RSS Feed for This Post

Requiem (Ağıt) ve Kolaj

20080805_requiem_agit.JPG“Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl ü behâdır / Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır”[1] diyen şair kadar yaşayamasam da İstanbul’un zevk ü sefasını, bu şehir hep bir başka oldu benim için, sanıyorum ki dünyanın merkezidir ve hayatın; aslolanın kendim için, kendi hayatımın merkez olmasını bile isteye es geçerek. Bu şehirden gitmiştim çok defalar, her seferinde geriye dönerek kimi isteyerek kimi istemeyerek  ama artık gidemezmişim gibi geliyor, ayrı kalırsam hayat bitermiş gibi ve de.
 
Gitmeler, bitmeler, gitmeler…                    
                                                                                       
Gitmek  hep  zordur. İnsanın  yürek  gardırobu  tıka  basa doludur.  Çünkü  hayallerini, umutlarını, sevinç  ve  üzüntülerini, ilkleri, sonları, yağmuru, gözyaşını ve  sevgilerini koymuştur içine. Çok ağırdır. İnsan taşınırken/giderken en çok bu yükün altında ezilir, biliyordum, gittim ve döndüm her seferinde. Gitmek istemiyorum artık.
 
“Hiçbir yere gidecek değiliz.” dedi. “Burada çocuk sahibi olduk, o yüzden burada kalacağız.” Jose Arcadio Buendia, “Ama daha önce hiç ölen olmadı.” diye karşılık verdi. “İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.[2] İstanbul’da kök salmak için, doğmak yetmez demek ki, ölümüyle de kalmalı ki, ait olmalı, oranın toprağı olmalı. Biliyor muyum bunu hakkıyla?  “Bilmek zamanla gerekir. Yaşadıkça hissedilir eksikliği. Eksikliğini hissetmediğin bir şeyi bilmek insana hiçbir şey katmaz.”[3] eksikliğini hissediyorum, öyleyse demektir ki biliyorum.
 
Bunlardan mı bahsedecektim ben, hayır, hayır.
 
Gidenlerden bahsedecektim ve gidenlerin arkada bıraktıkları boşluktan. Gitmelerini durduramazdım çünkü, ” …ecel geldiği vakit ne bir an geri kalmanın  ne de bir an ileri gitmenin imkânı vardı.”[4] çünkü. Öğrenmiştim ya seneler öncesinden, ölüm bazen burnunun dibinde insanın ve insan, bazen burnunun dibini göremeyecek kadar kördür. Kör ol[5]muştum.  Ben “I learn to say good bye”[6] demeyi beceremezken, kendimi duvarların etrafına gizlemiştim, öğrenmiş gibi yaparak, “Duymasın ağladığın dide-i giryânı bile”[7] algısıyla belki de. Hayatımın hep aynı bildik çizgide ilerleyeceğini mi sanmıştım ki çemberler içine hapsetmiştim ağlayan küçük çocuğu. “Ancak hayat dediğin nedir ki. Anlaşılmaz bir sır. Kurduğumuz düzen hep öyle sürüp gidecek sanırız. Birden ip kopar, ışık söner, her şey darmadağın olur.”[8] Darmadağın olmuştum. Darmadağın olmuştu her şeyim.
 
Taşıyamaz yüreğinin batık sandalı
bu yalnızlığı, bu can sıkıntılarını
Yaşam gelincikler gibi beklerken seni
gecenin kapısını çalma
ey kalbim[9]
Gecenin kapısını çalmıştım sık sık ve gündüzleri değil, geceleri sevmiştim, geceyi, yıldızları ve mâh’ı. Geceden şifa mı bulmuştum, yoksa geceler yaramı mı azdırmıştı, kanatmıştı biteviye? Yaşamın gelinciklerine koşamamıştım, bilmiyordu şair, gelincik, sevilenin uğurlandığı yağmurlu mayısın altında ıslanan ve gözlerimin görebildiği tek çiçekti, gelinciklerle uğurlamıştım bir bedeni, ölümdü gelincik, yaşamın tam zıddında kalan.

Her şeyi bildik gidenlerin sevinçlerinde miydi gözüm, kıskançlık mıydı onların bütünlüğüne bakarken gözlerimdeki hüzün? “Yaşayıştan mutluluk payını alamayanların gözü başkalarının sevda şenliğini kaldırır mı? Bu kıskançlık değildir, can dayanmaz bir yürek ezikliğidir.”[10] Yüreğim ezilmişti. Akıl veriyordu kimileri, akıl üstüne aklı, öğüt üstüne öğüt, ne akıllar ve ne öğütler, “Uğrayan bir azâba / Sığmaz hesaba kitaba”[11] desem anlarlar mıydı? Ne istiyorsun diyorlardı, ne istiyorsun? “What do you want anymore?”, deseydim ki  “More.” [12] anlayabilirler miydi?
 
O günlerde “Ah! Biçare hırpalanmış, ezilmiş hayat!.. Mai bir gece ile siyah bir gece arasında geçen şu nasipsiz, bahtsız ömür!.. Bir bârân-ı elmas altında inkişaf ederek şimdi bir  bârân-ı dürr-i siyahın altında gömülen emel çiçekleri!..”[13]ydi hayatımın özeti. Özet değil, mantık arıyorlardı ve hemen onların bildik hayatlarına dalarak bildik insan olmamı istiyorlardı.
 
Hayır, hayır, bunları da anlatmayacaktım sizlere. Kendimi anlatmayacaktım. Gidenleri hatırlatacaktım. 2008’in düşen yapraklarını, Cengiz Aytmotov’u, Ahmet Yüksel Özemre’yi, Necla Pekolcay’ı, Dilaver Cebeci’yi, Nusret Çolpan’ı, Avni Anıl’ı, Erdem Bayazıt’ı, Hasan Doğan’ı, Suna Pekuysal’ı, Güngören’deki on yedi canı, Konya’daki on sekiz çocuğu, Osman Yağmurdereli’yi… ve akılma gelmeyenleri… gidenleri, dönemeyecek olanları. Ne önemli işlerimiz, fikirlerimiz, kavgalarımız var ama değil mi, ne çok birbirimizi suçlayacak sebebimiz var, ne çok yarına bırakamadığımız öfkemiz, ne çok telaşımız var. Farkında mısınız ama, ne çok da sevdiğimiz var, yarına bırakılmaması gereken. Haklısınız, kızmak, nefret etmek… sevmekten daha az emekle başarılıyor, hem zahmet etmeye ne gerek var?! Sizler de haklısınız. Haklılığımıza inancımız değil mi zaten kavgalara, kör dövüşüne koşuşumuzdaki aceleciliğimizin sebebi? Hem dünyayı da kurtarmamız lazım, çok önemli adamlarız biz, fikirlerle dolu “çıkrığı olmayan kuyu”[14]ya inip inip çıkamamamız da bu yüzden. Bu yüzden ölümlerle sonuçlanan olaylarda suçlamaları illa da karşıt görüşlülere yıkma sabırsızlığımız, ölenler çimendi değil mi bir de, ölenler çimen’di?! Çimen. Çimenler sanki değersizmiş gibi…
 
Kolaja dönmeli ve dönmeli belleğin çökeltilerine değinen şaire.
                                                                                         
“bir tenha yüz geziyor çoktan göçmüş o kenti; / belleğim… aynalara sır olan bir çökelti” [15]
 
 Gidenler ve arkada bıraktıkları; şehirler, insanlar, yakınları, sevdikleri, kelimeleri… aynı ızdırapları mı yaşıyorlar şimdi? Yaşayarak belleğimde çökelen sırları?
 
Gidenlerden bahsedecektim ve arkada bıraktıkları boşluktan. Dünde kalmadan onlar ve yeni şeyler söyleyerek eskitmeden dünü,                                                                       
                                                                                                           
  “Her gün bir yerden dönmek ne iyi
    Her gün bir yere konmak ne güzel
    Bulanmadan, donmadan akmak ne âlâ
    Dünle beraber gitti cancağzım
    Ne kadar söz varsa düne ait
    Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım”[16]
demek istesem de diyemezken, kaçmak istesem de dünyadan, şehrimden, insanların tahammülsüzlüklerinden, beylik laflarından ve evet, evet  insanların kibirlerinden… sığınsam kitaplarımın içine, ” In omnibus requiem quaesivi, et nusquam inveni nisi in angulocum libro.” [17] sözlerine kansam, hâli düşünmeyip, “Hâl yoktur, mazi ve onun emrinde bir istikbâl vardır. Biz farkında olmadan istikbâlimizi inşa ederiz.”[18]le yeniye yelken açsam, bilmem ki birilerinin yüreğindeki acıyı hatırlamaktan kaçabilir miydim yüreğimin med-cezirlerine yakalanmadan? Yakalandım, kaçamadım…                                                     
                                        
“Bir yol ayrımı ki yanlışla doğru
  hüzünlerle sevinçler kol kola
  Sen ki ey kalbim
  yanlışları ve hüzünleri taşıdın
  bunca zaman” [19]
Bunca zaman gizledin ve giderken birileri dönmemek üzere, yine aynı noktaya döndün, tutuklaştın, donuklaştın. O telefonda sorulmasaydı yolculadığının ismi, kalakalmasaydın aradan on yıl geçmemiş gibi,  anlayamasaydın neden normalleştiremediğini, dalar mıydın bu kadar derine?
 
Tıpkı izlediğin filmdeki gibi olsaydı algın, tıpkı o filmdeki gibi:
 
“Son mu, hayır, bu yolculuğun sonu değil. Ölüm, sadece başka bir yolculuktur. Hepimizin aşması gereken. Bu dünyanın gri yağmur perdesi kalkar ve her şey gümüş bir aynaya dönüşür. Ve sonra görürsün… Ak kıyıları ve ötesini. Hızla doğan güneşin altındaki uzak yeşil ülkeyi.”
 
Ölümü böyle anlatıyor Gandalf, Pippin’e. Pippin:
 
“Şey, o kadar kötü değil.”dediğinde Gandalf:
 
“Hayır, hayır, hiç değil.”diyor.[20]
 
Ölüm böyle güzel nasıl anlatılabilir ve ben, bu güzelliğe nasıl tepkisiz kalabilirim?
 “Allah’tan daha güzel boyası olan kim”[21] diyerek felek-i atlastan payıma düşene bir kez daha amenna demeli ve varmalı Yunus’un dizlerinin dibine, bildim demeli, bildim; çünkü eksikliğini hissediyorum…
 
Hayat ve ölüm.
Kelimeler ve anlatılamayanlar…
Sükut ve çığlık…
İsyan ve teslimiyet…
  Hamit ve Makber, işte isyanın ve teslimiyetin şairi ve bendeki isyana ve teslimiyete denk düşen izdüşümü. İlginç, belleğin oyunu olmalı. Şair ve isyan, isyan ve şiir, şiir ve teslimiyet…

Requiem (Ağıt) ve Kolaj
Neden kolaj peki, neden başkalarının sözleri, neden kendi sözlerine ihanet?
Anlatamamak kaygısı mı ya da kıskançlık mı söyleyemediklerini söyleyenleri.
Kelimeler kimin?
Hayat, tik-tak, ölüm, tik-tak, kelimeler…
Ya sahipsiz kalan kelimeler, işte benim alıntıladıklarımın çoğu, onlar artık kimin?
                                                                                           
“Gezinen bir gölgedir hayat, gariban bir aktör
  sahnede bir ileri bir geri saatini doldurur
  ve sonra duyulmaz olur sesi, bir masaldır
  gürültücü bir salağın anlattığı
  ki yoktur hiçbir anlamı”[22]
 
  ve tik ve tak…
 
 
________________________________________
[1] Nedim
[2]  Gabriel García Márquez / Yüzyıllık Yalnızlık
[3] Murathan Mungan / Şahmeran’ın Bacakları
[4] Nazan Bekiroğlu
[5] Cemal Süreya / Sizin Hiç Babanız Öldü mü
[6] Madonna
[7] Riyâzî / divan edebiyatında aşkla ilgili beyitler page 2
[8] Mustafa Kutlu / Uzun Hikâye “İnsan niçin roman yazar?
[9] Ahmet Telli /Her Nasılsa Yalnızsın
[10] Safiye Erol /Ciğerdelen
[11] Sezai Karakoç /monna rosa
[12] Yentl filminden.
[13] Halid Ziya Uşaklıgil / Mai ve Siyah
[14] Yahya Kemal Beyatlı / Mehlika Sultan
[15] Hilmi Yavuz / göçmüş bir kent için sonnet
[16] Mevlana Celâlettin-i Rûmî
[17] Umberto Eco / Nome della Rosa: Her şeyde erinç aradım, ama hiçbir yerde bulamadım; bir kitapla çekildiğim köşeden başka.
[18] Ahmet Hamdi Tanpınar / Saatleri Ayarlama Enstitüsü
[19] Ahmet Telli / Her Nasılsa Yalnızsın
[20] Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü
[21] Kuran-ı Kerim -2/138
[22]  William Shakespeare /  / Macbeth

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:nazan Tarih: Ağu 5, 2008 | Reply

    acılarınıza sağlık…susma orucu tutan tibetli rahipler,aralarına katılmak isteyen birine ,kimseyi alamayacaklarını dolu bir tasla anlatmışlar.doluyuz,alamayız kimseyi ,diye.tası alan gönüllü dolaşıp durmuş bahçede.sonra gül ağacına ilişmiş gözü.bir gül yaprağı alıp koymuş tasa.tas taşmamış.sonra rahiplerin yanına bir daha gitmiş ve tası uzatmış.kapıları ardına kadar açmış rahipler…yorum yapsam tas taşacak sanki.bir gül yaprağı kadar hafif değilim üstelik.ve hoyratlıktan uzak…sadece acılarınıza sağlık…

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin