RSS Feed for This Post

Medeniyetin inşası binaların değil kâmil insanların inşasıyla mümkün

(Keşkül Dergisinde yayınlandı)

Hüsn-ü hat sanatında mahir bir zât olan Şeyh Sultan Seyyid Muhammed Raşid el-Hüseyni’ye (ks) sormuşlar:

-siz ne işle meşgulsünüz?

-biz bağlar ve çözeriz.

-neyi?

-insanın kalbini dünyanın boş zevklerinden çözer Ahiret işlerini bağlarız.

İstanbullu meşayih içinde hüsn-ü hatla, mûsıkîyle, kısacası sanatla meşgul olmamış hemen hiç kimse yok. Acayip değil mi? Yani en azından modernite ile miyoplaşan akıllar için acayip bir durum. Sadece dervişlerinin değil dergâhın bulunduğu mahalle halkının dahi maddî manevî müşkülleriyle uğraşan bu zâtlar neden kıymetli vakitlerini mûsıkîyle, edebiyatla harcasınlar? Şeyh “mesleği” hakkında asgarî bir bilgi sahibi olanlar bile bu zevâtın (haşa) nefsini tatmin edecek bir işle uğraşmayacağını bilir. Demek ki nafile ibadetin, hayır işlerinin fevkinde bir sanat var… Kalpleri dünyadan çözüp Ahiret’e bağlayan, hidayete vesile olan, O’nun rızası için yapılan bir sanat.

Peki biz Rönesans, kübizm yahut Alman romantizminden konuşurken de “sanat” diyoruz. Üstelik 20ci asırla gelen yeni kuşak daha da acayip: Sahnede gitarını kıran, kokainden burnunu çıkaramayan “sanatçılar” var. Bugün artık “hanım çabuk çocukları içeri sok, sanatçılar geçiyor” diyecek noktaya geldik. Neticede birbirini dışlayan iki sanat anlayışı var ortada; yanılıyor muyum? Eğer ebru, hat, tekke mûsıkîsi birer sanatsa ötekiler değil. Yok eğer sahnede gitarını kıran sanatçıysa neyzenlere, hattatlara ayrı bir sınıflandırma ihdas etmek icab edecek.

Ayıp sanat olur mu?

Neredeyse millî spor haline geldi, her sene okul kitaplarındaki “nü” resimler basında tartışılır. Rönesans’tan bahsedilirken Michelangelo’nun, Da Vinci’nin çıplak vücut tasvirlerini koysak mı koymasak mı? Dindar Müslümanlar adını koyamadıkları bir rahatsızlık duyarlar; yarım ağızla itiraz ederler. Evrensellik iddiasındaki bir başka sanatın savunucuları ise onları “yobaz / gerici” olmakla suçlar. İslâm’da var olduğu iddia edilen bir resim yasağı yüzünden sanatın geri kaldığı söylenir; tartışmalar uzar gider.

Ayıp, müstehcen, mahrem… Bu kavramlar gerçekten aşındı. Hakim olan seküler/lâdinî zihniyet çerçevesinde “Aaa! Bu kadarı da fazla! Bu gösterilemez!” denilecek bir yer yok. Bu yüzden “sanatçı” kutsallaştı ve yaptıkları da hukukun üstüne çıktı.

Diğer yandan sanatsal faaliyetlerin hukukla sınırlandırılması elbette sansürü çağrıştırıyor. Yani nefsimizin baskısıyla devlet baskısı arasında bir denge noktasındayız. Maneviyatı yahut insan onurunu korumak bahanesiyle aşırı yasakçı bir devlet baskısı da pek âlâ sanatı ve sanatçıları boğabilir.

Ancak bugün 1930’ların faşist ve totaliter devletlerinden uzağız ve moderniteye tepki olarak doğmuş modern sanatla karşı karşıyayız. Tarif edilemeyen, sorgulanamayan ama karşı duranları aforoz eden bir ruhban sınıfı var. Modern sanat rahipleri (sanat dergisi editörleri, müze müdürleri…) sanatçıların her şeyi “kullanmakta” özgür olduklarını söylüyorlar: Duygular, hatıralar, sakatlar ve hastalar, cesetler (Gunther Von Hagens’in Our Body sergisi gibi) dinsel inançlar, soykırımlar bir boya ya da fırça gibi sanata malzeme yapılabiliyor: Polonyalı sanatçı(?) Zbigniew Libera’nın 1996’da New York’ta açtığı Lego Concentration Camp sergisi Nazilerin Yahudilere uyguladığı eziyeti konu edinmiş. Bu serginin New York’taki Yahudi cemaatinin desteğiyle açılmış olması dikkat çekici. Fakat Yahudiler ikiye bölünmüşler, çoğunluk protesto etmiş. Bu sanat(?) sergisi şu soruları getiriyor akla: Izdıraplar Lego gibi eğlenceyi çağrıştıran oyuncaklarla temsil edilebilir mi? Ailesi bu kamplarda can vermiş onca insanın hisleri ve geride kalanların hatıralarıyla dalga geçmeye hakkı var mı bir sanatçının?

Evet… İnsan vücudunun eşya gibi kullanılması / gösterilmesi içimizde bir şeyleri rahatsız ediyor ama adını koyamıyoruz bir türlü: 2009’da Fransa’da çıplak çocukları erotik pozlarda gösteren bir sanat(?) sergisi aleyhine dava açıldı; Bordeaux mahkemesi beraat kararı verdi ama fotoğraf sanatçısı(?) Nan Goldin, Jeff Koons ve Garry Gross uzun süre gündemde kaldılar.

Maslahat medeniyet inşası önündeki en büyük engeldir

Sanat tarihçisi  Titus Burckhardt Aklın Aynası’nda şu tespiti yapmış: “Sanat” kelimesi Müslümanlar için o kadar özel bir mânâya işaret ediyor ki gayrimüslimlerin yaptıkları resme, müziğe, operaya, heykele “sanat” demek anlaşmaktan çok anlaşmazlığa sebep oluyor. Görünen o ki insan yetiştirmekte çektiğimiz zorluklar tasavvufu değil sanatın ne işe yaradığını anlamamaktan kaynaklanıyor. Çünkü uzun bir zamandır İslâmistan’da “Güzel nedir? Sanat nedir? Sanatçı kimdir?” diye sormuyoruz. Bu yüzden sanat adına ortaya konan her tasvire aynı mesafede durmak zorunda kaldık. Dünya sevgisi, kınanma korkusu da bizi Müslümanca bir duruş sergilemekten alıkoydu: “O da olur, bu da sanat, şu da onun güzellik anlayışı…”. Sadece güzellik sahasında değil siyaset, hukuk hatta bilimsel gerçeklik sahasında dahi zihinleri işgal eden bu fikrî gevşeklik nabza göre şerbet veren, yerine göre lokal anestezi yapan süslü etiketler buldu: Felsefede “postmodernizm” siyasette “liberalizm”… Modern Dünyanın Krizi isimli kitabında René Guénon’nun isabetle teşhis ettiği gibi entelektüellerimiz bilinen ve halkın ihtiyacı olan hakikatleri tekrarlamaktansa orijinal hatalar yapmayı tercih ediyorlar. Çünkü bu şaşırtıcı hatta şok edici orijinal hatalar kişiye mahsus. Dolayısıyla daha kârlı, reytingi daha yüksek. Oysa sanat eğlence değil bir öğrenme şeklidir. Sanatı eğlenceden ibaret görmek modernite ile başlamış bir fikri hastalık ki bu iddiamızı batılı fikir adamları da destekliyorlar:

“Günümüz insanı zannediyor ki bilginler bize öğretirler, şairler ve müzisyenler de bizi eğlendirirler. Sanatçıların onlara bir şeyler öğretebilecekleri akıllarına gelmiyor bile!” (Ludwig Wittgenstein, Karışık Saptamalar)

Diğer yandan teslim etmek gerekir ki ecdadımızın güzel sanat – güzel ahlâk münasebetini sorgulamaya ve bir teori geliştirmeye ihtiyacı yoktu. Sanatla uğraşan insanların hâl ve tavırlarından dışa akseden edeb, hilm, sabır bu hikmeti zaten izhar ediyordu: Kâmil sanat ile meşgul olmanın nefsi tezkiye ettiğini o devirde yaşayan hemen herkes (söylenmeden) anlayabilirdi. Bestekâr Ahmed Mükerrem Akıncı’nın ifadesiyle:

“Evlâdım, eslâf, ilm-i şerîf-i mûsikî diye tesmiye etmişlerdir. Mûsikî, tezhîb-i ahlâk ve i’tilâ-yı rûhun vâsıtasındandır. Bihakkın erbâb-ı mûsikîden fenâ kimse zuhûr etmemiştir. Tab’-ı beşerde meknûz olan ârızî kötülükleri mûsikî potası temizlemektedir.” (Talebesi Câhid Gözkân’dan naklen)

Yeni lisan ile : “Evlâdım, bizden evvelkiler “şerefli müzik bilimi” diye isimlendirmişlerdir. Müzik ahlâkı süsleme ve ruhu yüceltmenin vasıtalarındandır. Müzikle hakkıyla uğraşanlardan kötü insan çıkmamıştır. İnsan tabiatında saklı bulunan kötülükleri müzik potası temizlemektedir.”

Evet… Bu hakikati bizzat yaşayan güzel insanların Güzel’i malumat olarak, sözle, teoriyle uzun uzadıya konuşmasına gerek yokmuş. Ancak bugünkü vaziyet farklı. Hem maddeci tahakküm altında yaşayan hem de üst üste yapılan dil devrimleri yüzünden lisanı devrilmiş ve enkazın altında kalmış bir kuşaktan bahsediyoruz. Dedesinin mezar taşını dahi okuyamayacak duruma getirilmiş bir toplumun kendine miras kalan maneviyata sahip çıkması biraz daha fazla enerji isteyebilir.

Terbiye değerlerin aktarılmasıdır, para kazanma kursu değildir

Cemiyetin özlediği medeniyet inşasından evvel bir düşe, bir özleme ihtiyacımız var. Böyle bir düş ise ancak medeniyete susamış, onu her şeyden çok isteyen hassas insanların kalplerinde yeşerebilir. Zihinler işgal altındayken insanlar medeniyetin düşünü kuramıyorlar. Maddenin, makinelerin tahakkümü altında, kâh dünya sevgisi kâh ezilmişlik ve intikam arzusuyla şekilleniyor genç kuşaklar. Devasa bir adalet sarayı yahut kalabalık bir savcı-hakim ordusu da  adaleti üretemiyor. Çünkü iyi; güzel ve doğru devlet eliyle üretilip dağıtılan bir şey değil. Uhrevî güzellikler ancak onları yaşayan bir insandan genç kuşaklara, kalpten kalbe akabilir:

 “… Genç ruhlara, din adamlarının, cennet cehennem tellallığı yapan tehditlerinden çok uzaklarda, kitapta yeri gösterilmeden, din kelimesi hiç kullanılmadan dini ruh her adımda sunulmalıdır. Varlıklarından rahmet taşıran ibadetleri bütün hareketlerine serpilmeli, iyiliğin kolay bir şey olduğu anlatılmalıdır. Onlara, iyiliği sudan, güneşten, rüzgârdan ve bir yapraktan öğrenebilecekleri inancı verilmelidir …” (Kültür ve Medeniyet / Nurettin Topçu)

İşte bu manevî altyapıdan mahrum kaldığımız için bir medeniyet düşü kurmaktan da aciz kaldık. Pozitivist fikir tahakkümü para ve şiddet dışında hiçbir şeye varlık sahası tanımıyor. Aileler her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen çocuklar yetiştiriyorlarsa biraz da bu yüzden:

“… Aile kendi çatısı altında daha dağılmadan çürütüldü. Ana babalar, çocuklarının ahlakına istikamet vermek şöyle dursun, onların heveslerinin hizmetindedirler… Evladın iç hayatını yoğurmak için en ufak emeği esirgeyen, sade onların ceplerine dolacak madde saadetlerini emel edinen aileler, kendi yavrularının katili olduklarını bilmediler. Onların kalp ve vicdan terbiyesi yerine beden hazlarına hizmet yolunda yarışanlar, Amerikan ve Alman tezgâhlarının teknik imkânlarını çıldırasıya devşirmek için atıldıkları hayat yağması sahnesinde ruhun değerlerini çiğnerlerken çocuklarına en berbat ahlak örneği verdiklerinin bile farkında olmadılar …” (Kültür ve Medeniyet / Nurettin Topçu)

Sanatta ifsad, ahlâkta ifsad: Vasati 40 çöp!

Sevgiliye “siz” diyen şarkılardan belâ ve beddua okuyan şarkılara(!) geçildiği şu devirde sadaka taşının terk edilmesine ve basın toplantılı Ramazan çadırlarının çoğalmasına da tanık olduk. Sanattaki ifsadın ahlâktaki ifsada tekabül etmesi zannediyorum bir rastlantı değil. Mahrem aile hayatını internette paylaşan, trafikte kul hakkı gözetmeyen, maçta tanımadığı annelere hakaret edenlerin hem sanatsal ve hem de ahlâkî güzelliklerden aldıkları paylar paralel olarak azaldı.

Tabi yerel engellere küresel fikir arızalar da ekleniyor. Bizim açımızdan en önemlisi uzman fetişizmi. Adeta bir ideoloji kisvesine bürünen bu bakış fikir hayatımızı teşkil eden cüzleri parçalayıcı bir perspektifte görüyor: Bilim, sanat, inanç, adalet, terbiye… Bu saplantıya göre bütün sahalar bir takım “uzmanlara” terk edilmeli. Sanat sanatçıların, adalet hukukçuların, din ilâhiyatçıların olmalı. Halk uzmanlara itiraz ederse? İnsanlar bir tabloyu, heykeli beğenmezse? Halk bunları şehrin meydanında veya okul kitabında görmek istemezse? Derhal “cahil – yobaz – sanattan anlamaz” damgası vurulmalı. İtiraz eden eğer siyasetçi yahut sanatçıysa aforoz edilip çağdaş uygarlık gezegeninden aşağı atılmalı!

Uzmanların dışında kalanlar ne haldeler? Onlar her şeye üzülen ama hiçbir şeyle tam olarak ilgilenmeyen vasat demokratik insanlar cemiyetini kurdular. Hemen her boşluğu paranın ve şiddetin doldurduğu o maddî hayatın (=manevî ölümün) isimsiz mimarları oldular. Arzularıyla ihtiyaçları arasındaki farkı bilmeyen bu vasat insanlar gereksiz şeyleri satınalmak için ömür boyu borçlanıyor ve sonra borç ödemek için sevmedikleri işlerde çalışıyorlar. Mutluluk değil tatmin peşinde koştuklarından yedikçe acıkıyorlar.

Sanata en fazla ihtiyaç duyan bu insan ne yazık ki Güzel’e, güzelliklere en uzak mesafede yaşıyor. Bürokrasi ve piyasa yoluyla mes’uliyetini omuzlarından atmaya alışık, daima mağdur, hak arama iddiasında. Günde 4 saat televizyon seyrederek bir isteme makinesi haline getirilmiş; her şeyin fiyatını biliyor ama hiçbir şeyin değerini bilmiyor. Orta halli, orta boylu, orta gelirli, her konuda mutedil dalgalı, iki arada bir derede, İsrail’e lanet okumakla Coca Cola içmek arasında çelişki görmeyen, her seçimin sonucunu belirleyen kararsız, renksiz, davasız bir seçmen olmak ona zor gelmiyor.

Mesele şurada: Adalet, iyilik, güzellik devlet eliyle kurumsallaştırılamaz, daha evvel söylemiştik. İnsan güzelliği bilimsel, objektif, ölçülebilen bir eşya değildir. Ancak sîret güzel olunca hem kişinin sûretine hem de yaptığı işe, elinden çıkan eşyaya, sanat eserlerine sirayet eder. Bu yüzden İnsan’ın tabiatına nakşedilmiş olan güzelliklere agâh olmayan bir toplum medeniyetin sulh ortamını bir ateşkesten ayırdedemez. Ticaretin, endüstrinin, günlük hayatın sürmesi için gerekli olan asgârî can ve mal güvenliği bu vasat demokratik insan için azâmî bir barış seviyesidir. Özetle ticaret için yapılan ateşkes ile O’nun rızası için yapılan sulh arasında büyük fark var ama vasat maddeci zihniyetin bunu idrak etmesi imkânsız:

“… Bugün dünyamızda her şeyi eşyanın emrinde bulunduran Amerikan tekniği hâkim olmaktadır. Hakikatte bu, bir asırdan beri Avrupa’da hazırlanan, eşyanın insan üzerine zaferinin gerçekleşmesidir. Bu gerçekleşme, Batı medeniyetinin insan ve eşya, ruh ve madde yarışmasında maddenin ileri atılışlarıyla bir cephede insanın zaferi olduğu gibi diğer cephede ruh ve kültür, yani insan cevherinin inkâr edilmesiyle, arkadan vurulmasıyla yine maddenin zaferi olmuştur. Bunlardan birincisi kapitalist istihsal dünyasının, ikincisi ise komünist materyalizminin hareketlerini doğurdu. İşte bugünkü dünya buhranının sebeplerinin kaynağı, ruhla madde, insanla eşya arasındaki, eşyanın zaferi ile neticelenen bu çatışmada bulunmaktadır …” (Kültür ve Medeniyet / Nurettin Topçu)

Medeniyeti kurmadan evvel bir medeniyet düşü kuralım

Mimar Sinan’dan kalan mirasın betonarme kopyalarını yapmak yahut çirkin modern camiler icad etmekten öteye geçeceksek yol sarp ve uzun. Bir medeniyet düşü kurmak için evvelâ estetik değerlerin ahlâkî değerlerin zarfı, muhafazası olduğunu anlamak icab ediyor. Güzel sanat ile güzel ahlâk arasındaki kevnî münasebeti görmezden gelmenin bedeli ahlâkî mihenk noktalarının kaybedilmesidir. Yani sanatta gösterdiğimiz gevşeklik ahlâk sahasına (mecburen) sirayet eder.  İsmini dahi saymak istemeyeceğimiz süflî yaşam tarzlarını kınamaktan aciz Müslüman topluluklar böyle çıkıyor ortaya: “O da onun ahlâk anlayışı; onun doğru ve iyi anlayışı bizimki gibi değil”. Neden böyle oluyor? Meselâ Amerikan sinemasıyla, müziğiyle, mimarisiyle kuşatılmış bir ortamda Müslümanca yaşanamaz mı? İslâm ahlâkının tesisi için illâ İslâm sanatı mı gerekir? Bu sorgulamayı derinleştirelim: İmam-ı Azam’ın müsnedinde okuduğum bir hadiste Efendimiz صلى الله عليه و سلم  şöyle buyuruyorlar:

“Şayet yumuşaklık ve nezâket (rıfk) gözle görülebilecek şekilde yaratılsaydı, ALLAH’ın yarattığı şeylerin içerisinde ondan daha güzeli görülmezdi. Şayet câhillik ve ahmaklık, gözle görülebilecek şekilde yaratılsaydı, ALLAH’ın yarattığı şeylerin içerisinde ondan daha çirkini görülmezdi”

Malumunuz mânâ maddenin lâtif hâli, madde ise mânânın kesafetidir. Haliyle hadisin işaret ettiği gibi güzel hisler veya iyi bir davranış ile güzel bir bardak, güzel bir ses, ev, halı vs de apayrı şeyler değil. Bir başka deyişle Tevhid inancı Batı’nın idealizmini ve materyalizmini reddettiği gibi düalizmini de kabul etmez. Yani biri mânâ, diğeri madde olan, birbirine karışmayan iki dünya tasavvuru da İslâm fikriyatıyla uyuşmaz. Tabi bu cevaba fazlaca indî/sübjektif olduğu gerekçesiyle itiraz edilebilir. Acaba biz Müslüman olduğumuz için itikadımızı, hatta “dogmalarımızı” bilgi mi zannediyoruz? Yoksa sûret ile sîretin tevhidi fıtrî bir hakikate mi dayanmakta? Bu gibi sağlamalar için manevî mihenk noktaları bizimkilerden farklı olan gayrimüslim düşünürlerin metinlerine göz atmayı uygun buluyorum. Meselâ Hannah Arendt:

“… İnsanlar Hakikat’in kendisi ile Hakikat’in ifadesini birbirinden ayrı olarak tahayyül ediyorlar. İnsanlar Hakikat’i düşünmenin ve konuşmanın bizzat varoluşçu bir tecrübe olduğunun farkında değiller…” (1968, Men in Dark Times)

Sanat İnsan’ın hürriyetini icrasıdır

Peki bu anlattıklarımız bize hariçten gelen bilgiler midir yoksa bizzat yaşayabilir miyiz? Size basit bir deney önerebilirim: Sevdiğiniz insanların isimlerini, hatırlamaktan hoşlandığınız sözleri bir kâğıda yazın. Bir de sizi üzen, korkutan, utandıran şeyleri not edin. Yazınız farklılaşmaz mı? Yahut yolda yürüyen insanlara bakın: Kimisi kibirli, kimi çekingen… İnsanların vücut dilini çocuklar hatta hayvanlar bile “okuyabiliyor”. Kısacası testinin içinde ne varsa dışarı “sızan” da o. Kalbinde iman olan bir insanın estetik tercihleri tıpkı ahlâkî tercihleri gibi küfür üzere yaşayanlardan farklı olacak. Bu zaviyeden bakıldığında sanatın tıpkı tefekkür ve dua gibi bir tür ibadet olduğunu söylemekte sakınca görmüyorum. Güzel’i tecrübe ettiğimiz her an bize maddeden öte bir varlığımız olduğunu hatırlatıyor. Öleceğimizi ama yok olmayacağımızı sanat ve güzellikler sayesinde hissediyoruz. Sinema yönetmeni Andrei Tarkovsky’nin çok güzel ifade ettiği gibi:

 “Sanat’ın amacı sanıldığının aksine fikirleri kesiştirmek, düşünceleri yaymak vs değildir. Sanat’ın amacı kişiyi Ölüm’e hazırlamaktır. Sanat insanları toprak gibi işler ve fıtratlarındaki iyiliğin ortaya çıkmasını sağlar” (Sculpting in Time*, 1986)

Estetik teorileriyle tanınan filozofların, meselâ Hegel’in de ifade ettiği bir gerçek bu: Sanat, inanç ve felsefe sahaları İnsan’ın hürriyetini ifade etme ve hissetme mahalleri. Zira günlük hayatın koşturmalarından, beş duyunun ve nefsanî arzuların zindanından ancak sanatla kurtulabiliyor insan. Hegel’in “Estetik veya sanat felsefesi” isimli ünlü eserinden:

“… Sanat bu kusurlu ve dengesiz dünyanın yanıltıcı, aldatıcı şekillerinden görünenin içindeki Gerçeklik’i çekip alır… O gerçeklik zihnin keşfettiği üstün bir Hakikat ile donanır. Aldatıcı görüntülerin tersine Sanat günlük gerçeklikten daha üstün ve daha gerçek bir Hakikat içerir… ” (aestheticam sive philosophiam artis, 1820-1829)

Sanatı, maneviyatı ve felsefeyi birbirinden uzak hatta ilgisiz disiplinler gibi vehmeden insanlar her üçünde birden demokratik, vasatçı ve rölativist bir girdaba düşüyorlar: “O da olur, bu da güzel, seninki de farklı bir gerçeklik, şu da yeni bir ahlâk anlayışı …”. Avrupa felsefesinin kilometre taşlarından biri sayılan Immanuel Kant Yargı kabiliyetinin Eleştirisi’nde sanattaki hürriyete işaret ederken fayda/tehdit algısından tecrid olmuş bir hazzı kastediyor:

“… Güzellik eserin maksadını kendi içinde taşımasıdır. Nesnenin kendi içinde taşıdığı nihaî maksad seyirciye sanat eseri karşısında çıkarsız bir haz verir ki bu güzelliktir …” (Kritik der Urteilskraft, 1790)

Sanat… Hürriyet deryasında Kemâl’i gösteren pusula

İnsandaki yargılama yetisi güzel/ gerçek/ doğru dediğimiz değerleri gösteren bir pusula gibi işliyor. Bu bize faydası olan, nefse hitab eden şeyleri sevmemizden farklı bir haz. Zira bize hiçbir faydası olmadığı halde bülbüllerin ötüşünü, güneşin batışını yahut mehtabı seviyoruz. Acayiptir ki bize faydası dokunmasa bile adaleti de seviyoruz. Uzak bir ülkede hatta bir masalda, filmde adil ve merhametli kimselere karşı hemen bir sevgi uyanır. Hatta senaristler bunu bilirler ve kullanırlar. Belki de “güzel” eşyada, güzel müzikte aradığımız mükemmelliklerin özünde ahlâkî mükemmelliğin rumuzları? Öyle olmasaydı kendimizde olmayan erdemleri başkasında görüp sevebilir miydik? Kendimizde bilkuvve olarak bulunan hilm, merhamet, sabır vs bir başka insanda bilfiil halde ise onu takdir ediyoruz ve özeniyoruz. “Güzel insan” diyoruz. Ahlâken güzel/doğru olan şeylerin bir listesini yapmak istesek imkânsız. Kur’an’da bile böyle bir liste yok. Ama yepyeni bir durum karşısında, meselâ internette suç işlendiğinde kalbimiz reddediyor. Tıpkı küçük bir çocuğun ilk defa gördüğü kelebeği hayranlıkla seyretmesi gibi. Öğrenilmiş değil fıtrî bir mükemmellik hasreti var içimizde. İşte medeniyet inşası bu güzelliğin uyanmasıyla, bilkuvve olan mükemmellik arayışının bilfiil hale geçmesiyle başarılacak. Mükemmellik ile güzellik hissi arasındaki münasebeti anlamak için Hüccetü’l-İslâm Gazâlî Hazretleri’nin bir kitabından, Kitâbu’l-Muhabbe ve’ş-Şevk ve’l-Üns ve’r-Rıza’dan istifade edelim:

“…Her şeyin güzelliği kendinde bulunması mümkün ve kemâline layık olan vasıfların kendisinde bulunması demektir. Bütün kemâlatı kendisinde topladığı vakit güzelliğin zirvesine ulaşmış demektir. Eğer bir kısmı bulunursa bulunduğu nisbette güzeldir. “Güzel at” dediğimiz zaman bir atta bulunması gereken hey’et, şekil, renk, güzel burun ve onunla kaçma, kaçana yetişebilme gibi bütün vasıfları kendisinde toplamış at demektir. “Güzel yazı” dediğimiz vakitte de yazı tekniğinin gerektirdiği harf uygunluğu, muvazene, istikamet, tertib, hüsn-ü intizam vs vasıfları toplayan yazı demektir. Demek ki “güzel” denmesi için kendisine lâyık olan her vasfı toplamış olacaktır. Bazen birinde aranan vasıf diğerinde tam aksine bir kusur olabilir. Meselâ atı güzelleştiren insanı güzelleştirmez. Yazıyı güzelleştiren sesi güzelleştirmez. […]

 Bilmiş ol ki hüsn ve cemal hislerle bilinmeyen şeylerde de var olabilir. Meselâ “şu güzel ahlâk, bu güzel ilim, bu sîret-i hasene, bu ahlâk-ı cemîle” dendiği gibi ahlâk-ı cemîleden ilm, akıl, iffet, şecâat, takvâ, kerem, mürüvvet ve diğer iyi haller murad edilir ki bunların hiç biri beş duyu ile bilinmez. Ancak bâtınî olan basîret nûru ile bilinirler. Bu güzel hallerin hepsi sevimli ve bunlarla tavsif edilen insan da sevilen bir insandır.[…] Parçalanmayı kabul etmeyen cüz’ün sûret, şekil ve rengi yoktur ki göz onu görsün de gördüğü için sevilmiş olsun. Demek ki sîrette güzellik vardır. İlim ve basîretsiz güzel ahlâk meydana gelse de bu sevgiyi gerektirmez. Sevilen güzellik sîret-i cemîleden meydana gelen güzelliktir. Bu, güzel huy ve şerefli faziletlerdir ki bunlar ilim ve kudretin kemâline râcidir. Bunlar his ile bilinemediği halde tabi olarak sevilir. […]  her hüsn ve cemâl sevilir. Sûret ise zâhirî de olur, bâtınî de olur. Hüsn ve cemâl ise her ikisine de şâmildir. Dış görünüş baş gözüyle görüldüğü gibi bâtınî sîret de basîret ile gözükür. Basîretten mahrumolan bunları ne görür ne de bunlardan zevk alır; ne sever ne de bunlara meyleder. Basîreti baş gözünden üstün olanlar ise bu gibi bâtınî mânâları zâhirî sûretlerden çok daha fazla sever. Kûşedeki işlemeyi güzelliğinden ötürü seven ile bâtınî sîretinden dolayı Peygamber’i (sav) seven arasında büyük fark vardır …”

Medeniyet? Binaları değil medenî insanları inşa etmek

Sanat tarihçisi ve İslâm Sanatı uzmanı Oleg Grabbar İslâm Sanatını Düşünmek isimli kitabında ilginç bir noktaya dikkat çekiyor:

“… Eskiden Müslümanlar bir şehri övmek istedikleri zaman binaları değil o şehrin yetiştirdiği alimleri, evliyaları överlerdi …” (Penser à l’art islamique, 1996)

Buraya kadar sorguladığımız bütün meseleler işte bu noktaya işaret ediyor: Medeniyet inşası bina dikerek değil kâmil insanlar yetiştirerek yapılacak. Peki bu süreçte sanata ve sanatçılara düşen rol ne olacak? Kâmil olmayan sanat türlerinden uzak durmak ve cemiyeti muhafaza etmek:

Nefsi tahrik eden, bedensel ihtiyaçları uyandıran konu ve tasvirlerden kaçındıkları kadar lisan-ı sûret itibariyle de nefse hitab etmekten geri durmak. Yani sanatçının ve seyircinin Ben’liğini ortaya koyan resim tekniklerinden de uzak durmak icab ediyor: Sanatı objektifleştiren / bilimselleştiren ve bu yolla sanattaki maneviyatı öldüren Rönesans teknikleri: Perspektif, anatomi ve optik. Zira bunların kullanıldığı taklitçi sanat yüzünü Tevhid’e değil kesrete dönmüş olur. Velev ki cami resmi olsun, semazenler tasvir edilip devasa vav harfleriyle süslensin. Hatta isterse konusunu Asr-ı Saadet’ten alsın. Dikkat ediniz, ecdâdımız asla camilerimize figüratif sokmamıştır. İsteselerdi Kur’an’da geçen olayları resmedebilirlerdi. Ama bu İslâm’ın özüne, Tevhid inancına aykırı bir hareket olurdu. İslâm ile şereflenmiş büyük sanat tarihçisi Titus Burckhardt (Sidi Brahim) bu meseleyi Kutsal Sanatın İlkeleri ve Yöntemleri’nde şöyle özetliyor:

“… Bir sanatın “kutsal” olabilmesi için konusunun manevî bir Hakikat’ten alması kâfi gelmez. Sanat eseri lisan-ı sûret itibariyle de aynı kaynaktan beslenmelidir. Rönesans ve Barok devrinin “dinî” sanatı ise kesinlikle böyle değil. Zira onları lâdinî eserlerden ayırd edecek bir görsel lisanı haiz değildirler. Tasvir edilen olay ve kişilerin dinsel kaynaklı olması yetmez. Hatta eserde ifade bulan erdem dahi bunları “kutsal sanat” yapmaz. Ancak sanatın şekilleri bizzat bir dinin manevî anlayışını yansıtacak ki o sanata “kutsal” denilebilsin, o eser imanın tecelligâhı olsun. (fr. théophanie)  …” (Principes et méthodes de l’art sacré, 1958)

 Netice

Ekonomide, siyasette olduğu gibi sanatta da Avrupa’nın ticarî ve finansal tercihlerini merkeze alan ama kendine “evrensel” diyen bir duruş şu an dünyaya hakim. Farklı zeminlerde pozitivizm, hümanizm, liberalizm, bilimcilik gibi değişik etiketlerle sunulsa da İnsan’ı eşyalaştıran bu tasavvur özünde insan hürriyetinin zıddını savunmak zorunda. Dolayısıyla sanat, düşünce ve inanç bizi boğan maddeciliğin en büyük düşmanları:

“… Zulmün ezelden beri tekrarlanan klasik şekli harptir. Müdafaa ve istiklal savaşlarından başka bütün harpler, toplumlar arasında kuvvet yarışmasına dayanan ve insanlık tarihinin devirlerini ayıran, hak diye tanınmış evrensel zulüm destanlarıdır. Devlet zoruyla harbe sürüklenen zavallı insanlar günahsız olsa bile, bu harplerin gönüllü kahramanları büyük zalimlerdir. İnsan sürülerinin asrımızda zirveye tırmanan iki büyük ideali zulmü kullanıyor, zulme dayanıyorlar: Kazanmak ve dövmek. […] Zulmü yaratan, sevgisizliktir. Sevmeyen insan, her zaman canavarlığını yapabilen zalim bir varlıktır. Aşkın meyvesi ise, âlemleri doldurup taşmak isteyen merhamettir. Aşkı olmayan, varlığa düşmandır. Dünyamızı huzursuz, hayatı çekilmez yapanlar, bu düşmanlardır …” (Kültür ve Medeniyet / Nurettin Topçu)

Zira inancı, ırkı, yaşam tarzı ne olursa olsun dünyadaki her insana aynı “sanat” ürününü satmak isteyenlerin yapabileceği tek bir şey var: Herkeste ortak olan nefs-i hayvanîye hitab etmek. Bu sebeple maneviyattan ve geleneksel mirastan kopuk ürünler yapmak zorundalar. Yoksa kâr edemezler. Bu sebeple sanat adına İslâmistan dahil bütün dünyaya dayatılan hemen her şey öfke, intikam, şiddet ve cinsellik ihtiva ediyor.

Çünkü sanat, inanç ve felsefe birbirinden koparıldığı zaman kelimeler, güzellikler ve ahlâkî tercihler parayla alınıp satılan birer meta derekesine düşer; bu kaçınılmaz. Böylesi bir toplumda güzel/çirkin, gerçek/yalan ve doğru/yanlış ayrımı da yapılamaz. Bugün para karşılığında her şeyi ve tam zıddını savunmaya hazır uzmanların(!), düşünce(!) kuruluşlarının bolluğu, «Sanat piyasası» denen bir ucubenin varlığı, avukatların kiralık olması, AB ve ABD’de “plea bargain” gibi ceza pazarlıklarının yaygınlaşması da insanlıktaki bu ifsadın önemli belirtilerinden.

Biz Müslümanlar İnsan fıtratına uygun bir sanat kuramına, güzellik ve estetik anlayışına kavuşmadığımız müddetçe ahlâkî tercihlerimizde ve bunların uygulanmasında hür olamayız. Sanatı bir eğlence olmaktan kurtarmadığımız müddetçe adaletimiz de dünyevî bir racon olmaktan öteye geçmeyecek. Çünkü medeniyetin inşası binaların değil kâmil insanların inşasıyla mümkün.

 

… Kitap okumak için…

Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, Eşcinsellik, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe… Bugün 70 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin… 



70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengi Mekân bir cisim değildir ki resmi yapılabilsin!Derin Lügat 3.0

Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.

3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.

İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler.  Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?

Aydınlanma ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.

Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.

İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

Edward Hopper’ı okumak

hopper-kapak 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengi Mekân bir cisim değildir ki resmi yapılabilsin!Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.

Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengi Mekân bir cisim değildir ki resmi yapılabilsin!

Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.

İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocukları

oteki-sinemanin-cocuklari 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengi Mekân bir cisim değildir ki resmi yapılabilsin!Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengi Mekân bir cisim değildir ki resmi yapılabilsin!Kitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansin 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengi Mekân bir cisim değildir ki resmi yapılabilsin!Sen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.


tezyin_kapak-150 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengi Mekân bir cisim değildir ki resmi yapılabilsin!Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengi Mekân bir cisim değildir ki resmi yapılabilsin!T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapak 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengi Mekân bir cisim değildir ki resmi yapılabilsin!Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengi Mekân bir cisim değildir ki resmi yapılabilsin!

Fethullah Gülen’i iyi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitik 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengi Mekân bir cisim değildir ki resmi yapılabilsin!Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengi Mekân bir cisim değildir ki resmi yapılabilsin!demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin