tarafından tekzip edilir.)

    Bu tespit, doğru bir sistemi bile berhava edecek cinstendir. Bir düşünce disiplininin kaynakları kuruduğunda “doğru” olmasının bir kıymeti kalmıyor bir müddet sonra. Zira zamanın aşındırıcı özelliği ve hayatı mütemadiyen yeniden kurma mahareti, önceki dönemde doğrulanan sistemi yeni dönemde paramparça ediyor. Yani Suzan hanım, hayat durmaya gelmiyor.

  8. Yazan:selim Tarih: Eki 6, 2008 | Reply

    “Felsefi gelenek ise diyalektik işleyişi esas alır”

    Diyalektik isleyisi temel almaz.

    http://www.vordenker.de/ggphilosophy/popper_what-is-dialectic.pdf

  9. Yazan:haki demir Tarih: Eki 6, 2008 | Reply

    Azizim, Sever bey,

    1-Batı ile doğunun birbirinden farklı olduğu konusunu hangi noktada veya zeminde tartışmalıyız. Farklı olmasına farklı… Fakat faili insan olan her kültür ve medeniyet ikliminin bir diğeri ile benzerliğinin olacağını kabule engel bir durum yok.

    Batı ile doğu arasında temel farklılıklar olduğu da vaka… Her iki iklimin çelik duvarlarla birbirinden ayrıldığını kabul etmek gerekmezse de ona yakın bir durum olduğu doğrudur. Buradaki “doğu”dan kastım İslam dünyasını ifade etmek için değil, genel anlamda doğuyu ifade etmek içindir. İslam coğrafyası, tarihi ve medeniyeti ise batıdan tamamen farklıdır.

    İslam medeniyeti ile batı medeniyeti arasındaki farklılığın kaynağı her iki tarafta da mevcuttur. Ama daha fazlası batıya aittir. Şu ifade daha doğrudur. Batı medeniyeti, kendini İslam’dan tefrik etmek için azami gayret göstermiş ve farklılıklarını hassasiyetle inşa etmiştir. Oysa bunun tersinin doğru olduğu kabul edilir. İslam, kendini batıdan tecrit etmiş şekliyle bilinir. İslam, kendi dışındakilere benzememek konusunda hassasiyet ve ölçü sahibidir, bu doğru. Fakat İslam, kendi dışındakilere benzememek için “doğru”, “iyi”, “güzel” ve “faydalı” olandan vazgeçmez, bunları reddetmez. Oysa batı, İslam ile benzeşmemek için İslam’ın on asırdan fazla uhdesinde ve hatta inhisarında tuttuğu ve yed’i eminliğini yaptığı “doğru-iyi-güzel-faydalı” olanla ilgisini kesmiştir. Batıdaki bu savruluş ve kendini İslam’dan tecrit etme çabası, tabi ki bu gün görünmemektedir. Zira birkaç asırdır dünya hakimiyeti batıya aittir. Fakat batının bugünkü medeniyetini inşa ettiği dört beş asır öncesine gidildiğinde görülür ki, İslam’a benzememek için elindeki tüm teorik kaynakları kullanmıştır.

    Bu yaklaşım bizi oryantalist yapar mı? Mesele bu sorudan önce doğru olanı bulmak veya doğru olanı anlamaktır. Batının düşünce formalarıyla zihni dünyamı inşa etmekten imtina edeceğim doğrudur. Fakat esas doğru olan “doğru” olanı bulmaktır. Bizim içinse “doğru olanı” anlamaktır. Batı kendini tamamen İSLAM’DAN tecrit ettiyse ve bu durum bir gerçeklik haline geldiyse ve biz bunu teşhis ediyorsak (bunu batı da yapmış olsa bile) bir problem yok demektir. Eğer varsa bir problem, batının problemidir o…

    2-Diyalektik işleyişi veya sizin ifade ettiğiniz şekliyle daha özelleştirilmiş haliyle HEGELYEN DİYALEKTİK KAVRAYIŞI, hayatın ve tabi ki tarihin tek mecrası olarak kabul etmek doğru değil. Hayatın bir çok mecrası var ki, bu mecralardan sadece bir tanesi değil en az üç-beş tanesi tarih oluşturabilecek kadar güçlüdür. Zira hayatın sadece kendi mecrasında akışını mümkün kılacak kadar hacimlidir.

    Hayatın tabii seyri başka, insanların tercihleri başkadır. İnsanlar, ferdi anlamda güçlerinin yetmediğini gördükleri büyük hadiselerin “tabii” olduğu vehmine kapılabilmektedirler. Kendi güçleri veya içinde bulundukları insan topluluklarının-guruplarının güçlerinin yetmemesi karşısında hayatın akış mecrasını tabii olarak görmekten başka bir fikre savrulamadıkları vakadır. Başkalarının veya başka milletlerin veya başka medeniyetlerin “TERCİHLERİ OLAN DURUMLAR/MECRALAR” ona müdahale edemeyen veya gücü yetmeyen veya gözü kesmeyenler için “TABİ MECRA” olarak görünmektedir. Oysa özünde tabii mecra değil de bir tercihtir. Diğer taraftan daha vahim olan ve gözden kaçan durum ise; hayatın tabii mecralarından birini tercih etme tavrındaki giriftliktir. Burada “tercih” ile “tabilik” birbirine karışmıştır. Hayatın birden çok olan tabii mecralarından birini tercih eden kişiler, cemiyetler, milletler veya medeniyet iklimleri, hayatın tek gerçekliğinin veya mecrasının ve de tabii mecrasının o olduğu zannına ulaşmakta aceleci davranıyorlar. Diyalektik işleyiş, hayatın ve özellikle de tefekkürün önemli mecralarından biridir. Bu doğru… Fakat bu mecranın “tek” olduğu düşüncesi, batı felsefesinin ürettiği bir vehimdir. Hegelin tek malzemesi batı tarihidir ve batı tarihinde göreceği de odur. Buraya kadar Hegel’i tekzip etmek gerekmez. Ama azizim,diyalektik akış, hayatın ve tefekkürün tek mecrası değil ki… Hegel yanlış teşhis yapmadı da, maalesef EVRENİ DARDI. O evrenden ancak o teşhis çıkabilirdi. Yani demem o ki azizim, Hegel, dünyanın değil, batının büyük adamıdır. Bu cümleye bakıp da Hegel’i küçümsediğimi zannetme… Bir medeniyet ikliminin “büyük adamı” olmak, küçümsenecek bir vaka değil.

    3-“Tanrı öldü” gongunu çaldığı anda felsefe, kendi ayağına kurşun sıkmıştı. Zİra Tanrı olduğu müddetçe arayış devam edecekti. Her ne kadar felsefi arayış özünde “tanrılaşma” çabası ise de, neticede uzak ufukta büyük bir “kıymet” olduğu düşüncesi ona ulaşmayı gerektiriyordu. Bu felsefenin en büyük tahrik kaynaklarından biriydi. Oysa “tanrı öldü” gongu çalındığına bir gong daha çalınmıştı. “İnsan oldu”. Ne oldu? Tanrı oldu… İşte bu nokta felsefenin intiharıydı.

    Her nedense bu nokta tam aksine yorumlandı önce. Tanrı öldü, denince insan hürriyetine kavuştu zannedildi. Nasıl bir hürriyet? Tanrının öldüğü kabul edildiğine göre “sonsuz hürriyet”… Zaten sonsuz hürriyet sahibi bir varlığın diğer adıydı TANRI… Sonsuz hürriyet sahibi olmak veya Tanrı olmak, faaliyet ve hareketin müntehasıydı ve ondan sonra hareket gerekmezdi ki… İşte felsefenin kafasına kurşun sıktığı nokta tam burası. Ve felsefe aslında o gün tükenmişti ama “insan-tanrıların” bu hürriyetin biraz keyfini çıkarmaları gerekiyordu. Ne var ki ateş hala insanın elini yakıyor, hala birkaç dakika nefes alamadığında ölüyor, hala evin yandı denilen kişiler çıldıracak kadar mutsuz olabiliyorlardı. Ha sahi, tanrılığını ilan eden batı insanı, nedense “mutluluğun” formülünü de hala bulamamıştı.

    VESSELAM

  10. Yazan:zeynep Tarih: Kas 27, 2008 | Reply

    Sayın Haki Sever,

    Kapitalizmin felsefi krizi olduğuna katılıyorum. Ancak sentez üretemiyor olması (bunu tartışmıyorum, çünkü ben de artık batının sentez üretebilme yeteneğini kaybettiğini düşünüyorum ama muhtemelen sizden farklı nedenlerle) distopia üretemiyor olmasını gerektirmiyor. Felsefi başarısızlığı ona muhalif olanların bilimsel başarısını gözardı etmesine yol açıyor. Bu bilimsel başarı da üstüne yazılıp çizilen distopialara götürüyor dosdoğru. Sosyal bilimcilerin, felsefi yaklaşanların , özellikle ülkemizde, belki kabul etmekte zorlandıkları bir olgu söz konusu. Tüm felsefi sefaletine, insani ve mana düzlemindeki başarısızlığına karşın, aslında tam da bu özellikleri nedeni ile başı boş ve inanılmaz bir hızla ilerleyen bilim, dünyayı doğrudan karanlık ve bir kez içine girildiğinde çıkılamayacak bir distopiaya, faşizan bir global devlete dönüştürüyor. 1984, Brave New World vs. İnsan zihnini kontrolden, genetik manipülasyonlara, silah teknolojilerine kadar.bilim felsefesini eleştirmek, aydınlanmaya karşı çıkmak onun ilerlemesine engel olmadı, tam tersine kontrol dışı kaldı. Sadece silah konusunda yakın zamanda yapılacakların için http://blog.wired.com/wiredscience/2008/08/uncle-sam-wants.html
    biyokimyasal, elektromanyetik silahlar, nükleer silahlar dışında bunlar.
    Robot teknolojilerine hiç girmeyelim. Bu ülkede bilimde ne oluyor diye merak eden pek kimse yok.
    En sonunda çok sayıda muhalif odak kalsa da yer yüzünde, yerel çatışmalar devam edecek olsa da global düzen sahip olduğu muazzam teknolojik ve bilimsel üstünlükle distopiasını rahatlıkla kuracak güce erişti, erişiyor. Sentezi olmuş olmamış artık önemi yok. Bu noktaya batı felsefesinin aydınlanmayı eleştireceğim derken bilimi gözden kaçırması getirdi.
    Önümüzdeki 20-25 yıl içinde insana karşı bir siyasetin, ekonomik anlayışın elindeki bilim silahı ile dünyanın egemenliğini tümüyle ele geçireceğine şahit olacağız.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin