RSS Feed for This Post

Militarizm Gölgesinde Demokrasinin Hayaleti

Aktütün baskını sonrası Taraf gazetesinin, ordunun, konuyla ilgili ihmalleri üzerine yaptığı haber üzerine, Genelkurmay Başkanı’nın yaptığı çok sert açıklama ve o açıklamadan bir gün sonra Başbakan’ın, Genelkurmay Başkanı’nın üslubunu onaylar mahiyetteki açıklamaları üzerine kendimi bir sürrealist film seyrediyor gibi hissettim. 
Bu olaylar üzerine, sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden ve sürrealist sanatın da en büyük isimlerinden olan Luis Bunuel’in iki filmi aklıma geliyor. “Yokedici Melek-Exterminating Angel” filminde bir ev içinde parti yapan bir grup insanın, belirli bir süre sonra görünürde hiçbir sebep yokken evden dışarı çıkamamaları konu edilir. Evden dışarı çıkmaya teşebbüs edenler hiç fark etmeden tekrar evin içine girerler. Evin dışına çıkmayı imkansız hale getiren görünmez duvarlar vardır adeta. Film , evden çıkışın yolunu ararken, kendi içlerinde bütün pislikleri ortaya dökülen modern dönem insanının trajikomik hikayesidir adeta. İkinci film “Özgürlüğün Hayaleti- Phantom of Liberty” ise herşeyin ters yüz edildiği bir dünyada geçer. Tersyüz edilmiş hayatlar, orjinal hayatların absürd halini ortaya koymak içindir adeta. Filmin sonunda bir gökdelen tepesinden aşağıdaki insanları tek tek avlayan birisinin mahkemece suçlu bulunup “özgürlüğe mahkum edilmesi” söz konusudur. 
Birkaç gündür yaşamakta olduğumuz olaylar tam da Bunuel filmlerine benzeyen absürdlükte seyrediyor gibi. Taraf gazetesi, Aktütün baskını sonrası, demokratik bir basının yapması gereken, ancak Türk basınında çok az görülen bir cesaretle, olayın üstündeki ihmalleri ortaya koyan bir takım belgeler yayımladı. Bu belgelerin yayımlanmasının ardından Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanlarını da arkasına toplayarak adeta darbe günlerini aratan bir şekil ve üslupta, çok sert sözlerle Taraf gazetesini ve belgeleri yayımlayan diğer basını tehdit ederek, ordunun gereğini yapacağından dem vurdu ve herkesi “doğru tarafta” olmaya çağırdı. 
Darbelere, muhtıralara ve demokrasiye envaî çeşit müdahelelere alışmış olan ülkemizde basın ile iktidar ilişkisi de ilginç bir düzlemde seyredegelmiştir. Antidemokratik müdaheleler sırasında bu ülke basınının, genel olarak bu müdahelelere karşı olmak bir yana, müdahelelerin haklandırılması için yoğun mesaî harcadığını söyleyebiliriz. Böyle olunca müdaheleleri yapan merciler ile yaygın basın arasında hep bir biat ilişkisi olagelmiştir. Genelkurmay’dan brifing alan medya mensuplarından tutun, medya içinde yürütülen cadı avlarına kadar her türlü antidemokratik eğilimi sürdüregelmiş Türk basınının azınlıkta kalan bir kanadı ise destek vermese de korkak çizgisiyle bir anlamda müdaheleleri olumsuzlayamayan bir konumda olmuştur. Bu anlamda bu ülkede 25 yıldır yaşanmakta olan kirli savaşı da sorgulamak adeta bir tabu halinde değerlendirilmiştir. Sonuçta bu yapı içinde, ordu mensupları için demokratik bir kuruma hesap vermek gibi bir durum asla oluşamıyordu. 
Ancak son bir yılda bu ülkede birşeyler değişmeye başladı.  Militarist biat medyası ve biat etmese de korkaklıkları ile biata yakın bir konumda duran medya yerine, sivil, demokratik bir muhalefeti mümkün kılan bir tip medya da oluşmaya başladı. Böyle olunca bu ülkenin kanını zehirleyen Ergenekon gibi organizasyonlar ve bu organizasyonların devlet içindeki uzantıları daha net ortaya çıkmaya başladı. Bununla kalmadı, son bir buçuk yılda yapılan antidemokratik darbe girişimlerine de demokratik bir muhalefeti mümkün kılan bu tür basın, bu ülkeye kök salmış militarist zihniyeti de sorgulamaya başladı. 
Şimdiye kadar hemen hepimizin kayıtsız şartsız inandığı bir takım olayların başka boyutları ile ilgili iddialar çıkmaya başladıkça bu tür iddiaların, şimdiye kadar sorgulanmaya alışmamış muhatapları sinirlenme dozunu iyice artırdılar. Genelkurmay Başkanı’nın demokratik bir ülkede asla olmayacak bir üslupta kullandığı sözleriyle bir kısım medyayı açıkça tehdit etmesi , bana kalırsa bir başka boyutuyla bir takım yanlışların da olduğunu gösteren bir tedirginliğe işaret ediyor. Tarafını seçmekle tehdit edilen, yapılan haberlerle pkk’ya yardım ile suçlanan, “ordu gereğini yapacaktır” sözüyle açıkça sopa gösterilen basın, aslında darbe dönemlerinde rastlanan bir üslupla hizaya getirilme isteği ile karşı karşıyadır. 
Ancak seyrettiğimiz filmi Bunuel filmlerine asıl benzeten şey, Başbakan’ın “sürreal” tutumudur bana kalırsa. “Özgürlüğün Hayaleti” filmini çağrıştırır şekilde Başbakan ve hükümet partisinin tutumu, adeta herşeyin ters yüz olmuş halini göstererek orjinal konumun da durumunu saçma haline getiren bir hale işaret ediyor. Ters yüz olmuş halde gördüğümüz militarist zihniyet, düz haldeki demokratlık iddiasını da sorunsallaştırıyor kanımca. AKP, kendi kuruluş amacını, kendisinin son bir buçuk yılda başına gelenlerin sebeplerini inkar eder vaziyette, adeta herşeyi birbirisinin tersine çevirerek kendi ayağına kurşun atıyor gibi. Bu sürreel durum, Dağlıca ve Aktütün baskınları ile ilgili basının iddialarının araştırılması ve bu iddialar sonucunda cidden bir ihmal (hatta daha da ötesi) varsa soruşturulması yerine, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da olağanüstü halin geri getirilmesi için çalışmalar yapılması, ordunun olağanüstü hali çağrıştıran isteklerinin yerine getirilmeye çalışılması ile iyice baskın hale geliyor. Demokrasi yolunda olduğu iddiasıyla yola çıkan, şimdiye kadar çeşitli türde darbelere ve antidemokratik müdahelelere maruz kalan bir hükümetin ve partinin tercihinin demokrasiden değil militarist bir sertlikten yana olması açıkça bana komik geliyor. Ülke olarak demokrasi yolunda yola çıktıkça ve otoriterlik kapısından çıkıp özgürleşmek istedikçe görülmeyen bazı kuvvetlerin bizi tekrar tekrar içeri çekmesi Bunuel’e taş çıkartan bir sürrealizm değilse nedir? Üstelik bu ilişkilerin, aynen Foucault’un dediği gibi merkezi bir otoriteye ya da iktidara değil, daha çok kılcal damarlara kadar yayılmış ve pozitif görünen mekanizmalarla işleyen “iktidar üreten toplumsallığa” işaret etmesi demokrasi umutlarını iyice içinden çıkılmaz hale getiriyor. 
Olağanüstü hal gibi bu ülkenin yirmi yılını yemiş, çözüm olmak yerine hiçbir şeyin çözülemeyeceği kördüğümler yaratmış, Ergenekonların kozası olmuş durumları demokratik bir ülkede tartışmaya başlamak bile aslında bu hükümetin, elinde tuttuğu iktidarı kullanamadığını ve militaristleşmenin getirebileceği zararlardan en fazla kendilerinin zarar göreceğini bilemediğini gösteriyor. Demokratik bir siyaset isteğinin yarattığı kendi partilerini, militarist bir hegemonya adına göz göre göre teslim ettiklerini göremeyen hükümet partisi için denebilecek başka çok şey var aslında.  Ancak söylenecek olanların en önemlisi herşeyin ters yüz olduğu bir durumda, artık orijinal konumların da değerini yitirmesi. Bundan böyle nasıl olur da, demokrasiden bahseden bu partinin söylediklerini ikna edici bulacağız? 
Taraf gazetesinin cesareti ve bağımsızlığı aslında bir anlamda Foucault’un “parrhesia” kavramında tanımladığı hale çok benziyor. Foucault parrhesia için ” konuşmacının hakikatle olan ilişkisini ifade ettiği, hakikati anlatma eylemini başka insanlara (ve aynı zamanda da kendisine) yardım edip onların durumunu düzeltme amacını taşıyan bir ödev gibi gördüğü ve bu nedenle hayatını riske ettiği bir sözel etkinliktir. Parrhesia’da konuşmacı özgürlüğünü kullanır ve kandırma yerine dürüstlüğü, sahtelik ve sessizlik yerine hakikati, hayat ve emniyet yerine ölümü, yaltaklanma yerine eleştiriyi, kendi çıkarını koruma ve ahlaki kayıtsızlık yerine ahlaki ödevi tercih eder (Doğruyu Söylemek – Michel Foucault) “. Bu anlamda bu ülkenin demokratik geleceği için seçilen “doğruyu söylemek” yöntemi ise son derece doğru ve cesur bir yöntemdir kanımca. 
Genelkurmay Başkanı’nın kendileri ile ilgili iddiaları yargıya sevk etmek istemesi  doğaldır. Orada iddiaların gerçekliğini dile getirenler elbette bunun belgelerini sunacaklardır ve doğru ya da yanlış ortaya çıkacaktır. Ancak asıl söylenmesi gereken şey başkadır. Silahı elinde tutanlar, Yıldırım Türker’in bir zamanlar söylediği gibi, “malumat” değil “talimat” verirler. Bu anlamda Genelkurmay Başkanı’nın konuşması da malumat vermek değil adeta emir erine talimat vermek gibiydi. Demokratik bir ülkede ise elinde silahı olanların hesap vermesi gereken demokratik kurumlar vardır ve bu kurumların tehdit edilmesi asla düşünülemeyecek şeylerdendir.  Klasik, orduyu yıpratmayalım söylemleri ile eğer söz konusu olan bir takım ihmallerin, hatta bir takım yanlışların örtülmesi ise, böyle bir yıpratmama eylemi, aslında bir ülkedeki ordunun da meşruiyetini sorgulayan asıl yıpratıcı eylem haline dönecektir. Bu anlamda, yanlışları sorgulayan ve açığa çıkarmaya çalışan basın, orduyu yıpratmaya değil, içindeki yanlış unsurlardan arındırmaya ve ordunun demokratik bir siyasete bağlı bir kurum haline gelmesine çalışmaktadır. 
Ergenekon operasyonu ile ortaya çıkanlar ve Dağlıca ve Aktütün baskınları benim için Türkiye’nin 11 Eylülleridir. Hangi amaçla kimin tarafından kullanılmış olursa olsun, bundan ordunun ihmalleri olup olmadığı bir yana  , militarist bir iktidara doğru yol açması ve silahın iktidarına zemin hazırlama potansiyeli yüzünden bu böyledir. Genelkurmay, Dağlıca ve Aktütün ile ilgili açıklanan belgelerin nasıl sızdırıldığıyla ilgileneceğine, ihmallerde – ya da söylemeye dilim varmıyor ama daha da ötesinde – sorumluların bulunması ve hukukun eline teslim edilmesinin gereğini yapmalıdır. Başbakan ve hükümet bu iddiaların aslını, detaylarını sorgulamalıdır ki insanların içinde kalan şüpheler açıklığa kavuşsun. 
Türkiye’nin artık bu sürreal konumundan kurtulmasının da yolu, tutarlı bir demokratik çizgisi olan siyasetten, basından ve demokrasiye mutlak olarak itaat eden bir askeri bürokrasi oluşturulmasından geçiyor. İşin basın ayağının bir kısmı bu yola girmiş vaziyette, ama diğer ayaklar gittikçe daha da yaratıcı gerçeküstü gösterilerle, neden bir girdap içinde demokrasi yolundan militarizm odasına doğru içeri çekildiğimizi gösterir vaziyette. Bizler de bu ülke insanları olarak demokrasinin hayaletine mahkum edilmiş gibiyiz.

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:ç-z Tarih: Kas 30, 2008 | Reply

    Ahmet Altan – 30.11.2008

    Gözlerini kapatmak
    Bazen bu ülkede yaşayan insanların gerçekleri görmekten korktuklarını düşünüyorum.
    Gerçeğe yaklaştıklarında sanki içlerinde çalan gizli bir alarmla gözlerini kapatıp geri çekiliyorlar.
    Büyük bir ihtimalle görecekleri gerçek karşısında ne yapacaklarını bilemediklerinden görmemeyi tercih ediyorlar.
    Çünkü bu ülkenin gerçekleri korkunç.
    Bunları görerek, bilerek yaşamak ve hiçbir çözüm aramamak, insan vicdanının taşıyamayacağı ağır bir yük herkese.
    Ama vicdanları susturan bu körlük sonunda bir vicdansızlığa dönüşüyor.
    Her cinayette gözlerinizi kapıyor ve yeni bir cinayetin sessiz ortağı oluyorsunuz.
    1993’de Bingöl’de 33 silahsız asker şehit edildi.
    Beşi ağır yaralandı.
    Ümit Fırat Neşe Düzel’le yaptığı söyleşide, o askerlerin öldürüldüğü gün Bakanlar Kurulu’nun Kürt çözümünü sağlamak üzere toplanmaya hazırlandığını söyledi.
    Söyledikleri aynen şöyleydi:
    “25 Mayıs 1993 günü Demirel, bakanlar kurulu toplantısına ilk kez cumhurbaşkanı olarak katılacaktı ve o günkü bakanlar kurulu gündeminde af vardı.
    PKK’yı dağdan indirebilecek bir barış ortamı doğabilecekti. Öcalan’la pazarlıklar yapılıyordu. Ama olmadı. Çünkü aynı gün Bingöl’de 33 er kurşuna dizildi. Çünkü PKK’lı bir time bir takım istihbaratlar verildi. Dezenformasyon yapıldı.
    Gittiler, o askerleri öldürdüler ve o günden sonra bir daha Türkiye’de öyle bir af projesi bakanlar kurulunun gündemine gelmedi. Affın olmasını istemeyen Ergenekon tarzı ilişkilerdi. Derin devletti. Ayrıca İran da, Saddam da, Esat da istemiyordu…
    Derin devlet 33 erin öldürülmesini PKK’ye sahte enformasyon vererek yaptırdı. Ve af gündemden kalktı. Aradan 17 yıl geçti Türkiye hâlâ o noktaya gelemedi. Kürt sorununda çözüme en çok yaklaşılan nokta oydu. 1993 mayıs aylarıydı…”
    Bu konuşmanın yayınlanmasından sonra Abdullah Öcalan, İmralı’dan yaptığı açıklamada Fırat’ın sözlerini doğruladı.
    “O askerleri bize öldürttüler,” dedi.
    Üstelik o günlerde PKK tek taraflı ateşkes ilan etmişti.
    Derin devlet, PKK’ya bilgi sızdırarak, “silahsız o 33 askerin aslında özel bir birlik olduğunu ve çok kritik bir göreve gittiklerini” söylemişti.
    Ve, o askerler hiçbir “koruma” verilmeden yola çıkarıldı.
    Önlerinde zırhlı bir araç olması gerekiyordu kurallara göre.
    Zırhlı araç yoktu.
    Onları götüren otobüste silahlı askerlerin olması gerekiyordu.
    Otobüste silahlı asker yoktu.
    Askerî bir helikopterin o otobüsü izlemesi gerekiyordu.
    Helikopter yoktu.
    Şimdi cesaretiniz yetiyorsa gözlerinizi açın ve gerçeği görün.
    O çocuklar o otobüse bindirilirken, birileri onların ölüme gittiğini biliyordu.
    Onlar ölüme gönderildiler.
    O otobüse zırhlı araç vermeyen, silahlı asker bindirmeyen, helikopter göndermeyen her kimse, o çocukları ölüme gönderen de oydu.
    “Ölüme gönderilen” o çocuklara koruma vermeyen sorumlunun ismi devlet kayıtlarında var.
    Kim olduğu kayıtlara bakar bakmaz görülür.
    O sorumluya ne oldu?
    O sorumluya kim “koruma göndermeyin” emrini verdi?
    Devletin içinden birilerinin bu devletin askerlerini bile bile ölüme göndermesi çok mu doğal?
    Bu toplum bunu normal mi karşılayacak?
    Sırf savaş devam etsin diye öldürtülen başka askerler de var mı?
    Bu ülkenin gerçekleri korkunç
    Bu gerçekleri görmemek için direndiğiniz süre bu vahşet bu ülkede sürer.
    Çocuklarımız öldürtülür.
    Dağlıca baskınındaki tuhaflıkları, Aktütün baskınındaki gariplikleri boşuna sorgulamadık biz?
    Otuz üç askerin öldürülmesinin ardındaki gerçek aransaydı belki de Dağlıca baskını olmazdı, Dağlıca baskını soruşturulsaydı Aktütün’de erler şehit düşmezdi.
    Siz gerçeklerden kaçtıkça, o gerçekler bu ülkenin çocuklarını yakalayıp öldürüyor.
    Yetenekli arkadaşlarımızdan Kurtuluş Tayiz, otuz üç askerin öldüğü otobüsten sağ kurtulan Erdal Özdemir’i bulup konuştu.
    Özdemir artık tekerlekli bir sandalyede yaşıyor.
    Hayata tutunmuş, tekerlekli iskemleye mahkûm edilmesine rağmen “sağlam” bir insan o, “tüp bebek” yöntemiyle baba olmuş.
    Şimdi oturduğu tekerlekli iskemleden bütün sorumlulara soruyor:
    “Hiçbir güvenlik önlemi almayacaklardı da neden bizi zorla aynı araca bindirdiler? Biz hepimiz kendi başımıza gitseydik daha güvenli olurduk.”
    Özdemir, dönemin Jandarma Asayiş Komutanı Orgeneral Necati Özgen’e de sormuş bu soruları.
    Ama cevap alamamış.
    Cevap alamamış ama bir televizyon programında bu soruları sorduktan sonra “tehdit” telefonları almış.
    Cevap yok, tehdit var.
    Çünkü burada, devletin içinden birileri sırf savaş bitmesin diye kendi askerlerini bile öldürtüyor ve bu araştırılmasın istiyor.
    Dehşet verici, değil mi?
    Bunu görmekten korkuyorsunuz, değil mi?
    Görmemeniz ne işe yarıyor, daha ne kadar kör kalabilir, daha ne kadar öldürülen çocukların çığlıklarını duymazdan gelebilirsiniz?
    Çocuklar öldürülüyorlar.

  3. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Kas 30, 2008 | Reply

    Ben zaman buldukça gazete arşivlerinden köşe yazıları ve yorumları tekrar okurum.Malum,bizde gündemler çok hızlı değişir;tam da hararetle tartıştığımız bir konu yerini ansızın başka sıcak bir gündeme bırakır,bir önceki ise unutulup gider.Dolayısıyla bu,olaylara parça parça ve bölük pörçük yaklaşmamamıza neden oluyor.Her olayı adete yeni başlamışçasına yaklaşır ve sil baştan düşünüp değerlendiririz.

    Evet,gazete arşivlerine bir göz attığımızda toplumsal bakış açımızın ve toplumsal hafızamızın bu gerçekliğine tanık oluyoruz.Zira olayları bir bütün olarak değerlendirmek yerine tartışabileceğimiz kadarıyla bir malzeme çıkarıp onun üzerinden düşünüp tartışıyoruz.Oysa köşesinden kıyısından dokunduğumuz,eleştirdiğimiz olay ve olgular,yarattığı toplumsal süreç yani neden ve sonuç ilişkisi bir bütündür…Bütün tali damarlarıyla bir merkeze bağlıdır…Biri diğerinden asla bağımsız değildir ve dolayısıyla biri diğerinden bağımsız gelişmez.

    Şimdi hafızaramızı tazeleyip geçmişe yolculuk edelim.Çok değil bir on yıl öncesine,bir üç yıl öncesine dönelim.Susurluk ve Şemdinli olayları diye tabir edilen hadiseler örneğin.Patlak verdiklerinde moda deyimle “bomba gibi”gündeme düştüler.Belli bir süre tartışıldılar,geniş yankılar yarattılar ve ardından unutulup gittiler.Ta ki benzer olaylar patlak verinceye dek.

    Bugün Dağlıca’yı,Aktütün’ü tartışıyoruz.Bazan geriye dönüp 33 erimizin şehit edildiği katliamı hatırlayabiliyoruz.Muhtemeler yarın bunlara yenileri eklendiğinde yeniden tartışmaya başlayacağız Susurluk’u,Şemdinli’yi,Bingöl’ü ve Dağlıca’yı ve Aktütün’ü…

    Ama bütün bunları yaratan nedenler olduğu gibi duruyor;o günden bu güne hiç bir şey değişmedi.Süreç,doğal mecrasına uygun işliyor ve işleyecek.

    Ancak bir şeyler de değişiyor.”Arşivlerden eski gazete sayıları”ından da kastım buydu.Artık farklı gazetelerden duyduğumuz o cesur çıkışlar yerini yeni yeni bir geleneğe bırakıyor.Sadece o güne ilişkin yorum ve değerlendirmeler yerine,olayın derinlerine inenen,itiraz eden ve bunu belgeleriyle sunan bir basın geleneği filizlendi.Artık Taraf diye bir gazete var:Gerçeklerin üzerine cesaretle giden,sorgulayan,olayın arkasını bırakmayan bir gazete.

    Bu da zor ve sancılı bir süreçtir.Yeni ve ilk olan her zaman böyledir.Toplumca kafamız karışıyor,hayretlere düşüyor ve bazan belki de abartılı ve yanlış buluyoruz.Evet,bunu da tartışacağız.Bunda geç bile kaldığımızı düşünenler de olacak,bu davranışı hainlikle,işbirlikçilikle özdeşleştirenlerimiz de.Ancak başladı bir kere ve gerçeklerin üstünü örten siyah perde gayri aralandı.Ve elbette yeniden düşüneceğiz,hiçbir şeyin yıllardır bize anlatılmadığı gibi olmadığını öğreneceğiz/öğreniyoruz.

  4. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Kas 30, 2008 | Reply

    Son tümcede geçen “anlatılmadığı gibi”şeklindeki belirleme”yanlış yazılmıştır.Doğrusu:”Ve elbette yeniden düşüneceğiz,hiçbir şeyin yıllardır bize anlatıldığı gibi olmadığını öğreneceğiz/öğreniyoruz”şeklinde olacaktı,düzeltir,katılımcılardan özür dilerim.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin