RSS Feed for This Post

Ölüm’ün Evi / Dominique Lecompte

olum_fikri_2Çöpte buldum bu kitabı, oturduğumuz binanın çöplüğüne atılmış kitap cesetlerinin arasında. Çocukluğumdan beri böyle “pis” bir huyum vardır, çöpe atılan kitap ölülerini toplarım, tek tek bakıp bir hayat belirtisi ararım… Korku romanlarını hatırlatan bu kitabı elime alır almaz sayfaların kıpırdadığını, harflerin nefes aldığını fark ettim:

“… ‘Annemin ölmesi bitince eve geri gelecek değil mi?’ Küçük çocuklar ölümün uykudan farklı olduğunu anlıyorlar ama dönüş yolunu açık sanıyorlar. […] Bir gün yine aşağıdaki salona inmiştim, ailelerin tabut kapanmadan önce son bir veda için toplandıkları yere. Herkes sessizce sırasını beklerken koridorun başında telaşlı bir kadın belirdi. Ter içinde, koşarcasına girdi salona. 9-10 yaşlarında bir kız bir de oğlan vardı yanında. Genç kadın ‘kızkardeşimi görmeye geldim, çocuklarla değil tabi, bunun annesi’ dedi oğlanı göstererek. Çocuklarla dışarıda kaldım. Oğlanın dik bakışları beni delip geçiyordu. ‘Senin annen mi?’ diye sordum. Yüzüme baktı, cevap vermedi. ‘Annen çok güzel, onu gördüm biliyor musun?’ dedim. Arkadan yaslı ailenin ağlama sesleri geliyordu. ‘O yine seni korumaya devam edecek, eğer görmek istiyorsan teyzene söylemen yeterli’. Başıyla istemediğini işaret etti, iki eli birbirine yapışmış, parmakları düğüm olmuştu. ‘Al benim elimi sık bütün kuvvetinle, sonra ben de gidip annenin elini sıkacağım senin için’ dedim. Hafifçe gülümsedi, sonra elimi sıktı var gücüyle. Teyze oğlanın bir de küçük kız kardeşi olduğunu söylemişti. Ben annesinin tabutuna kadar gidip elini sıktım ve oğlanın yanına dönüp elini tuttum. Sonra  ‘Eve gidince sen de kardeşinin elini sıkarsın unutma.’ diye fısıldadım. Gözleri yaşlarla doldu. ‘üzgün olunca ağlamak normaldir, annenin tabutunu kapatmak için sen işaret vereceksin tamam mı? Müsade ediyor musun? Kapatalım mı?’ diye sordum. Başıyla onayladı. Teyze ile uzaklaşırken bana dönüp gülümsedi. Annenin dosyasına baktım, baba oğlanın gözleri önünde anneyi göğsünden 6 kez bıçaklamış, kadın kendini evden dışarı atmış ve yola düşüp ölmüştü. Baba hapisteydi. Hiç unutmadım o çocuğu, kırılgan olduğu kadar güçlüydü. Günlük dertlerim ise o gün gözüme ufacık göründü…”

Tanıtmak istediğim kitapta Paris morgunu 22 yıldır yöneten adlî tıp doktoru Dominique Lecompte hatıralarını ve Ölüm (=Hayat) hakkındaki düşüncelerini anlatıyor. Hayatını morgda geçirmiş, ölenler kadar geride kalanlarla da uğraşmış bu “doktor” hanımın kitabını okurken doktorluk mesleğine bakışımızın haddinden fazla modernleştiğini fark ettim. Ölüm’ü doktorun başarısızlığı gibi kabul ediyor modern insan.  “Başarısız” doktorlara dava açılıyor hatta bazen tekme tokat girişiyor insanlar! Oysa hastalıklarla “savaşan” doktorların mevtaya ve yakınlarına karşı oynayacakları bir rol daha var. Bir insanı ölümden kurtarmak nasıl bir “başarı” ise huzurlu bir ölüm ve huşu içinde yapılan bir cenaze de başarı olarak görülebilir, görülmelidir:

 “…ölülerin içinde yaşıyorum; ve tabi sevilen bir insanı aniden kaybetmekle başlayan duygu fırtınalarının: İsyan, pişmanlıklar, suçluluk duygusu, nefret, umutsuzluk… Ölen yakınlarını görmeye gelenler için bu şok buluşma aynı zamanda benzersiz bir tecrübe: Kâh kesif bir tefekkür anı oluyor kâh yoğun bir ızdırap … Arkadaşlarımın gözünde ölülerin doktoruyum. Ama aynı zamanda yaşayanların da doktoruyum, Ölüm ile ilk kez karşılaşan insanların. ” 

Evet, modern kent yaşamı ölüleri ve ölümleri halledilmesi gereken bir sorunmuş gibi göz önünden uzaklaştırdı. Devlet dairelerinde pasaport, ikâmetgâh gibi sıradanlaşan, prosedürleşen birer “masa” artık doğum  ve ölüm. Sertifikalaşan, seri numaralaşan Hayat’ı (=Ölüm’ü) düşünmek ne zor!

Ulus-devlet tıpkı kapitalist şirketler gibi herşeye istatistik penceresinden bakıyor. Hani diyorlar ya “insan kaynakları” diye. Hatıralar ve cesetler de acilen derine gömülmesi (=unutulması) gereken nükleer atıklar gibi.

Endüstrileşmek, sıradanlaşmak, anonimleşmek… Evlerimizin ve şehirlerimizin dışına ittiğimiz o “sessiz nasihatçı” artık duyulmaz, dinlenilmez oldu. Ölüm’ü düşünmeyen insanlar topluluğu kendine haz verecek her şeyi hemen istiyor. Açgözlülük ve acelecilik zannediyorum bu yüzden bir ideoloji haline geldi. Totaliter rejimlerde Stalin’i, Atatürk’ü ya da Hitler’i sevmek mecburiyeti vardı. Bugün biyolojik yaşamı sevmek ve Ölüm’ü unutmak mecburiyeti var, totaliter propaganda öyle istiyor: “Siz özelsiniz, siz daha iyisine layıksınız! Hemen alın sonra ödeyin, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayın, varlığınız armağan olsun Ekonomik varlıklara!”

Ölüm artık gözden ırak, gönülden ırak… Hastahanelerde doğduğumuz gibi yine orada ölüyoruz. Kaza, cinayet, intihar sonucu meydana gelen ölümlerin de yolu morgdan geçiyor. İşin içine suç ihtimali girince cesetler bürokrasinin “şeyi” oluyorlar, savcılar, polisler, otopsi raporları, … insanların mahremiyetine mecburen(?) tecavüz ediliyor ve ailelerin adam gibi yas tutmaları mümkün olmuyor. Hele ırkçı ve militarist bir gazeteci güruhu insanları meze yapmaya başlamışsa! (Bkz. “Müptezel Basın Dibe Vurmuş Dediler, Şaşırrrdım!” ve “Terörist evlatlarımız ve Anzak leşlerimiz(!)” isimli iki makale)

Fakat Ölüm ile sağlıklı bir ilişki kuramıyorsak bütün suç modernitenin değil tabi. Lisan da buna engel olabiliyor. Konuşurken ve yazarken ölüm sebebi olan olay ile Ölüm’ün yaşanmasını  yani gerçekten ölmeyi birbirine karıştırıyoruz: “Babamın ölümünden sonra çok sıkıntı çektik” diyen birine bakın meselâ. Biyolojik hayatın bitmesine sebep olan trafik kazası ya da kalp krizi gibi anlık, noktasal bir olay ile Ölüm sürecini bir tutuyor. Oysa doğduğumuz andan itibaren başlayan yaşam süresi aynı zamanda ölme sürecimiz değil mi? Her gün batışı kum saatimize düşen ve geri getiremeyeceğimiz kumlara tekabül etmiyor mu? Jack Kerouac’ın dediği gibi:

“… Ruhumu takdis edin, ölüm konuşulmaya değer tek mevzudur. Zira orası vehimin ve hataların bittiği yerdir. Ölüm adına ‘hayat’ dediğimiz madalyonun öteki yüzüdür …” (Visions de Gérard, 1972)

Sen’in ölümün

Sevdiğimiz bir insan öldüğünde ilk defa Sen’in ölümünle tanışırız. O güne kadar “insanlar doğar büyür ve ölür”. Ama anne, baba ya da bir kardeş öldüğünde böyle değildir. Bize yakın, senli benli olduğumuz, aynı sofrayı paylaştığımız insan ölünce ilk defa sıranın bize geleceğine inanmaya başlarız. Herkesin ölümünden Ben’in ölümüne giden yolda ilk duraktır Sen’in ölümü:

“… Çığlıklar ve inlemeler hergün morgun duvarlarında yankılanır. Sevilen insandan kesin ve geri döndürülemez biçimde ayrılmanın idrak edilmesidir bu. Bazen çığlıklardan duvarlar titrer adeta. Kimse kayıtsız kalamaz bu seslere […] Acının dışa vurulması kadar boşluk hissinin doğurduğu korku da vardır bu çığlıklarda. Tanıdık birinin ölerek bıraktığı boşluk …” 

Kadın yazarlara has duyarlılıkla yazıyor Lecomte. Peki insanları korkutan nedir? Sadece sevileni yitirmek, özlem/hasret gibi bir boşluk mudur? Yoksa… ? Ruhun ölçülmez, bölünmez sonsuzluğu ile onun zarfı, kutusu olan beden arasındaki uçurum mudur bizi korkutan? Ama her zaman görmeyiz, müşahede etmeyiz bu uçurumu. Günlük hayatın koşturması, geçim derdi, para biriktirmek, kariyer yapmak derken günler geçip gider. Şair Ahmet Erhan’ın mısralarındaki gibi “görünmez bir el hayatın sesini boğan  o çanlara birdenbire dokunur ve ölüm gelir, dağlar yüzünü, saçlarını, bir kâğıt torba yırtılır, portakallar saçılır sokağa, Ölüm gelir, doğum tarihlerine ve düşlere aldırmaz”. İşte böyle zamanlarda anlarız ki deliler ve sanatçılar aslında o kadar da deli değildir, sadece bize perdeli olan bazı şeyler onlara gösterilmiştir. Örümcek korkusu ya da işsizlik korkusuna benzemeyen, objesi olmayan bir korkuyla tanışır insan. Baş harfi büyük yazılmaz üzere Sayın Korku bir matkap gibi gerkçeklerden örülü duvarı deler, Hakikat’in ışığı gözleri kamaştırır. (Bkz. korku matkabı bahsi, Derin İnsan kitabı)

Copie de sanat_bosluk_yokluk_hakikat

Fakat bazen insan kalbi aşırı doldurulmuş ve zorla kapanmış bir valiz gibidir. Aşırı yüklenmiş olma hali açılmaya mâni olur. Sıradan insanlar sıradışı baskılar altında öngörülemez biçimde davranırlar:

“…Seine nehrine bakan bekleme salonu güneş içinde. Yelkenliler suyun üzerinde kayıyor. Saatlerdir sessisce duran ve kızının cesedini görmeyi reddeden yaşlı adama dönüp  ‘Sizi bir kaç dakika bekleteceğim, kızınızın vücudunu hazırlamamız gerekiyor’ diyorum. Tek kelime yok. ‘Beyefendi, kızınızın çok güzel bir yüzü var’. Adamcağız birden bire konuşmaya başlıyor: ‘Annesi öldüğünde 14 yaşındaydı, erkek kardeşi kanserli…’ Konuşuyor, konuşuyor. Artık taşıyamadığı, onu ezen, gırtlağını sıkan bir çantayı boşaltmak istercesine konuşuyor. Sonra birden sessizlik. Kızının yanına götürüyorum babayı. Bir süre yalnız kalıyorlar. Geri döndüğünde gözünde bir damla yaş. Ağlayamıyor bu insan. Dopdolu, fazla dolu, yağmayı beceremeyen bir sağnak yağış bulutu gibi…”


İntihar

Kendilerini öldüren insanların bu fiilde aradıkları ölüm değil belki de, dayanılmaz hale gelen bir ızdırabı öldürmek istiyorlar. Geride bıraktıkları kâh uzun kâh kısacık mesajlardan müellifin çıkardığı sonuç bu. Aile bazen görmüyor bu ızdırabı, çoğu kez görmek istemiyor. Sorunlu bir evladı olduğunu anlamak istemiyor aile:  “Nerede hata yaptım? Herşey yolundaydı, bir sevgilisi vardı, iş bulmuştu, neden yaptı bunu?” Morg müdiresi Dominque Lecompte bazen çocuğu intihar eden annelerin açıkça “onu ben öldürdüm, dertlerine çare olamadım” dediğine bile tanık oluyormuş.

olum_fikriNe çok insan var “kendi kaderini yazma” vehmiyle yaşıyor. İnsan tabiatından gelen bir özellik bu. Kendimiz ve sevdiklerimiz için herşeyi kontrol edebileceğimizi zannetmek aslında çok ağır bir yük değil mi? Bu yüzden yakınları intihar eden insanlar büyük bir suçluluk duygusuna kapılıyorlar. Fakat bir gerçek daha var: İnsan yeme-içmeden ibaret olmadığı gibi çocukların ihtiyaçları da gıda-giysi ile bitmiyor. İcabında yoksul bir anne-baba çocuklarına boş bir tencereyi açıklayabilir ama sevgisiz bırakılmış bir çocuk için “herşey yolundaydı, neden intihar etti?” demek kanaatimce yanlış olur. Boş bir kalp boş tencere gibi değildir, çok ama çok ağırdır. Kelimelerin boş bıraktığı her saha şiddetle, kinle, intikamla doluverir:

“Bir karı-koca oğullarını görmek için geldi, yanlarında bir de genç kız vardı. Yakasında bir üstün hizmet madalyası taşıyan baba kendini ‘yüksek memur’ olarak tanıttı. İlaç kutuları arasında ölü bulunan oğlunun vücudunu o sabah incelemiştim. Ayak parmaklarındaki siyah oje dikkatimi çekmişti; yüzünde ve göbeğinde piercing vardı. Polis dosyasına göre dolabında ‘gotik’ kıyafetler ve yerde babanın yazdığı bir mektup bulundu. Anlaşılan baba-oğul diyaloğu çok iyi değildi. Oğlan bilgisayar ekranına kısa bir mesaj bırakmıştı: ‘Size yalan söylemekten bıktım!’. Bu şeref madalyalı baba için morga gelmek zorunlu bir imtihan oldu. Bu dram kabul edilemezdi. Tekrar edip duruyordu bunu. Yüksek memur baba oğlunun ızdırabını fark etmemişti. Oğlunun cesedine doğru yürümeye başladık, traş olmadığı için özür diledi benden. Cevap vermedim. Anne ve kızı başları öne eğik, sessiz bir dayanışma içindeydiler. Baba etrafında hiç bir hissî tecelliye yer bırakmıyordu. […] Böyle sessiz ailelerde kendini tutmak, görünüşü kurtarmak herşeyin üstünde. Ne bir çıglık ne bir inleme. Izdıraplar üstüste yığılıyor …”

Ölüm’ü yaşamak yeniden

Aileden biri vefat ettiği zaman insanlar daha zor katlanıyorlar eskisine kıyasla. Hele bu vefat ani bir şekilde meselâ bir trafik kazasıyla gelmişse. Müslüman dahi olsa insanlar ölme fikrini daha zor kabulleniyorlar. Neden böyle oluyor?

İnternet kafelerde gençlerin konuşmalarına dikkat ettiniz mi? “Ooolum 7 kere öldürdün lan beni, 2 canım kaldı” Oyunlardaki sanal ölüm ve medyanın show-laştırdığı ölümler günlük hayatı dolduruyor ama gerçek Ölüm fikri nerede? Belki bilimsel çalışmaların sürekli ilerlemesi, doktorların hastalıklara çare bulması ve insan ömrünün uzaması da etkiliyor ölüm algısını. Ölüm’e (zahiren) sebep olan hastalıklar mağlup edilebiliyorsa Ölüm de mağlup edilemez mi bir gün? Böyle bir algı seziyorum insanlarda. Ortalama insan ömrünün 40-50 yıl olduğu asırlardaki ölüm fikri nerde, 100 veya 120 yıl yaşanabilecek bir dünyadaki ölüm fikri nerede? Bir de ağrı kesicileri ekleyin bu listeye. İnsana ölümlü olduğunu, sıhhatinin daimi olmadığını hatırlatan acılar, ağrılar da çıkıp gitti günlük hayatımızdan.

Bunun yanında ölümü unutmak için gösterilen büyük çaba, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşama arzusu gösteren insanlar var her yerde. TV’de eğlence programları, kutlamalar, şenlikler… İsterseniz deneyin, iş arkadaşlarınız ya da aile fertlerinizle bu konuyu konuşmaya çalışın, ölümden bahsedin biraz. İnsanlar yüzünüze tuhaf tuhaf bakacaktır değil mi?

Ama ölüm fikrinden toplum olarak kaçmanın ağır bir bedeli var:

“… bana öyle geliyor ki bireylerdeki yaşama sancısı gittikçe artıyor ve aklın işlemesine engel olacak bir seviyeye geliyor. Öyleki sevdikleri birinin ölümü ile karşılaşmak tam bir trajedi oluyor. İntiharların arttığına tanık oluyoruz, aileler arası intikam amaçlı cinayetler artıyor, alkol komasından ve aşırı dozda uyuşuturucudan ölenler artıyor.

Suç örgütlerince işlenen cinayetler de değişti. Mesleğe ilk başladığım yıllara kıyasla gençler arasındaki hesaplaşma cinayetleri çok arttı. İnsanlar mihenk noktalarını kaybediyorlar. Herşey giderek hızlanmakta, insanların beklentileri de öyle. Herşeyi hemen isteyen bu toplum için ne Şimdi’den başka zaman var ne de ölümü düşünmeye vakit.

Bütün bu faktörler ölümü reddetme durumuna getirdi bizi. Ölümü reddetmek ise insan kavramına bakışımızı etkiledi. Bir asırdır küskünüz ölüme. Hayatın anlamını, varoluşumuzu sorgulama imkânını da kaybettik. Birey için tek önemli olan şey yaşamın gücüne nüfuz etmek ve sınırsız bir iyimserlik içinde olmak. Sonlu / ölümlü olduğumuz fikri yerine sınırsız haz alma fikrini koyduk. Bulaşıcı bir hastalık gibi ölülerden kaçıyor artık insanlar. “Onu iyi hatırlamak istiyorum” bahanesiyle ölen kişiyi görmek istemiyorlar. Tabutlar aceleyle kapatılıyor ve arkasından hızlı bir cenaze…”

Pişman olmadım

Çöpten bulduğum bu kitap sayesinde bilmek ve inanmak kelimelerinin mânâları  üzerine yeniden düşünme fırsatı buldum: Günlük dilde inanmak zayıf bir bilgi. Bir üst derecesi bilmek.  “Sana inanıyorum, kontrol etmeme gerek yok… Ne? Benzine zam mı geldi? İnanmıyorum! – Öyleyse gazeteye bak!” . İnanmak insanın aklını birine eMaNet etmesidir, ama bunun için eMiN bir bilgi kaynağı lâzımdır. Emniyet yoksa deney ve gözlemle, ampirik olarak, ispat etmek gerekir: “Su 100°C’de kaynar, inanmıyorsan kaynat suyu, termometre ile ölçüver”. Ama insan kendi ölümüne inanamıyor. (Bkz. Tolstoy’da ölüm düşüncesi) Gerçekten ölecek miyim? Herkes ölmüş. Ya ben?

– İnsanlar ölümlüdür,(1)
– Sokrat insandır.
– Demek ki Sokrat ölümlüdür.
– Ama bu Sokrat için söylenmiş. Sokrat bilir mi annemin sütlaçının tadını? Dibi yanmış tencerenin nasıl koktuğunu? Benim gibi Boğaz’da çay içti mi O? Ya Bebek’te yediğim sarımsaklı köfteleri? Galatasaray’ın şampiyon olduğu sene sokaklarda bağırdı mı benim gibi Sokrat?

Kendi hayat hikâyemizin başrol oyuncusu olan “Ben” figüranların ölmesine şaşırmıyor. İnsanlar ölür. Herkes ölür. Ama “Ben” herkes değil ki! Özel biri o!

Hayattaki hiç bir şey ölüm kadar kesin olmadığı halde inanmak neden bu kadar güç? Herkesin bildiği fakat inanmadığı bir şey ölüm. Normal bilgilerin aksine benim ölümüm kesin bir bilgiyse bile bu yaşamsal bilgilerden değil. Zannediyorum bizzat tecrübe ettiğimiz “Ruh’un ölümsüzlüğü” dünyevî mânâda  bitmez tükenmez bir süreye tekabül etmiyor. Ruh’un ölümsüzlüğü Ruh’un zaman-dışı oluşuna işaret ediyor. Zaman dışı derken… Dünyevî zamanların dışında ama muhtemelen ilâhî bir zaman tarafından iHaTa edilen bir MuHiT içinde… (Bkz. Derin Zaman Kitabı) Ölüm’ü akletmek “Zaman dışı” olma halini de tecrübe etme imkânı veriyor. Empirik olmayan, sayılmayan, ölçülmeyen ve bu dünyadan olmayan Ölüm bize hem bu dünya hem de Ahiret üzerine bilgi veren bir kitap gibi. Ne mutlu Ölüm Kitabını okuyabilenlere!

 

Dipnotlar

 İvan İlyiç’in Ölümü, Tolstoy’dan yazıya uyarlama

 


… E-Kitap okumak için…

 

Kitap Tanıtan Kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

Kitap Tanıtan Kitap 2

Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.

Kitap tanıtan kitap 3

İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

Kitap tanıtan kitap 4

Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitap Aktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

 

Trackback URL

  1. 4 Yorum

  2. Yazan:Derin Düşünce (@DDGrubu) Tarih: Şub 5, 2013 | Reply

    Ölüm’ün Evi / Dominique Lecompte: http://t.co/SjZ1ZJT2

  3. Yazan:Güncel Haberler (@guncelhaberler) Tarih: Şub 5, 2013 | Reply

    Ölüm’ün Evi / Dominique Lecompte: http://t.co/c6Tr617z

  4. Yazan:@gultenabla Tarih: Şub 6, 2013 | Reply

    RT @jamilabayraktar: Ölüm’ün Evi / Dominique Lecompte: http://t.co/KPMMjSjU Derin Düşünce editörümüz MY yazmış, muazam bir yazı, okunmalı derim…

  5. Yazan:@zenolu35 Tarih: Şub 6, 2013 | Reply

    Ölüm’ün Evi / Dominique Lecompte: http://t.co/vnK5j0X7

  1. 3 Trackback(s)

  2. Kas 2, 2013: Psikanaliz
  3. May 31, 2014: Çünkü o her şeyin fiyatını bilir, değerini değil*
  4. Mar 18, 2017: Az gelişmiş ülke / Underdeveloped Country / بلد متخلف | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin