RSS Feed for This Post

3 Maymun ve Nuri Bilge Ceylan Sineması

İlk filmi ,kısa(orta) metrajlı “Koza”yı izlediğimde Türkiye’den bir büyük yönetmen çıkıyor olduğunu hissettiğimi ve ciddi manada coşku duyduğumu hatırlıyorum. O zamandan beri filmlerini hep merakla ve sabırsızlıkla beklediğim, izleme öncesi ve sonrasının benim için bir tür bayram havasına dönüştüğü bir yönetmendir Nuri Bilge Ceylan. Sinemanın ne olduğunun, farklılıklarının ve imkânlarının, diğer sanat dallarından bazı noktalarda üstünlüğünün farkına varmış bir yönetmenin; dünyada artık büyük yönetmenler statüsünde sayılmaya başlanmış bir yönetmenin bu ülkeden çıkmış olması, benim için aynen Orhan Pamuk’un bu ülkeden çıkmış olması gibi bir sevinç ve gurur kaynağıdır. O yüzden, en sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: Nuri Bilge Ceylan, bu ülkenin şu ana kadar yetiştirdiği en büyük yönetmendir. Kendisinin arkasından gelen bir dizi yönetmene de yol açmış ve bana kalırsa, nasıl İran ya da Kore’de, Tayvan’da, Çin’de bir büyük yönetmenin arkasından gelenlerin oluşturduğu bir ülke sineması ekolü varsa, Türkiye sineması için de bir ekol oluşma şansına zemin hazırlamıştır.

İlk uzun metrajlı filmi “Kasaba”da bir ailenin minimalist bir hikayesini sunan Ceylan için, Ozu, Tarkovsky, Antonioni sinemasıyla benzerlikler kurulmaya başlanmıştır. “Mayıs Sıkıntısı” ve “Uzak”, aslında, aynı tohumdan çıkan iki filmdir ve bana kalırsa Nuri Bilge Ceylan’ın en iyi iki filmidir. Yönetmenin kendi stilini, kendi görüşünü yansıtmaya başladığı ve kendisine has bir sinema dili oluşturma yolunda olduğunun görüldüğü bu iki filmde, aslında, hayalleriyle, yaptığı iş arasındaki ilişkisizlikten sıkıntı duyan bir fotoğrafçı ile onun yakın akrabası işsiz bir gencin ilişkisi(zliği) anlatılır.

Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak aynı hayatın içinde olan insanların değişik veçhelerden görüntüleridir aslında. Bu açıdan benim için tek bir filmdir bu üç film. Mayıs Sıkıntısı’nda kendisini göstermeye başlayan sinema dili, Uzak’ta artık zirve yapmıştır. Yalnızlığının, hayalleriyle arasındaki uzaklığının, hayatta eksik olan birşeylerin sıkıntısında olan, ama bunu, büyük şehirlerde yaşayanların çokça yaptıkları şekilde konformist yaşantıları ile sönümlendirmeye çalışan Muzaffer’in o ruh hâlinin konuşmaya çok az yer veren anlatımı ile usta işi bir filmdir Uzak. Gemilerde iş bulma umuduyla Muzaffer’in evinde kalmaya başlayan Sadık’ın durumu ise, taşralı saflığı ile bir o kadar düşüncesizliği arasında salınıp duran bir haldedir.  Aslında çoğu insanın yaşadığı bu tip yabancılaşmayı, Nuri Bilge Ceylan, olağanüstü görsel diliyle vermeyi becermişti. Uzak, kendisine, ailesine, doğduğu yere, geldiği büyük şehire, diğer insanlara yabancılaşan, yabancılaştıkça, bundan çıkış yolunu bencillikte bulan şehir insanının ruh halini anlatan bir başyapıttır bana kalırsa.

Nuri Bilge Ceylan filmlerinin konusunu anlatmak zor iştir; buna gerek de yoktur aslında. Çünkü bu sinema hikaye anlatan bir sinema değil; daha çok hâl anlatan ve bunu görüntünün diliyle yapan bir sinemadır. Kamerayı, müziği, konuşmaları kullanımı açısından Nuri Bilge Ceylan’ı minimalistlere yakın görebiliriz. Koza ile Tarkovskiyen imgeler veren, Mayıs Sıkıntısı’nda Ozu, Antonioni çizgisinde dolaşan, Uzak’ta, filmin ana karakterinin de birkaç kez ima ettiği gibi (birisinde Tarkovsky gibi filmler yapmayı hayal eden Muzaffer’e arkadaşı niye hayallerinden vaz geçtin diye sorar. Başka iki sahnede ise Muzaffer, yanından Sadık’ı kaçırmak için Stalker ve Ayna’yı izliyordur bizim görebildiğimiz televizyonda) Tarkovsky’ye yaklaşıyordur Ceylan. Uzak hakkında bir yazı yazan ünlü sinema dergisi “Sight and Sound” ” Türkiye’den Tarkovsky’ye cevap” gibi bir başlık atmıştı o zamanlar. Aslında çoğu Avrupalı sinema eleştirmeni için Nuri Bilge Ceylan’ın sinema dili, Antonioni ile Tarkovsky arasında bir yerlerdedir. Ancak, bence Uzak, Nuri Bilge Ceylan’ın kendi sinema dilini kurma yönündeki en büyük başarısıdır.

İklimler’i ilk seyrettiğimde düşündüğüm ise, bu filmin Nuri Bilge Ceylan’ın o ana kadarki en zayıf filmi olduğuydu. Nuri Bilge Ceylan, İstanbul’da yaşayan ve büyük şehirde iyi bir geliri olan, ancak bu gelire tezat bir huzursuzluğu olan bir çifti anlatıyordu bu filmde. Yine olağanüstü güzel görüntüler eşliğinde, yine Nuri Bilge Ceylan sinemasına has özellikleri görebileceğimiz bir filmdi İklimler; ancak bir şeyler eksikti bu filmde.

Sanat estetiği üzerine uzun yıllardır düşünürüm. Şiirde, estetik kaygı ile, anlatılmak istenenin bütünlüğü, birisinin diğerinin dışında sırıtmaması bir şiirin iyi şiir olmasının ölçüsüdür bende. Bu yüzden, mesela didaktik olduğunu düşündüğüm Mehmet Akif şiirini de, tamamen estetik kaygıyla yazıldığını düşündüğüm İkinci Yeni şiirini de beğenmem pek. Nazım’ın ilk dönem, Necip Fazıl’ın son dönem şiirleri farklı veçhelerden de olsa benim için kötü şiirlerdir. Ahmet Haşim şiirini de fazlasıyla estetik kaygı güdümlü bulurum. Romanda, Dostoyevski’nin bütün romancılar arasında bir everest olduğunu, ona en yakın olanın, Dostoyevki yanında bir tepe olduğunu düşünürüm. İnsan ruhunu bilmek, buna nüfuz edebilmek ve bunu bir estetik güç ile yapabilmek eyleminin zirvesidir Dostoyevski. Şiirde Mevlana’nın Divan-ı Kebir’deki şiirleri, Rilke’nin Duino Ağıtları, T.S Eliot’un “Çorak Ülke”si ilk aklıma gelen dev eserlerdir.

Bunları, sinemada, estetik ile ruha yönelme arasındaki bağı anlatabilmek için örnek verdim. Nuri Bilge Ceylan, İklimler’de, estetik olarak oldukça başarılı bir iş çıkarırken, aynı konular etrafında dönen; ama dönerken derinleşemeyen bir yönetmen izlenimi vermişti bende. Evet, büyük şehir insanı, bu ruh halindeydi, bunu sinema ve hâl diliyle tespiti oldukça başarılı idi Nuri Bilge Ceylan’ın; ama sanatçı aynı zamanda çağının problemlerinin de ruhunda yarattığı acı ile farkında olan kişidir. Sanatçı, kendisine verilmiş o “hediye” ile bir peygamber gibi (Puşkin’den alıntı) bu problemlerin farkında olup, bu problemlerin çözümünde yol ışığı olan kişidir. O ışık, illa didaktik dil demek değildir; o ışık, sanatçının ruha nüfuz etme becerisiyle bir mumun yanması gibi ortaya koyduğu ışıktır. Kendisi eridikçe, yandıkça ışık saçar. Yanan, acı çeken, konformizminden kurtulan bir insan izlenimi vermiyordu Nuri Bilge Ceylan, İklimler filminde. Bu yüzden İklimler’i aynı konu etrafında dönen, ama, bir türlü derinleşemeyen bir film olarak gördüm. Tarkokvsky derdi ya “Sanat ideale duyulan özlemdir…sanatçı, insanı, bu dünyada neden var olduğu sorusuyla karşı karşıya bırakmalıdır..” diye, Nuri Bilge Ceylan’da işte bunu görememiştim İklimler’de. O zaman, şunu yazmıştım: “Antonioni filmlerinin gittiği güzergâhda giden Nuri Bilge Ceylan filmleri, Antonioni gibi, yalnızlığı, iletişimsizliği, bencil hayatları anlatmayı, bu hayatları tesbit etmeyi beceriyor; ancak bir sanatçı olarak, bu tespitlerden ötesine geçebilecek bir yolu aydınlatma namına ortaya koyabileceğiniz bir ışığınız yoksa Antonioni gibi (Eros filmindeki kendi bölümünde), Pasolini gibi( Salo’da) sonunda bir dekadansa varmanız işten bile olmaz”

Peki son filmi “Üç Maymun”da bunu değiştirebilmiş mi Nuri Bilge Ceylan? Üç Maymun, klasik Nuri Bilge Ceylan filmlerine pek benzemiyor. Bir kere hikâye anlatımı öncelikli bir film bu. Son 20-25 dakikasına kadar olan kısmı, yönetmenin eski filmlerinin zaman-mekan estetiğiyle ilişkisiz denecek derecede savruk. Zengin bir milletvekili adayının şoförünün, o kişinin arabayla yaptığı kazayı üstlenmesi ve hapiste yatarken karısı ile patronu arasındaki ilişki etrafında gelişen bir hikaye bu. Ancak, bana kalırsa bu hikayenin en önemli tarafı, Dostoyevski romanlarına benzer şekilde insanın içindeki kötülükle bizi başbaşa bırakması. Ceylan’ın büyük şehir insanından, “varoş” insanının hayatlarına çevirdiği vizörü, aynı zamanda sosyal bir yöne de işaret ediyor. Dardanne Kardeşler’in yaptığını, kendisine has diliyle yapan bir Nuri Bilge Ceylan var karşımızda ilk bir saatte: toplumun alt tabakasıdaki insanların sorunlarını, insan tabiatındaki kötülük sorunuyla birlikte ele almak!

Son 25 dakikaya kadar, bir Ceylan filmi izlediğimizin farkına varmıyoruz pek. İnsanların ruh halini sinema diliyle verebilmekte usta olan Ceylan, adeta son 25 dakikaya kadar olan kısmı “ben maharetimi son 25 dakikada göstereceğim, o zamana kadar konu öyle ya da böyle anlatılsın” şeklinde ele almış gibi. Cinayetle birlikte başlayan son 20-25 dakika ise gerçekten Nuri Bilge Ceylan’ın ne kadar büyük bir sinema ustası olduğunu gösterir mahiyette. Bütün aile fertlerinin, gerek geçmişten kalan, gerek bugünlerinde olan suçluluk duygusuyla, çıkışsızlıklarıyla, korkunun, nefretin, belki sevginin karmakarışık halde olduğu o ruh halini, oluşturduğu olağanüstü sinematografik atmosfer ile veren filmin o bölümleri, arka plandaki gerilim efekti veren yapay sesleri saymazsak, Nuri Bilge Ceylan filmlerinin tümü için bir zirve bence.  Kadın, adam ve oğlunun karşılıklı (3 Maymun?) oturduğu o sahneyi izlediğimde, aklıma gelen ilk şeyin Dostoyevski’nin Budala romanındaki o olağanüstü sinematografik sahne olması, bence filmin Dostoyevski ile akrabalığını da gösteriyor. Romanda, Rogojin ile  Prens Mişkin, Nastasya Filipovna’nın ölmüş bedeninin olduğu odada, neredeyse dizleri birbirlerine değecek şekilde karşı karşıya oturuyorlardı ya; işte o sahnenin ruh hali ile filmdeki sahnenin ruh hali arasındaki akrabalık ve Ceylan’ın bu hâli verebilme gücü ile gerçekten sinemamızın en önemli bölümlerinden birisine şahit olduğumu söyleyebilirim.

Şimdi en başta sorduğum soruyu tekrarlama zamanı geldi. Ermeni asıllı Gürcü yönetmen Sergei Paradjanov’ın yazdıklarında bir yerde, Tarkovsky ile bir diyalog geçer. Tarkovsky, Paradjanov’a “benim sinemamda ve bende olan eksiklik nedir” diye sorar. Paradjanov da ” Sen, zaten çok büyük bir yönetmensin; ancak illa eksiklik arıyorsan, Sovyet hapishanelerinde bir 10 yıl geçirmemen olabilir, hem de yüksek güvenlikli olanların birisinde!” der. Modernizmin çelik kafesinde ( Weber’den alıntı) yaşamaya çalışan bir münzevi, bir derviş olarak Tarkovsky’nin hapislerin en büyüğünü yaşadığını, bu yüzden maddî hapisin hiçbir şey olduğunu düşünen birisi olarak, bu soruyu ve cevabı önemsiyor ve bunun, Nuri Bilge Ceylan’da ne eksik sorusunun da cevabı olduğunu düşünüyorum.

Varoluşuyla, nefsiyle bir mücadele içinde olmamak, hakîkat arayışında bulunmamak (bulamayacak olsa bile) ; bu arayışın zorluğundan kaynaklanan ruh acısının o enginleştirici, sağaltıcı ve bir sanatçı için elzem olan gücünden faydalanamamak demektir. Bu yüzden, bence Nuri Bilge Ceylan filmleri her şeye rağmen, Üç Maymun’daki Dostoyevskiyen öğelere ve son 20 dakikanın olağanüstülüğüne rağmen, derinleşme yönünde ciddi bir emare vermiyor. Bergman, aynı konular etrafında döndükçe, belki Tanrıya inanmak ya da inanmamak arasında salınıp durmasından kaynaklanan acıdan dolayı müthiş bir derinleşme gösterir. Ama Antonioni göstermez! Dostoyevski, kötülük problemine işaret etmekte kalmaz; mesela Karamazof Kardeşler’de, Suç ve Ceza’da bu problemle yüzleşmeye yönelik ve bu problemden çıkışın da yollarına ışık tutan peygamberane bir tutum gösterir. Jean Genet, belki Dostoyevski kadar yetenekli olmasa da yine de büyük bir yetenektir; ama kaldığı yer kötülük olmuştur. Nuri Bilge Ceylan da şimdilik, bana Bergman değil Antonioni’yi; Dostoyevski değil Genet’i çağrıştırıyor. Sanırım Nuri Bilge Ceylan’a da bir ruh hapishanesi gerek ki ( konformist hayatlarında varoluşla ilgili, hakikat arayışı ile ilgili acı çekmeyen çoğu ‘okumuş etmiş şehirli’ kişi gibi..) kendisinde olan o olağanüstü yetenekten bir Tarkovsky çıkabilsin gerçekten.

 

… Bu konu ilginizi çektiyse…

 

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin

 

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

 

Derin Göz

 Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 

Trackback URL

  1. 12 Yorum

  2. Yazan:Levent Cetin Tarih: Kas 1, 2008 | Reply

    Simdi “sıg” bir yorum yapip, ustune utanmadan, cahilligime bakmadan, “sıkıcı” diyecegim. Filmlerinin normal zamandan bile yavas islemesi beni sıkıyor.

  3. Yazan:perviz Tarih: Ara 6, 2008 | Reply

    mence nuri bilge ceylanin filmleri insanligi,insanlari hissleri unudanlar ucun gozel bir sanat numunesidir.xususen de filmi.

  4. Yazan:OnurYangel Tarih: Oca 14, 2009 | Reply

    Aslından bir kaç film hariç son zamanlarda bu ülkede çekilen diğer filmlerden oldukça ayrı bir yerde duruyor 3 maymun.Fakat gene de her ne kadar ciddi ödüller almış olsa da, kanımca bir “sinemacı” filmi değil de “fotoğrafçı” filmi olarak kalmaktan öteye gitmiyor.Seneryo ile illgili deniyor ki, kasıtlı olarak bir takım hususlar anlatılmıyor falan filan.Peki izleyici olarak bende ilgi uyandıracak bir karakter yada konu yaratılmışmıdır?Bence hayır.Bu yüzden film maalesef bir etkide yaratmıyor senaryo olarak.Çok sağlam resimlerin bir arada sunulduğu, uzatılmış bir kısa filmden başka bir şey bulamadığımı söylemeliyim.

  5. Yazan:Kamer Yalçın Tarih: Oca 14, 2009 | Reply

    Haber: Cannes Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’a En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran Üç Maymun, 81. Akademi Ödülleri’nde, Yabancı Film Oscar’ı için yarışan 65 film arasından ilk dokuza girmeyi başarmış.

    Sayı Ceylan ve ekibine başarılar…

  6. Yazan:Enver Gülşen Tarih: Oca 15, 2009 | Reply

    son 9’a kalan çoğu filmi izledim. orada nuri bilge’nin filminden daha iyisi yok bence.
    gerçi oscar ödülleri pek önem verdiğim ödüller değldir ama ödül ödüldür sonuçta.

  7. Yazan:Devran Eroğul Tarih: Oca 29, 2009 | Reply

    Filmi daha yeni izleyebilmiş, ama fazlaca etkilenmemiştim.

    Filmdeki var olan gücün ve sinema adına güzelliklerin farkındaydım ama eksik olan birşeyler vardı ve ben bu konuda bir yorum arıyordum ki bu yorumu gördüm.

    Sevgili Enver Gülşen, bence bu eksikliği iyi yakalamışsınız. Aradığım ve ifade edemediğim şeyi şimdi daha iyi anladım yorumunuz benim için zihin açıcı oldu.

    Bu filmin güzel yanları çok açık ve tamamı Nuri Bilge Ceylan’ın sinema dilindeki o güçten gelmekte.

    Ama onun sinemasının genel eksiği, söylemindeki, hayata bakışındaki bir eksiklik gerçekten de.

    Durumlara karşı uzak , tarafsız ve soğuk kalmasının sonucu. Etik anlamda bir duruş demeyeyim, bir varoluş bile sergilememesinin sonucu. İnsanların derinleriyle değil durumların görünüşleriyle ilgilenmesinin bir sonucu.

    Sonuçta güzel fotoğraflar çıkıyor ortaya, güzel filmler çıkıyor, başarılı bir stil ve anlatım.

    Ama o derinlik hep eksik, İklimler’de ben yine biraz daha derinlikli bulmuştum, 3 Maymun’da kendi açıklamasıyla bilmediği denizlerde yüzdüğü için daha da yönünü yitirmiş gibi.

    Böyle bir hikayeyi Demirkubuz çok daha güzel anlatırdı.

  8. Yazan:eg Tarih: Şub 19, 2009 | Reply

    yazıya bir trackback gelmiş yeni gördüm. sanat filmi entelliği yazısını kim yazmış bilmiorum ama entellik gibi bir derdim yok. ayrıca 3 maymun benim için nuri bilge ceylan filmleri içinde iklimlerden sonraki en zayıf film ve nuri bilge ceylanın diğer filmlerinde olmadığı kadar hikaye ağırlıklı bir film.
    yazıyı yazan arkadaşın görüşlerine saygı duyuyorum. ancak filmlere farklı baktığımızı da söylemem gerekli. eğer bu entellikse varsın öyle olsun. filmlere nasıl baktığımı gerçi yazılardan çıkarılabilir ama kısaca anlatmak isterim. film sanatı benim için herşeyden önce “hal” dili demektir. bu yüzden filmlerin konusu hiçbir zaman birincil planda değildir benim için. zaten nuri bilge ceylan filmleri de konusu açısından bir paragrafta özetlenebilecek filmlerdir. benim için önemli olan film sanatının araçlarını kullanabilme becerisidir. yazdığım hemen hemen hiçbir sinema yazısında (burada yayımlananlardan önceki yazdığım birçok sinema yazısı dahil) filmin konusunu anlatmayı ya da tartışmayı gerekli görmedim. oyle yapmak benim için film yazarlığıdır ama sinema eleştirmenliği ya da düşünürlüğü demek değildir. benim kendi açımdan hedefim film yazarlığı yapmak değil, sinema (ve elbette sanat) düşünürü olabilmektir. bu ana kadar başarılı olduğum kanaatinde değilim ama en azından karınca misali yolumuz belli olsun:))
    bir anlamda sinema ya da sanat üzerine düşünmek hayat üzerine düşünmek demektir benim için. bu yüzden film sanatı öyküsüyle değil şiirsel düzlemiyle önemlidir benim için. nasıl bir şiiri anlatmak manalı değilse filmin konusu da özellikle iyi bir filmse anlatılması zor birşeydir. çünkü film,sinematografisinde şiirsel bir düzlem açabildiği oranda büyür, gelişir ve geleceğe kalır, zamansız ve mekansız olarak. nuri bilge ceylan işte bunu becerebilen bir yönetmen bence.
    yazıyı yazan arkadaş “ben de böyle film çekerim” diyor, ama ben o kadar emin olmamasını söylemek zorunda hissediyorum kendisine. keşke çeksin de biz de burada alkışlayalım ve övelim. mesela ilk filmini çeken özcan alper’in sonbahar filmini (muhtemelen yakında yayımlanır ) oldukça öven bir yazı da yazdım. ama inanın bana bir filmi bu düzeye çekebilmek çok kolay bir iş değildir. zaten bir zamanlar bresson’un dediği gibi iyi film, “ne var bunu ben de çekebilirim dedirtebilecek kadar basit olabilen filmdir, ama bu basitliği şiirsel terazide oluşturabilmek dünyanın en zor işidir. işte bu yüzden hollywood 100 milyon dolarlık çöplükler yaparken, mesela urugay’dan viski adlı 100 bin dolarlık bir başyapıt çıkabiliyir. işte sinema burada insan demektir. insan olmayınca hollywood’un 100 milyon doları bile işe yaramaz.
    tekrarlayayım…amacım sanat filmi entelliği falan yapmak değil. böyle bir suçlamayla ilk defa da karşılaşmıyorum. genelde izlediğim bnlerce filmden bir tanesini izleyen ve beğenmeyen(ben beğeniysem) arkadaşlarımın yaptığı ilk suçlama entel dantel filmleri seviyorsun suçlaması olmuştur. o yüzden kızmam bu suçlamalara ama sinema ve sanat algısı bu tür entel dantel muhabbetine mahkum edilemeyecek kdar da önemlidir diye düşünürüm.
    sevgiyle…

  9. Yazan:eg Tarih: Şub 19, 2009 | Reply

    bu arada yazıda bir link verilmiş. “stres abinin(o her kimse artık)” nefret ettiği sanat sineması örneği olarak ıssız adamın verildiği bir link! doğrusu ıssız adam filmini sanat filmi görmek tuhafıma gitti. ıssız adam tam anlamıyla (bütün çağan ırmak filmleri gibi) rezalet bir hollywood tipi filmdir. üstelik pornografinin her türünü kullanır ırmak. duygusal, siyasal, kültürel ….yani önce bence sanat filmi nedir diye bir uzlaşmak gerekir. yani bir takım sinema yazarının her beğendiği film sanat filmi değildir bence.
    kaldı ki şu ülkede sinema yazarı olup da sinema düşünürü olabilen tek bir kişi dahi bilmiyorum ben. sinema üzerine düşünen daha çok farklı alanlardaki insanlardır. mesela yusuf kaplan, mesela enis batur, mesela murathan mungan…bence konuya ynalış bir noktadan girmemek lazım!

  10. Yazan:eg Tarih: Şub 19, 2009 | Reply

    yazıyı suat hocam yazmış:))
    yorumunu da okudum düşünceler blogundan. açıkçası illa benim gibi anlayın gibi bir despotluğa giremem. bu ayıp olur. ama kendisi yumurtayı izlemiş ve çok beğenmiş. 3 maymun bir yumurta değil. bu anlamda 3 maymun üzerinde ısrar edemeyeceğim…ama belki bir defa daha izlemek faydalı olabilir. zaten yazımın en altında nuri bilge ceylan’da ne eksik konusunu tartışmıştım. ama bu eksiklik onun yeteneğine gölge düşürmüyor. ama mesela bu yetenekte olan ama daha fazla derinleşme temayülü gösteren semih kaplanoğlu’nun çok daha iyi filmler yapacağını görebiliyorum. yumurta bunun ilk emaresiydi, süt de ikincisi…

    3 maymunla ilgili en beğendiği yer oalrak ölen çocukla ilgili bölümü söylemiş. ama ben o sahneyi oldukça yapay ve filme adeta bir korku filmi havası getiren bir şey oalrak görmüştüm. bence 3 maymun son 20-25 dakikasına kadar nuri bilge ceylan’ın diğer filmlerinin çok altında kalan bir film. ama son 25 dakikası küçük istisnalar dışında çok müthiç bir yetenek gösterisi…

    bu arada illa sanat filmi- ticari film ayrımı yapacaksak, mesela nuri bilgenin bu filmi onun tüm filmleri içinde en ticari kodlara sahip olan filmi bence. sanat filmi ise işte yumurta, işte süt…işte sonbahar…

    bence yumurta’yı beğenen birisi “sanat filmi entelliğinden” bahsetmemeli, çünkü yumurtayı sevdi diye kendisinin entel diye yargılanma ihtimali çok yüksektir:))

    bu arada suat hocam benim için fikirleriyle çok değerli birisi. bu konuda ayr düşmek olsa olsa zenginliktir bana kalırsa:)

    sevgiyle…

  11. Yazan:dusunceler Tarih: Şub 19, 2009 | Reply

    Enver hocam, benim yazdığımı anlamayın diye umdum ama olmadı:)

    Evet, ‘yumurta’ için de bu entel muhabbetini dillendirenler olur, ben bu konuda dikkatsiz bir tanımlama yaptığımı kabul ediyorum:)

    Bilmukabele, sizin fikirleriniz de benim için çok değerli. Ben bu konuda sizin gibi düşünemiyor oluşumu kendi yetersizliğimle ve sığlığımla açıklamaya dünden razıyım hakikaten; sadece kendi düşüncemi belirteyim istedim. Bu farklılık için zenginlik demeniz bile bir lütuf olur benim için, teşekkür ederim.

    [Bu arada o eleştiriyi yazdığım site (Lakırdı) bir alt blog, yani kişisel blogum. Asıl sitem dusunceler.org ise politik yazılarımı koyduğum yer. dusunceler.org yorumlara kapalı ama kişisel blogum Lakırdı yorumlara açık, katkı ve güzel sohbetlerinizi beklerim.]

    Selam ve sevgiler.

  12. Yazan:seviyesiz Tarih: Şub 19, 2009 | Reply

    Benim anlamadığım bir iki husus var işin kompetanını bulmuşken sorayım. Sanat filmi nedir? Sinema sektörü ‘Sanat Filmi’ ve ‘Hollywood Filmi’ olarak iki kategoriye mi ayrılıyor? Hollywood Filmi kategorisinde olanlar sanattan sayılmıyor mu?

  13. Yazan:eg Tarih: Şub 19, 2009 | Reply

    ” Seyirci kitlesi sinemada acaba neden kendi yaşamıyla hiçbir ilgisi olmayan egzotik konuları yeğlemektedir?

    Anlaşılan, kendi hayatlarını yeterince bildiklerini düşünüyorlar, kendi yaşamlarından gına getirdiler ve sinemada

    bilnimedik deneyimler yaşamak istiyorlar. Seçtikleri filmler ne ölçüde egzotik ve kendi hayatlarından uzaksa o

    kadar ilginç, eğlendirici ve bilgilendirici geliyor…

    Acaba neden bir grup seyirci sinemada yalnızca eğlence peşinde koşarken başka bir grup, akıllı bir dert ortağı

    bulma umudunu taşır? Niçin bazıları için, gerçekte zevksiz ve yeteneksiz bir zanaatkarlık demek olan yüzeysellik ve

    sözüm ona ‘güzellik’ önemliyken diğerleri, son derece duyarlı, gerçekten estetik olayları yaşama yeteneğine

    sahipler? İnsanların büyük çoğunluğunun estetik, hatta zaman zaman da ahlaksal vurdumduymazlığının sebepleri

    nelerdir? Bunun sorumlusu kimdir? Bu insanları, bir yüceliğe, bir güzelliğe, tinsel bir coşkuya ulaştırmanın yolu

    yok mudur? İnsanda sanat duygusu bunlar olmadan gelişebilir mi?

    Cevap ortadadır, biz yalnızca bazı saptamalarla yetinmek istiyoruz. Çeşitli toplumsal sistemler, farklı nedenlerle

    de olsa seyirci kitlesini felaket ‘yapay’ gıdalarla doyurmakta , beğeninin aşılanıp geliştirilebileceğni hiç

    düşünmemektedirler…

    Özellikle ticari sinemayla arasındaki rekabet, yönetmene seyircileri adına özel sorumluluk yüklemektedir. Zira

    sinemanın kendine has etkileme gücü (yani filmle yaşamın bir tutulması) yüzünden en saçma çöpler bile eleştirel ve

    talepkar olmayan seyircide geçrek sinema sanatının iddialı sinemaseverler üzerinde yarattığı sihirli yankılanmaya

    benzer bir yankı uyandırırlar. Aradaki tayin edici, daha doğrusu trajik farklılık sanat sinemasının seyircilerde

    duygular ve düşünceler uyandırabilmesi, buna karşılık kitle sinemasının belirgin tek yanlılığı ve etki peşinde

    koşmasıyla seyircide varolan son düşünce ve duygu kırıntısını da silip süpürmesidir. Güzele ve maneviyata ihtiyaç

    duymayan insanlar filmlerden tıpkı coca cola şişeleri gibi yararlanmaktadırlar….

    Seyirciyle kurulacak en doğru iletişim, insanın kendine sadık kalmasından geçer, hem de bilinmez nedenlerden dolayı

    biz yönetmenler tarafından eğlendirilmeyi bekleyen seyircilerin yüzde seksenini hiç kaale bile almadan. Ancak biz

    yönetmenler seyircilerin bu yüzde seksenini o kadar çok hor görmeye başladık ki, artık onları eğlendirmeye de

    hazırız, ne de olsa ilerde yapacağımız filmlerin finansmanı onlara bağlı. Oldukça çaresiz bir durum!

    Biz, gene herşeye karşın sinemadan estetik izlenimler bekleyen azınlık seyirciye geri dönelim, yani her gerçek

    sinema sanatçısının bilinçsizce hedef aldığı ve ancak yaratıcısının geçrekten başından geçen, acısı altında

    ezildiği deneyimleri yansıtan filmlerle ruhuna nüfuz edebilen ideal seyirciye…Seyirciye o kadar saygılıyım ki onu

    aldatmak elimden gelmiyor. Ona güvenim sonsuz , bu yüzden de ona, çok önemli ve değerli saydığım şeylerden,

    yalnızca onlardan söz etmeye kesinlikle kararlıyım…

    Film çalışmalarımızda sorumluluk almaktan neden bu kadar korkarız acaba? Neden, sonuç, gereksiz olduğu ölçüde

    tehlikesiz çıksın diye daha baştan kendimizi güvence almaya çalışırız? Sakın bunun nedeni, çalışmamız karşılığında

    bir an önce paraya ve rahata kavuşma isteği olmasın? Bu bağlamda günümüz sanatçısının kibirliliğini bir kere de

    Chartres katedralinin ismi bilinmeyen yapımcısının mütevaziliğiyle karşılaştırılabilseyi keşke!

    Makina başında duran veya tarlada çalışan insanın boş zamanlarını harcarlar, bununla da yetinmez, onun zayıflığını,

    kavrayış eksikliğini ve estetik cehaletini fırsat bilip hem onu fikri sefalete mahkum ederler hem de bundan para

    kaznırlar. Bu tür sanatçıların faaliyetleri değersizdir. Gerçek sanatçı ise ancak kendisi için hayati bir

    zorunluluksa yaratma hakkına sahiptir, bu uğraş kendis için salt rastlantısal bir yan uğraş değil, yeniden üretilen

    kendi ‘ben’inin yegane varoluş biçimiyse!”

    sorunuza cevabın benim için bir nevi “sanat üstadı” olan ve ruhsal olarak çok yakın gördüğüm tarkovsky’nin

    “mühürlenmiş zaman” kitabından olmasını istedim. ben bu konunun kompedanı falan değlim ama sanata ve özelde de

    sinemaya çok özel değer veririm;adeta varoluşumun vazgeçilmez bir unsuru olarak! yukarıdaki cümleleri bir de benim

    yakınlarda yayımlanan ” oscar alacak kadar kötü 2 film” yazımla birlikte okursanız, ne sanat filmidir ne ticari

    filmdir konusundaki düşüncemi daha iyi anlatmış olurum. prensipte sanat ve ticari film diye kategoriyi doğru

    bumuyorum. ama pratikte özellikle hollywood bazında ve türkiye’de yapılan birçok eserde ticari kodların öne

    çıktığını görmek zor değil. tarkovsky demiş ya sanatçı ancak kendisi için varoluşsal bir zorunluluksa yaratmalıdır

    diye…hollywood yönetmenleri bu “yaratma”işini sadece cepleri için yapıyorlar. işin içine cep girince de inanın

    bana ortaya çıkan üründe paranın şıkırtısında sanatın ışıltısı görülemiyor bile!

    sevgiyle

  1. 4 Trackback(s)

  2. Şub 18, 2009: ‘Sanat filmi’ entelliği
  3. Şub 18, 2009: Sanat filmi entelliği
  4. Kas 10, 2010: 3 Maymun hakkında konuşalım | SİNEMA HESABI
  5. Ara 2, 2010: 3 Maymun hakkında konuşalım | Sinema Hesabı

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin