RSS Feed for This Post

İnsan’ı devirmek için kökünden sökmek gerekir(3)

Sunuş: Alman İdeolojisi Karl Marx’ın yakın arkadaşı Friedrich Engels ile birlikte 1845 yılında yazdıkları bir deneme. Yayıncı bulamadıkları için 1930’lara kadar basılmayan bu kitabın Fransızca ilk baskısı 1940’larda yapılmış. Özetle komünist / sosyalist / solcu camia üzerindeki etkisi gecikmeli olmuş. Türkçe tercümesi de mevcut. Sahneye çıkması gecikmiş bir kitap ama içerdiği fikirler sebebiyle marxizmi anlamak için son derecede faydalı, “arkeolojik” açıdan ise vazgeçilmez. Zira marxizmi embriyon safhasında görebiliyorsunuz. Marx ve Engels dönemin anti-komünistlerini, “ütopik sosyalistlerini” vs eleştirirken marxizmin ne olMAdığını tarif ediyorlar. Bir başka deyişle ideolojilerini Proudhon, Weitling, Feuerbach,  Bauer ve Stirner’e rağmen inşa ediyorlar. Marxçı materyalizmin, devrim fikrinin, müesses nizama itirazların kristalleştiği, ideolojileştiği bu mutfak-kitap okunmadığı müddetçe marxizmin anlaşılmasına imkân yok kanaatimce. (Max Stirner ile yapılan fikrî çatışmadan da bahsetmiştik daha önce: “Din Toplumun Afyonudur”)

Sonuncusunu okuyacağınız üç bölümlük bu seride insanlığın 1800’lerde yaşadığı büyük şoku tahlil etmeye çalıştık. Akıl’ın, Vicdan’ın “modasının geçtiği”, dinden, ahlâktan bahsetmenin gericilik sayıldığı bir çağın başlangıcındayız. Kelimelerin anlamları bile kayboluyor: İyilik ile FAYDA’nın arasındaki sınır silikleşiyor meselâ. İyi bir davranış ile “iyi” bir kazanç AYNI zannediliyor artık. Siyasî ve iktisadî tarihin kesişiminde müşahede ediyoruz ki bu YER SARSINTILARI İnsan’ı kökünden söküyor ve devrimlere, ideolojilere, büyük savaşlara, kurumsal ırkçılığa ve soykırımlara müsait bir hale getiriyor. Alman İdeolojisi’ni Marx ve Engels’e yazdıran ortam işte bu yaşamsal sarsıntıların ardı ardına geldiği ortamdır. Üç bölümlük bu serinin Alman İdeolojisi’ni anlamaya katkı sağlayacağını umuyoruz. Bu makaleye başlamadan önce ilk iki bölümü okumakta büyük fayda var:

Dikkate değer ikinci bir nokta ise doğrudan Müslümanları ilgilendiriyor: İslâmcı / İslâmî etiketler taşısalar dahi bütün ideolojilerin, devrimlerin hata olduğunu öğrendik bu makaleleri yazarken. Müslüman aydınlar “sadece” Müslüman olmayı becerebildiklerinde ALLAH-çı, Muhammed-çi, Kur’an-ist vs arayışlardan da kurtulabilirler. Otomatik, İnsansız çözümler peşinde koşanların artık pozitivizme hizmet ettiklerini idrak etme saati geliyor. İnsan derin ve karmaşık bir varlık. İnsan’ı devre dışı bırakarak insanları bir arada yaşatma arayışı ancak bir zindan inşaatı olabilir. Bu hatanın İslâm adına yapılması Müslümanlar için korkunç bir yıkım teşkil ediyor bizim gözümüzde. Peygamberimiz (SAV)’i devrimci zannedenlerin, sol ilahiyat, sosyalist İslâm gibi tehlikeli arayışlar peşinde koşanların da nihayet Hakikat’e âgâh olması duasıyla…(MY)

Makinele-N-mek ve Makinele-Ş-mek

Makinelerle donaNırken makineye dönüŞmek; Teçhizatın efendisi iken kölesi olmak… İnsan’ın 18ci ve 19cu asırdaki devrimlere, dünya savaşlarına ve soykırımlara hazır hale gelişini anlamak için önce bu KOPMAYI anlamak gerek.

Aslında İnsan önceleri nefsini müdafa ve ardından bunun teKâMüLü olan kolaylıklar için hep alet yaptı.  İlk aleti elleri oldu insanın. Hayvanlardaki boynuzun, kürkün, zehirli dişlerin aksine eller insana sabit bir kullanım için verilMEmişti. Okşayan eller yumruk atabilir ya da yırtıcı bir pençe olabilirdi. Aristoteles’in Hayvanların Kısımları Üzerine isimli şahane denemesinde (1) anlattığı gibi bütün aletlerin yerine geçen eller İnsan’a net bir üstünlük veriyordu. Parmakların ayrılıp birleşmesi, dört parmağın karşısında duran başparmağın kısa ve güçlü oluşu üzerine uzun uzun tefekkür eden Aristoteles ellerimizin zekânın bir uzantısı olduğunu savunarak başlıyor el ile ilgili paragraflara. (14’ten 20ci paragrafa kadar)

Hayvanların bir çoğuna doğar doğmaz yürüme, yüzme kabiliyeti veren Tabiat İnsan’a elleri vererek ona bir yön gösteriyordu: Teknik KâMiLiyet. İlerleme İnsan’ın kaderiydi bu anlamda: Daha hızlı, daha sert, daha fazla, daha sıcak, daha güzeli aramak… Dallardan yuva yapan kuşların aksine insanların evleri de bu teKâMüL çizgisine uygun olarak gelişecekti.

Tabiat’a uyum sağlayan hayvan ve bitkilerin tersine insanlar Tabiat’ı kendilerine uydurdular. Aslında başka çareleri de yoktu. Biyolojik zayıflık ve maddî tatminsizlik adeta bir mesajdı İnsan için: “Burada sana nihaî mutluluk yok, Aslî Vatan’da değilsin. Geçici olarak buradasın”. Yani bir bakıma eller İnsan’a bu dünyanın yabancısı olduğunu hatırlatan,  Tabiat ile arasına mesafe koyduran ilk “aletler” oldu. İnsanların yaptıkları en ilkel araç gereçler de bu “mesafeyi” arttıracak cinstendi: Hayvan kürkünden giysiler, kesemediklerini kesen bıçak ve baltalar, ilk barınaklar, av ve toplayıcılıktan tarıma geçiş…

Ama makineler farklı. Makineler insana kendi ritimlerini dayattılar. Dikiş iğnesi ile dikiş makinesi arasındaki fark bu. Üretimi kolaylaştırmanın ve hızlandırmanın dışında bir mesele. Makinenin “istediği” hızda dikmek zorunda tekstil işçisi:

 “Makina ile alet arasındaki en önemli fark belki de “Makine mi İnsan’a uymalı yoksa İnsan mı makineye?” şeklindeki soru etrafında bitmeyen tartışmalarda saklı. […] Eğer insan karşılaştığı her yeniliği ve ürünü yarınına dahil ediyorsa,  insanların makinelere icad edildikleri andan itibaren uyumlu olduklarını söyleyebiliriz.  Makineler geçmiş zamanların basit aletleri kadar hayatımızın ayrılmaz birer parçası oldular. Bizce ilginç olan bu uyum sorusunun hâlâ sorulabilmesidir. Aletlere uyum sağlamamız hiç söz konusu oldu mu? Bari ellerimize de uyum sağlayalım!  Makinelerin durumu ise farklı. Aletler elin hizmetçisi iken makine insanın kendisine uymasını bekliyor. Vücut ritmini ona ayarlamasını, hareketlerini mekanikleştirmesini.  Bu elbette insanın makineye hizmet etmesi demek değil. Ama çalışma süresi boyunca mekanik süreç vücudun ritmine ikame ediliyor. En gelişmiş, en hassas bir alet bile elin hizmetindedir. Ne onu yönetir ne de yerini alabilir. Oysa en basit bir makine bile bedensel çalışmayı “güdebiliyor” ve hatta tamamen insan emeğinin yerini alabiliyor.” (İnsanlık Durumu – Hannah Arendt)

 Makineler tek tek insanlara kendi ritimlerini dayatırken yine 1800’lerden itibaren “makineleşen” bir dünya gezegeni görüyoruz. İlkel aletlerin İnsan – Tabiat arasına koydukları mesafe, yabancı olma hissi giderek artıyor. Marxçı bir gözle makinelerin işçilere yaptığı baskı da böylece küreselleşiyor. Çünkü tek tek evlerde, küçük atölyelerde kullanılan makineler giderek fabrikalarda gruplaşıyor. Fabrikalar birbirlerine tren yolları ile bağlanırken küçük pazarlar da telgraf ile bağlanarak büyük piyasalar geliyor meydana. Aslında ortada fizikî bir “piyasa” varlığı yok. Paris’te, Londra’da, New York’ta bürolar var. Hammadde ya da mamül malların arzı ve talebi konusundaki “bilgi” dolaşıyor. Daha önce küçük şehirlere hapsolan ticarî bilgi önce ulusal menzile eriyor matbaa ile, ardından da uluslararası menzile. O zamanlar telgraf, telefon ve şimdi internet sayesinde arz, talep, alım-satım bilgileri giderek artan bir hızda dolaşıyor.

Geçen bölümün “Kirpiler ve İnsanlar” isimli paragrafından hatırlayacaksınız: Bazı çiftçilerin mucizevî(!) bir biçimde 100 kere daha hızlı üretip mal satmaları halinde zenginliği de 100 kere daha hızlı biriktireceklerinden bahsetmiştik. 18ci asırda Avrupa burjuvazisinin güçlenmesini açıklamak için kullanmıştık bu modeli. Ancak bu “birikme” süreci sona ermiş değil. Yani teknoloji sayesinde ekonomik faaliyetlerin hızlanmasıyla PARANIN bir araç olmaktan çıkıp kendi başına bir güç haline gelmesi bu gün de sürmekte. Yeni bir güç bu. Geçmişteki “zengin” insanların gücünden farklı. Nasıl ki matbaadan önce bir basın/medya gücünden bahsedemezsek ticarî faaliyetlerin hızlanmasından önce de para gücünden bahsedemeyiz. İçinde yaşadığımız asırda bazı firmaların hatta özel kişilerin bir devlet kadar zenginleşebildiklerine tanık oluyoruz. Ve tabi (kapitalleşmiş) paranın gücüne sahip olan bu insanlar ve kuruluşlar siyasete, medyaya, savaşlara müdahale edebiliyor. Sözgelimi ABD’yi Irak’a saldırmaya iten Halliburton gibi firmalar ya da şili’de Salvador Allende’nin devrilmesinde ITT firmasının oynadığı rol hatırlanabilir.

MakineleŞen İnsan’ın MakineleŞen Dünya’sı

1800’lere geri dönecek olursak… Teknik ilerleme sadece fabrikaları değil yaşam alanlarını da dönüştürmeye başlıyor. Meselâ Paris’te bir kaç sokağın elektrik ile aydınlatılmasına tanık oluyor “bizim” Karl Marx. 1851’de Blazer adlı buharlı gemi İngiltere ve Fransa’yı (Dover ile Calais şehirleri) bir telgraf kablosu ile bağladığında bir proleter devrimin nihaî zaferi için heyecanlanıyor. Her engelin aşıldığı, insanın giderek Tabiat’a üstün geldiği(!) bir çağ bu Marx’a göre. Tabiat bile devir-ilirken Avrupa’nın kokuşmuş imparatorlukları ayakta kalabilir mi? Zalim burjuva? O sadece proleteryanın mutlak zaferine giden yolu açan bir buldozer bütün komünistlerin gözünde, Marx da bunlara dahil.

Dedik ya teknik ve ekonomik bütünleşme yolunda dünya o devirde. Ulusal matbaaların ardından uluslararası haber ajansları geliyor. Bir Alman Yahudisi olan Julius Reuter 1853’te ilk haber ajansını kuruyor Londra’da. Üretim ve ticaret gibi haberleşme de küreselleşmekte. Burjuvanın güçlenmesi ve siyasete ortak oluşu ister istemez işçilerin örgütlenmesini doğuruyor. 1822 önemli bir tarih: İngiltere’de işçi sendikaları ve grev yasalarca tanınıyor artık. “Sosyalist” kelimesi de o yıllarda kullanılmaya başlıyor. Avrupa ve Amerika’daki işçi örgütleri birbirlerinden haberdarlar. Kendisine “sosyalist/komünist” diyen aydınlar gibi sendika yöneticileri de seyahat ediyor, mektuplaşıyor ve birlikte eylemler gerçekleştiriyorlar. Özetle teknik ve ticarî küreselleşme burjuva gibi proletaryanın da küreselleşmesini doğuruyor.

Bugün de devam ediyor tabi 1800’lerde başlayan bu teknik ve ekonomik küreselleşme. Bu sebeple dikiz aynasından Marx’a bakarken “Büyük Pencereden” önümüzdeki yolu da kollamak gerek. Haberleşme uyduları, cep telefonlarından gönderilen videolar, bir ülkede tasarlanıp bütün dünyada satılan giysiler, yiyecekler hatta filmler…

Biz teknolojiyi kullanırken KALICI biçimde etkileniyoruz ve dönüşüm geçiriyoruz. Meselâ Afganistan’da Amerikan askerlerince öldürülen bir çocuğun can çekişmesi naklen ekranlarımıza gelmesi basit bir hadise değil. Gözlerimiz binlerce km ötesini görürken ellerimiz bağlı. Çaresizlik hissi insanları bir seçim yapmaya itiyor: Umursamazlık ya da nihilizm. Herşeye üzülen, hiç bir şeyle tam olarak ilgilen(E)meyen insanlar oluyoruz. İnternetteki forumlarda kanlı fotoğraflar, videolar geziyor. Libya’dan mı gelmiş yoksa Filistin’den mi?

Fakat sorun daha da karmaşık: Çünkü çocuklar anne-babalarının tepkisine bakarak zulüm karşısında takinmaları gereken tavrı öğreniyorlar. Akşam yemeğinde TV’nin kumandasıyla zaparken yüzlerce insanın ızdırabına tanık olduktan sonra bir saniyede bir komedi filmine ya da futbol maçına geçiyoruz. İnsanların komik filmler seyretmesinde ya da futbol oynamasında elbette bir kötülük yok. Ama kafasına bombalar yağan çocukları günlük hayatın sıradan olayları ile aynı karelere, aynı ekranlara, aynı saniyelere sığdırmak yok mu? Mesele tam burada. TV’nin ZAMAN ve ZEMiN‘i hayatın gerçeklerini örtüyor zihinlerimizde. Meselâ 8 dakikalık bir akşam haberlerinde aynı ekran karesi 1 dakikalığına ikiz doğurmuş bir pandaya veriliyor; sonra seller altında ölen 10 bin Brezilyalıya. Oysa gerçek hayatta hemen yanıbaşınızda bir insan ölse böyle kayıtsız kalabilir misiniz? Bir şey yap(A)madan zulüm, açlık, sefalet, savaş seyretmek insanlığımıza zarar veriyor. Yeni model bir kol saati, FB-GS maçı ve polis kurşunuyla ölen bir çocuk aynı ZAMAN ve ZEMiN‘i işgal ettiği müddetçe teknoloji bizi  “bozmaya” devam edecek. Peki suç teknolojide mi yoksa onunla kurduğumuz sapık ilişkide mi? 1800’lerde teknik ilerlemeyle hızlanan uzaklaşma – yabancılaşma ve şeyleşme devam ediyor. İnsansız uçaklar vuruyor artık sivilleri. Katiller ile ölen insanlar arasındaki mesafe giderek büyüyor. İnsansız uçakları üretenlerin, Halliburton, BlackWaters gibi “katil” firmaların hisse senetleri borsada satılıyor. Katillere ortak olmak yasalara aykırı değil.

Sonuç

İnsan’ın Tabiat’la ve kendi tabiatıyla bağının zayıfladığı bir dönemde koptu o DEViR-i-ci fırtına. Endüstri devrimiydi adı. Para ve Teknoloji tanrılığa talip oldu. Birgün imkânsız olanın ertesi gün teknolojiyle mümkün oluşu, asırlarca çalışmayı gerektiren miktarda paranın kimilerince bir yılda kazanılabilmesi bütün dengeleri oynattı yerinden. İnsanlar tutunacak dallara, kesin ve mutlak fikirlere ihtiyaç duydular. İşsizlik mi vardı? Yahudilerin suçuydu. Açlık? Pis burjuva. Çaresi? Devrim. Ahiret’ten umudunu kesen insanlık yeryüzü cennetleri peşinde koştu. Yeryüzündeki zulüm getiren düzen(-sizlik) DEViR-i-ilmeliydi. Gelenekler, din, ahlâk… Bütün bunlar zalimlerin afyonuydu, “büyük insanlïk” uyutuluyordu. (Bkz. Din Toplumun Afyonudur)  Irkçılık, sınıf  tassubu, piyasa fetişizmi… Felaketler ideolojileri kovaladı, ideolojiler ise dünya savaşlarını. Köklerinden sökülen İnsan’ı devir-mek, devrim üstüne devrim yapmak ne kolaydı artïk.

İki dünya savaşı ve takip eden soğuk savaş dönemi sonunda yeniden kök salmayı ögrenebildik mi? Koskocaman bir “HAYIR” olabilir cevap. İyi ama ne Stalin kaldı ne de Hitler. Ortadoğu’nun bir kaç sömürge valisini saymazsak “totalitarizm bitti” diyemez miyiz yine de?

Ne yazık ki yeni bir totalitarizm türü çıktı artık ortaya. Çok daha sinsi bir totalitarizm. Para ve Teknoloji’nin sentezinden doğan garip bir güç. Michel Foucault’nun deyimiyle: “Modernite bir zaman dilimi deği bir zihniyettir”. Endüstri Devrimi’nin aslında hiç bitmediğini, bazı vasıflarıyla sürekli devrim yaptığını kabul etmek durumundayız. Tıpkı 1800’lerde hızlanan trenler gibi 2000’lerde de ürünlerin, bilginin, paranın artan bir hızda dolaşması bizi hazırlıksız yakaladı ve aklımızı kullanMAmakla yeni bir canavar ürettik. Liberal Totalitarizm adlı bu yeni canavarı nasib olursa yakında inceleyeceğiz.

Dipnotlar

Bu güzel kitap bugün ne yazık ki antik bir zooloji kitabı zannedilebiliyor. Gerçekte bir tür Hikmetler Kitabı (Hz Gazâlî) olarak kabul edilir ve o gözle (=akılla) okunursa bambaşka güzelliklere vesile olacaktır. (Eng. On the parts of animals, Fr. Des parties des animaux (Yunanca karşılaştırmalı)Gr. Περὶ ζῴων μορίων, Ar. Kitāb al-Hayawān (كتاب الحيوان) , Lat. De Partibus Animalium)

…Bu mevzu ilginizi çektiyse…

 Türk Solu 

Kendini « sol » olarak tarif eden hareketler hiç olmadıkları kadar zayıf ve bölünmüş bir tablo çiziyorlar bugün.  Türk Solu Dergisi’nin ırkçı söylemlerinden CHP’nin darbe çağrılarına uzanan bir kafa karışıklığı hakim. Muhalefet boşluğunun müzmin bir hastalığa dönüştüğü şu dönemde Türk solu bu boşluğa talip olabilir mi? Daha önce Dikkat Kitap kategorisinde yayınladığımız Pozitivizm Eleştirisi gibi bu kitap da Türkiye’deki sola tarafsız bakan bir çalışma. İyimser görüşler kadar geçmişe dönük ağır eleştiriler de var. İlginize sunduğumuz 82 sayfalık bu kitap Türkiye’deki “sol” grupların sorgulamalarına, projelerine ışık tutmak amacıyla derlenmiş makalelerden oluşuyor. Kitabı buradan indirebilir ve paylaşabilirsiniz. Kitapta ele alınan başlıca konular: Solda özgürlükçü hareketler, 68 Kuşağı, Devrimci sol, Kemalizm, ulusalcı sol akımlar, Sol ve İslâm, Cumhuriyet Gazetesi.

Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

Bir pozitivizm eleştirisi

Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı”  karşılaştırdığımızda hiç  yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü.  Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak  çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor.  Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor.  Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:Ahmet Tarih: May 2, 2017 | Reply

    Ancak bu “birikme” süreci sona ermiş değil. Yani teknoloji sayesinde ekonomik faaliyetlerin hızlanmasıyla PARANIN bir araç olmaktan çıkıp kendi başına bir güç haline gelmesi bu gün de sürmekte. Yeni bir güç bu. Geçmişteki “zengin” insanların gücünden farklı. Nasıl ki matbaadan önce bir basın/medya gücünden bahsedemezsek ticarî faaliyetlerin hızlanmasından önce de para gücünden bahsedemeyiz. İçinde yaşadığımız asırda bazı firmaların hatta özel kişilerin bir devlet kadar zenginleşebildiklerine tanık oluyoruz. Ve tabi (kapitalleşmiş) paranın gücüne sahip olan bu insanlar ve kuruluşlar siyasete, medyaya, savaşlara müdahale edebiliyor.

    ———————————
    Eskiden dedelerimiz onların anaları babaları anlatırdı. Koskoca ilçede 10 dönüm yeri 1 mut buğdaya[200-220kg] değişirlermiş. Ya da 1 kasa elmaya bağ bahçe değiş tokuşu yapılırmış. Onları düşününce paranın yok olduğu günlerde demek ki klasik eski değiş-tokuş yöntemleri geçerliymiş. Aslında bilim-teknolojinin gelişmesinde sıkıntı yok. Sorun insanın onlarla kurduğu ilişkide yine zihinleri tarumar eden güzel yazı için teşekkür ederiz Mehmet Bey.

  1. 3 Trackback(s)

  2. Tem 8, 2011: Yanılmaz kehanetler: Marxist Propaganda(3) : Derin Düşünce
  3. Ağu 8, 2011: Liberal Totalitarizm(2):Adolf Hitler Reloaded! : Derin Düşünce
  4. Eki 1, 2012: Aldatılmak güzeldir: Marxist Propaganda(2) : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin