RSS Feed for This Post

Big Data çağında İslâmî devlet olur mu?

“… Padişahın haftada iki gün divan-ı mezâlime oturup, mazlumun hakkını zalimden alarak ona vermesi, konuyu aracısız bir şekilde tebaadan bizzat kendisinin dinleyip ona hükmetmesi gerektir. Nispeten önemli olanlar yazılı olarak kendisine arz edilmeli ve hükümdar bu meselelerin her birinin neticelerini de kâtiplere yazdırması lazımdır. Cihan hükümdarının haftada iki gün haksızlığa ve gadre uğrayanları huzuruna çağırıp onları bizzat kendisinin dinlediği haberi memlekette yayılınca zalimler dehşete kapılır, ayaklarını denk alırlar ve cezaya çarptırılma korkusundan ötürü hiç kimsenin haksızlık ve yolsuzluk yapmaya gözü kesmez …” (Nizamü’l-Mülk, Siyasetname)

Yönetmenliğini Steven Spielberg’in yaptığı, başrolde Tom Cruise’un oynadığı Minority Report (Azınlık Raporu, 2002), potansiyel katilleri, cinayet henüz işlenmeden yakalayabilen bir devleti konu alıyordu. Bir bilim kurgu filmiydi bu. Özel psişik hassasiyeti haiz genç insanların hislerini veri olarak kullanabilen güçlü bir bilgisayar, her şeyi önceden polise bildiriyordu: Suç mahali, müstakbel suçlunun siması, kullanacağı alet, öldüreceği kişi…

Gelecekten haber veren(!) bir aletin gerçekten yapılabilmesinden daha önemlisi, insanların, böyle bir şeyin mümkün olduğuna inanması. Zira insan akılcı bir yaratık değildir; aklıyla değil hisleriyle hareket eder. Bu sebeple, algıları yönetmek, gerçekleri yönetmekten daha önemlidir. Yani yalan da bir gerçektir. Bu bağlamda, Minority Report filmindeki determinist, otomatik adaletin(!) gerçek hayata geçmesi, her hukuk devleti için gerçek bir tehdit ve bunun ABD’de yayıldığını, Avrupa’ya sirayet ettiğini, Türkiye’nin de risk altında olduğunu söyleyebiliriz. Neden?

Birkaç senedir, Amerika Birleşik Devletleri’nde binlerce tutuklu ve mahkûmun hayatını bilgisayarlar yönetiyor. Ziyaretçilerle geçirecekleri süreden tutun da, çarptırılacakları cezaya kadar her karar, big data teknolojisinin imkânlarını kullanan yazılımlar tarafından veriliyor! Kaliforniya, Utah, Pensilvanya, Florida, Connecticut… Toplam 12 eyalet bilgisayar programlarının tarafsızlığına, objektifliğine(!) ikna olmuş durumda.

Teknolojinin, sağlık, eğitim, adalet gibi her sahada insana hizmet etmesi elbette güzel. Üstelik tekniğin iyi veya kötü olmayacağı, ahlâkî neticelerin kullanan kişiye bağlı olduğu da savunulabilir. Evet, ekmek kesmek için yapılmış bir bıçakla işlenen cinayet, ne bıçağın ne de bıçak ustasının suçu değil. Ama birçok teknolojik “eser” var ki matematiksel/ bilimsel bir tarafsızlığı, objektifliği yansıtmaz. Elektrikli sandalye ile yumurta pişiremezsiniz ve dakikada 600 zırh delici mermi atan makineli tüfek, tavşan avlamak için değildir. Yani teknik kendi başına iyi ya da kötü değildir ama nötr de olamaz. Teknik eserler de sanat eserleri gibi, kendilerini tasarlayan insanların niyetlerinin, azgınlıklarının, umut ve korkularının tecessüm etmiş halleridir.

Teknik eserler, uçak, silah ve binalar, onları yapanların ahlâkî değerlerini veya değersizliğini yansıtıyorsa, bilgisayar programları renksiz ve kokusuz olabilir mi? Başsavcı Eric Holder’ın 2014’te National Association of Criminal Defense Lawyers‘da söylediği şu sözler bu soruya cevap niteliğinde:

“… Kanun ve düzeni kuvvetlendirirken kaynakların etkin kullanılması için veri analizi yapan bilgisayar programları kullanmak, maliyetleri önemli ölçüde düşürebilir.  Fakat ceza kararlarının, istatistik verilere ek olarak eğitim, gelir seviyesi ve yaşadığı semt gibi sabit vasıflara dayanması, adil olmayan dengesizlikleri daha da arttıracaktır. Bu adaletsizlik, ceza hukukumuzda, adalet sistemimizde ve toplumda zaten fazlasıyla mevcuttur …”

Neden big data?

İki olay arasında matematiksel ilişki kurmak istediğimizde, korelasyon katsayısı gibi normal istatistik yöntemler kullanırız. Meselâ bir insanın boyu ile ayakkabı numarası arasında matematiksel bir formül, hatta birini diğerine çeviren bir katsayı yazılabilir. Sebep-sonuç ilişkisi aradığımız faktörler birden fazla da olabilir. Bir evin denize uzaklığı, yüzölçümü ve kat yüksekliği arasında kurulacak bir formül, emlâkçıların yaklaşık olarak kirayı hesaplamasını sağlar.

Ancak çoğunlukla sayısal olan istatistik yöntemler, sayısal olmayan sebep-sonuç ilişkisi kuramazlar. Bu kuralın istisnası ise bugün “big data” diye pazarlanan frekans analizidir. Big data ile, sadece perşembe günleri, Kadıköy ve Fatih’te oturan, sigara içmeyen bekâr erkeklerin akşam üzeri 100 TL üzeri alış-veriş yaptığını saptayabilirsiniz. Tahmin edebileceğiniz gibi big data yöntemleri, vergi kaçıranları yakalamaktan, sigorta primi hesaplamaya kadar her alanda başarıyla uygulanıyor.

Tabi unutmayalım, big data veya başka teknolojilerden bahsederken akl-ı meaş sahasındayız; problem çözüyoruz. Yani iyilik, kötülük, dürüstlük, Ahiret şuuru gibi akl-ı mead’ın kapsama alanındaki şeyler bilgisayarla modellenmez. Yıllarca kötülük yapan bir insanın pişmanlığını yahut dürüst bir adamın nefsine uyup ayağının kaymasını hiçbir matematik formülü hesaplayamaz. Hesaplarsa ne olur? Yani akl-ı meaş’ın “fayda” mefhumuyla akl-ı mead’ın “iyilik” mefhumunu aynı kabul edilirse? Zulüm olur. Bunun adı “adalet” konsa bile zulüm olduğu gerçeğini değiştirmez. Çünkü adalet bir şeyin yerli yerinde olmasıdır.

Otomatik adalet(!) zulümdür!

Hakikat’in muhatabı İnsan’dır; makineler, mekanizmalar değil. Yani iyilik, güzellik ve doğruluk prosedürleşemez; endüstriyel kalıplara sıkıştırılamaz:

“… Allah esirgesin ya uğursuzluk üstüme sıçrar da devletime zeval verirse? Cihanda düşmanlarımızdan eser yok, refah ve asayişiniz berkemaldir. Bundan ötürü Allah-ü Teâlâ’nın bizlere ve sizlere ihsan buyurduğu nimetlere şükürle vaktimizi geçirmemiz evladır. Çünkü zulüm devlete, nankörlük nimete zeval verir. Bundan böyle Hakk’ın kullarına iyilikle muamele eyleyesiniz; reayanın işini kolay kılasınız, zayıfları incitmeyesiniz, âlimleri aziz tutasınız, salihlerle düşüp kalkasınız, kötülerden sakınasınız gerektir. Allah ve melekleri şahit olsun ki, kim ki bundan gayrı kendine bir yol bellerse onu sağ koymayacağım! …” (Nizamü’l-Mülk, Siyasetname)

ABD’deki bazı pozitivist hukukçular ve mühendisler, akl-ı meaş sahasındaki big data yöntemleriyle otomatik adalet üretebileceklerini vehmettiler ve çok sayıda siyasetçiyi de buna ikna ettiler. Ne oldu sonuçta? Hüküm giymiş insanların yeniden suç işleme ihtimaline göre cezaları arttıran ve bu yolla toplumu suçtan korumayı amaçlayan algoritmalar yeni zulümlere yol açtı. (Bkz. Propublica analysis of data from Broward County, Fla, 2015) “Yeniden suç işleyebilir” damgası vurulan zencilerin yarısı gerçekten suç işledi. “Düşük risk” grubundaki beyazlar ise hesaplanan riskin iki kati suç işlediler. Bir başka deyişle, programı yazan mühendislerin, verileri toplayan analistlerin ve sistemi kullanan hukukçuların ırkçı önyargıları, neticeye yansıdı.

Fakat bundan daha kötüsü var: Irkçılık, bilgisayar programlarına sirayet ettiğinde, “bilimsel/ teknik/ objektif” kisvesi altında, bu ırkçılığa “tarafsız” damgası vurulduğunda, zulümden rücu etmek çok daha zor. Zira bugüne kadar hapse atılan her 6 kişiden 5’inin zenci olması sorgulanabilirdi. Ancak artık buna bilgisayar karar verdiğinden, insanlar “eh ne yapalım, sistem böyle karar verdi” diyerek sorumluluktan kaçabilirler. Algoritmaların totaliter bürokrasilerle olan benzerliği son derecede dikkat çekici:

“… [Lider / sistem] bütün mes’uliyeti bizzat üzerine alır. Sistemin üyeleri ve şeften emir alan herkesin yaptığı iyi/kötü her şeyin sorumluluğu şefindir. Küçük birimlerde, alt seviyelerde görev yapan yöneticilerin her birinde Şef’in şuuru ifade bulur. Küçük şeflerin emirleri, kararları, eylemleri sanki Büyük Şef’in iradesinin ete-kemiğe bürünmüş halidir. Büyük Şef her yerde hazır ve nazırdır. Vicdanın bütünüyle Büyük Şef’e transfer edilmesi çok rahatlatıcıdır. Çünkü kimse yaptıklarından sorumlu tutulamaz, hesap vermek zorunda bırakılamaz …” (Hannah Arendt, Totalitarizmin kökleri, 1952)

Big Data’nın, mahkeme ve cezaevlerinde kullanılmasını savunan Amerikalılar, hukuktaki teknikleşme sayesinde kararların önyargılardan bağımsız olacağını söylüyor. Oysa bir algoritma (programın mantığı) kullandığı verilerin kalitesini aşamaz. Yani çok iyi yazılmış bir program bile kötü verilerle kötü sonuçlar üretir. Programcılar arasındaki yaygın tabirle “garbadge in garbedge out” (çöp koyarsan çöp alırsın). Geçmişteki polis kayıtlarını ve mahkeme kararlarını, ileriye dönük tahminler yapmak için kullanan her program, geçmişteki ayrımcılığı da miras alır. Zencileri, göçmenleri, kadınları veya fakirleri düşman gibi gören insanların 40 veya 50 yıldır yol açtığı zulüm, bilgisayar yoluyla yayılabilir ve hızlandırılabilir. Meselâ Texas’taki verileri kullanan bir otomatik adalet(!) programı, Los Angeles’a kurulduğunda, mahkemeler, big data yüzünden, eskisinden daha da ırkçı kararlar üretebilirler.

Teknolojinin araç olmaktan çıkarılıp, amaç haline gelmesi korkunç bir neticeye gebe. Nedir? Erdemin,  dürüstlüğün, adaletin İnsan’dan değil, teknolojik bir sistemden zuhur etmesini beklemek. Adaleti bu şekilde objektif bir tasavvura sıkıştıran totaliter devletlerin suçlarını ve akibetlerini çok iyi biliyoruz: Hitler Almanyası, Stalin Rusyası, Pol Pot Kamboçyası… Evet, bilgi teknolojinin bugün geldiği baş döndürücü seviye, bizi yeni sorunlarla karşı karşıya bıraktı. Ancak devletlerin adaleti otomatik pilota bağlama arzusu, insan nefsinin mes’uliyetten kaçma hevesi kadar eski:

“Bütün devrimlerin en büyük hatası erdem denen şeyi yeryüzünde kurumsallaştırmaya çalışmaktır. Bir halkı devlet gücüyle iyiden yana, bilge, özgür, ılımlı ve adil yapmak istediğinizde herkesi öldürmekten başka çareniz yoktur!” (Anatole France, Tanrılar Susamışlardı, 1912)

Evet… Halkına zulmeden bütün rejimlerde benzer ögeler öne çıkıyor. Devlet eliyle iyi/ güzel/ doğru üretmek isteyenler suçun/ kötünün/ günahın öngörülebilir olduğunu peşinen kabul ediyorlar. Bu peşin hüküm, tabiri caizse bu iman, insan hürriyetini reddetmek anlamına geliyor. İnsanları hayvan ya da robot gibi programlanmış yahut içgüdüleriyle hareket eden, akılsız ve vicdansız gören totaliter rejimler çoğu kez iyi niyetle, hatta yeryüzü cenneti kurmak için yola çıkanlar tarafından kuruluyor. Fransız ihtilâli kadar Rusya’ya komünizmin gelişi ve İran “İslâm” devrimi de böyle. Hep merkezî bir üst akıl, halkı çocuklaştıran bir tasavvur, iyi/ doğru/ güzeli herkesten iyi bilme iddiasında merkezî bir otorite var. “Cahil” halkı adam etmek, çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak isteyen devrim gardiyanları halkı kontrol kulesinden seyrediyorlar. Halkın tamamına veya bir kısmına büyük bir haksızlık yapılsa bile hesap soracak kimse yok. Artık suç varsa bile suçlu yok:

“Baskı rejimlerine artık bir yenisi eklendi, belki en müthiş olanı: Bürokrasi. Son derecede karmaşık bir bürolar arası sistemin gücü. Ne biri, ne en iyisi, ne küçük bir azınlık ne bir çoğunluk… Kimse sorumlu tutulamaz. Bu sisteme “Hiç kimsenin tiranlığı” denilebilir.” (Şiddet Üzerine, Hannah Arendt)

İnsan kaynakları: İnsan’ı hak sahibi değil ekonominin kaynağı gibi görmek!

Şu an ABD’de uygulanan yaklaşım, pişman olmuş insanlara yeni bir şans tanımayı da zorlaştırıyor. Suç işlemiş ama cezasını çekmiş eski mahkûmlar, alkolik anne-babanın çocukları, kardeşi hapiste olan gençler ve suç oranı yüksek şehirlerde yaşayanların risk katsayısı otomatik olarak yükseliyor. Neden bu yola tevessül ediyorlar?

Çünkü vicdan hürriyeti, çok ağır bir yüktür. İnsanlar bir ömür boyu ondan kaçarlar ve sırf onu unutmak için türlü eğlencelere dalarlar. Görev başındaki memurlar için de bu kaçış caridir. “Ben emir kuluyum” demek, gerçekte ALLAH’a kul olmaktan istifa etmek değil midir? Amir, zulmetmeyi bile emretse, gözlerini kapayıp vazifesini yapacağını beyan eden her memur, kulluktan da insanlıktan da istifa etmiştir. Artık o, zalim sistemin edilgen bir dişli çarkıdır; yeni bir Adolf Eichmann’dır. Bürokrasi veya teknolojinin arkasına saklanan bu insanlar, kendileri gibi muhatablarını da değersiz görürler:

“… Endüstrileşme ve sermayenin, kuvvetin bir yerde toplanmasıyla bürokratikleşme gerçekleşti. Bürokrat için insanî ilişkiler değil, yalnızca nesne ilişkileri vardır. İnsan bürokrat için bir “vakıa” olur, bir dosya, bir resmî evrak numarası. Vatandaş bir koridorda bekler, gişeden gişeye koşup durumunu açıklar, çabuk bir çare arar. Bürokrat ise ona kendisinin karar veremeyeceğini, siması o an orada görünmeyen şefinin, üslerinin bakacağını bildirir. Gişenin arkasındaki sima silinir. O sadece kudretin maskesidir, belirsiz, değişken. …” (Ernst Fischer, Genç kuşağın sorunları, 1932)

Eğer Amerikalılar, istatistikleri ve bilgisayar programlarını, adalet üretme makinesi gibi kullanmak yerine sadece suç risklerini hesaplayıp kırılgan grupları koruma altına alsalardı, teknoloji adalete büyük bir hizmet sağlamış olurdu. Suç işleme ihtimali yüksek olan ailelerin çocukları daha iyi okullara konabilir, burs verilebilir, sefalet içindeki insanlara gıda yardımı yapılabilir, riskli mahallelerde polis koruması arttırılabilir vs. Ama ultra-liberal vizyon, buna müsaade etmiyor. Maliyeti düşürmek ilk ve tek amaç olunca gerçekten suçlu olmasa bile yüksek risk grubundaki insanları hapse atmak, ekonomik olarak “doğru” bir karar. Fakirlere, göçmenlere, toplumdan darbe yemiş insanlara zulmetmek, düşene bir tekme daha vurmak… Burası pozitivizmin kalbi: Akıl (farukiyet) yerine zekâ, mutluluk yerine tatmin, iyilik yerine fayda koyan toplumların, sakatları, yaşlıları öldüren/kısırlaştıran öjenik nazilerden çok da farkı kalmıyor zaten. Mahkemede masumiyetini ispat etmeye çalışan zavallılar, bu otomatik adalet memurunun gözünde, mezbahada kesilmeyi bekleyen hayvanlardan farksız:

“… Başkalarının acısıyla iş ve görev ilişkileri olan, örneğin yargıç, polis, doktor gibi insanlar zamanla ve alışkanlıkla öylesine pişerler ki isteseler bile vatandaşa/müşteriye yapmacık bir davranıştan başka bir türlüsünü gösteremezler. Bu bakımdan onların avluda koyunları ve danaları kesip de kanlarının aktığını fark etmeyen bir kasaptan zerre kadar farkları yoktur …” (Anton Çehov, Altıncı Koğuş, 1892)

Fakat bilimsel adalet(!) Nazi Almanyasına mahsus değil. İnsan hakları söz konusu olunca daima örnek gösterilen İsveç, 1936-1976 arasında 70.000’e yakın insani kısırlaştırmış. İsveç ırkından olmayan Samiler, hapis yatmış kadınlar, alkolikler, akıl hastası ve “topluma uyumsuz” kişiler. Norveç’te göçebe Romanların zorla kısırlaştırılması 1975’e kadar devam etmiş. Japonya, ise 90’lı yıllara kadar iktiyozis, hemofili, albinizm, sara hastalığı olanları, şizofren ve depresyon teşhisi konanları zorla kısırlaştırmış. Kuzey Kore cüceleri kısırlaştırmış ve boyu 150 cm’den kısa kadınları doğum kontrole zorlamış. Çin ise Beijing Genomics Institute, 2013’ten beri zekâ katsayısı 160’ın üzerinde olanların genlerini inceliyor. İleride “düşük zekâlı” bebeklerin doğmasına izin verilmeyebilir. Tabi Çin’den bahsedilince akla 1970’lerde dayatılan tek çocuk mecburiyeti geliyor. Erkek çocuk isteyen aileler 30 yıl boyunca kürtajla kız bebekleri öldürdüler. Fakat aile planlama bakanı Zhang Weiqing’e göre “ülkede 400 milyon Çinli daha olsaydı bugünkü refah seviyesi mümkün olmazdı.”

Bilim ve teknolojinin rasyonel tercihleriyle devlet yönetmek, ABD için de yeni bir şey değil. Fabrikalardaki kalite kontrol mekanizmalarına benzer yöntemlerle kimin yaşayacağına, kimin öleceğine devlet karar vermiş. Meselâ 1907’de ABD’nin Indiana eyaletinde yürürlüğe giren kanunla zekâ özürlü, sağır ve körlerin zorla kısırlaştırılıldığını biliyoruz. Benzer bir yasa, 1909’da Washington ve Kaliforniya’da kabul edilmiş. 1927’de Virginia eyaletinde zekâ özürlüler kısırlaştırılmış. “Kusurlu vatandaşları” ortadan kaldıran bu tip yasalar, Amerika’nın pek çok eyaletinde 1960’lara kadar uygulanmış. Zorla kısırlaştırılan Amerikalı sayısı 70.000 civarında.

Evet, lisan ifsad olunca adaletin tesisi de imkânsızlaşıyor. “İnsan kaynakları” da böyle bir kirlilik. İnsan’ı hak sahibi değil ekonominin kaynağı, bir hammadde, bir zenginlik gibi görmek kimi kulaklara hoş gelebilir. Ama bu vizyonda, ekonomik avantaj arz etmeyen sakatların, henüz üretken olmayan çocukların, artık üretmeyen yaşlıların yeri nedir? Unutmayalım ki köleliğin resmen kaldırılması, makineli üretimin, köle çalıştırmaktan daha ucuz olmaya başladığı yıllara tekabül eder. Tesadüf?

Son 3 asrın modern devletlerine baktığımızda, adalet adına hukukçuların vermesi gereken kararları ve mes’uliyeti transfert ettiğimiz iki mekanizma var: Bürokrasi ve piyasa. Liberaller, bürokrasinin hantallığından yakınıyor. Diğer yandan, vahşi kapitalizme çare arayanlar, meselâ sosyalistler, ekmek fiyatına kadar her şeyin kanun gücüyle belirlendiği ağır, merkezî devletleri savunuyor. Oysa pozitivizm üzerine bina edilen bu iki tasavvur, birbirine rakip değil, ikisi de İslâmî mânâdaki adaletin alternatifi(!). Bir başka deyişle, olgunluk aşamasında bürokrasi ve piyasanın ittifakı kaçınılmaz ve bu ittifak bir zulüm makinesidir:

” […] Yaşamını komünist rejimin hâkim olduğu bir yerde geçirmiş bir insan olarak, size şunu kesin olarak söyleyebilirim: Ortak hukuk ölçüsü olmayan bir toplum korkunç bir toplumdur. Ama yegâne ahlâkî dayanağı yasalardan ibaret olan bir toplum da insanoğluna layık bir toplum değildir. Yasaların üzerine inşa edilen, daha iyisini amaçlamayan bir toplum, insanoğlunun hakikî kapasitesini değerlendiremiyor demektir… Yasaların haklı bulduğu bir insandan daha başka bir şeyler talep edilemez. Yasaların onayladığı haklılığı kimse sorgulayamaz. Kimse kimseden yasal haklarından ödün vermesini isteyemez, insaf telkin edemez. Yasal haklardan isteyerek vazgeçmek, fedakârlık, kendi çıkarlarını düşünmemek en basitinden saçma görünür. Gönüllü özveriye hemen hiç rastlanmaz… Yeni bir enerji türünün kullanılmasını önlemek üzere lisans haklarını satın alan bir petrol şirketi yasal olarak suçsuzdur. Ürünün raf ömrünü uzatmak için içine zehir katan gıda üreticisi de yasal olarak suçsuzdur, çünkü insanlar söz konusu ürünü satın alıp almamakta özgürdürler… Günümüz Batı toplumunda iyilik yapmak özgürlüğünün kötülük yapmak özgürlüğü ile bir olduğu bir durum sergilenmektedir… Dediğim gibi, hal böyle olunca özgürlüklerin kötülük lehine bükülmesi kaçınılmazdır…” (Alexandr Soljenitsin, 1978’de Harvard Üniversitesi’nde yaptığı konuşma)

Kendini “tarihin Newton’u” ilân eden Marx

Pozitivist adalet(!) İnsan’ın özgürlük vasfını reddettiği için kendisiyle çelişir. Bilimin putlaşması, laboratuvardan çıkıp bir ideoloji, akıllara giydirilen bir deli gömleği oluşu “pozitivizm” denen fikir akımıyla kurumsallaştı. Determinist fizik, kimya, biyoloji yasaları sayesinde kazanılan başarılardan etkilenen insanlar, bunu sosyolojik tahlillere ve toplum mühendisliğine uygulamak istedi. Pozitivizmin kurucusu Comte’a ek olarak, Condorcet, Renan gibi birçok düşünür Newton’un fizik yasalarına benzer hukukî, tarihî ve içtimaî yasalar olduğunu vehmettiler. Atılan bir topun hızı, ağırlığı vs bilinince düşeceği yer tahmin edilebiliyorsa sosyal, ekonomik, tarihsel parametrelere bakarak aynı şey neden olmasındı? Marx da bu “tarihsel determinizm” tuzağına düşenlerden. Marx, iktiran (ing. concomitance) gördüğü her yerde determinist bir illiyet bağı aramış. Auguste Comte ise halkı bir makine gibi gören tarihsel determinizmden o kadar eminmiş ki bugün sosyoloji dediğimiz bilim dalına “sosyal fizik” ismini vermiş! Gerçekte ne insan ne de toplum davranışları matematik formülleriyle hesaplanamaz. Çünkü adalet ve vicdanin tarifi gereği, insanlar özgürdürler. Savaş, ekonomi, siyaset asla mekanik formüllere sıkıştırılamaz. İnsan homo-economicus değildir. İnsan , düşünen hayvan, gülen hayvan da değildir. İnsan, hayvan değildir. İnsan’da hür irade vardır.

Peki, bilimi putlaştıran insanlar neden bu hürriyeti idrak edemiyor? Çünkü olaylar geçip gittikten sonra hatırlanan seçenekler adeta katılaşıyor, kristalleşiyor ve pozitivistler, hayatı sabit seçeneklerden oluşan bir labirent gibi görüyorlar. Oysa İnsan’daki özgür irade o kadar net ki bir tecavüzcünün “ben küçükken bana da şöyle yaparlardı” deyip determinizme sığınmasını laik mahkemeler bile asla kabul etmez.

Gariptir, Marx da kendisini tarihin Newton’u olarak görmüş. Feodalitenin MUTLAKA kapitalizme, sonra MUTLAKA sosyalizme dönüşeceğini iddia etmiş. Oysa insanlar, tercihleri matematik formüllerle hesaplanabilecek, rasyonel varlıklar değiller. Defalarca kahramanlık gösteren bir askerin yarın, yeni bir savaşta korkup kaçmayacağını kimse garanti edemez. Olayların sebepleri vardır ama sebepler sonuçları ihtiva eden kutular değildir.

İnsanların kadere teslim olmayı reddedişleri, geleceği kontrol etme arzuları çok eski. Bilim fetişizmi, fal ve büyünün geçmişteki yerini aldı; bugün için nefsin tanrılaşma hevesini destekleyen bir put oldu. Gerçekte elbette “bilim” diye bir şey yok. “Bilim” mevhumu, bizim pratik amaçla yaptığımız soyut, bilimsel yöntemi laboratuvardan tecrid eden, mücerred bir genelleme. Uygulamada “bilim” yok, fizik, kimya, biyoloji vs var. Bunların hüviyeti ise sürekli değişiyor. 1900’lerin başında atomun varlığı tartışılıyordu. Yeni tespit edilen Higgs bozonu, değişmez(!) kütle kavramını değiştirdi. Eski fizikte “var olmak” ile “kütlesi olmak” eş anlamlıydı. Yeni fizikte değil!

Öyleyse bâkî bir “bilim” mefhumundan bahsedilebilir mi? Bilim, bilimsel yöntemlerin ve formüllerin tamamından müteşekkil bir fikriyat mıdır? Yaşayan bilim adamlarının ortak/demokratik kararları mıdır? Bilim, bir vehim, maalesef putlaşan bir fikirler manzumesi. Bilimi putlaştıranlar aklını kullanmayan bilim adamları ve takipçi yarı-aydınlar. Pozitivist bilim yobazlığı, akılsızlığın emaresidir; meselelere ilmî yaklaşmak, ilimle amel etmek ise aklın:

“… Huzurunda âlimler için münazaralar tertip ederek bilmediği bir mevzu var ise öğrenme, bildiklerini ise pekiştirme imkânı bulur. Şayet bir süre böyle devam ederse bunu alışkanlık haline getirir ve zamanla peygamber efendimizin hadislerinden, şeriat hükümlerinden ve Kur’an-ı Kerim tefsirinden ezberleyesiye malumat sahibi olur. Dinî, dünyevî konularla ilgili takınacağı tutum, izleyeceği çözüm yolları hakkında aydınlandığı takdirde yüksek vicdan, adalet ve muhakeme gücü sayesinde hiçbir dini eğri, mezhebi bozuk kişi onu hak yoldan ayıramaz; memleketinde kötü emeller ve sapkınlıklar ortadan kalkarak muazzam işler icra eder. Kendi devrinde ahlaksızlığın, yolsuzluğun ve ihtilafların kökü kazınır. Hakkaniyetli eller kuvvet kazanarak bozguncular hüsrana uğrar. Bu âlemde adı iyi olarak anılırken diğer cihanda da nice menzillere nail olarak büyük sevaplara ve sonsuz kurtuluşa erer ve dahi halk onun devrinde ilim tahsiline daha fazla rağbet eyler …” (Nizamü’l-Mülk, Siyasetname)

Müslüman devlet mi yoksa İslâmî devlet mi?

Devlet soğuk bir yapı. Bir düzen, bir mekanizma. Oysa İslâm’ın muhatabı İnsan’dır; makineler, mekanizmalar değil. Yani iyilik, güzellik ve doğruluk prosedürleşemez; endüstriyel kalıplara sıkıştırılamaz. Vahiyy ile hareket eden Efendimiz’in (SAV) bizatihi liderliği olmaksızın İslâmî bir devlet düzeni kurulabilir mi? Abbasi, Emevi, Selçuklu veya Osmanlı’nın Şeriat’a dayanarak ihdas ettiği çözümleri bugün uygulamaya kalkarsak, ortaya anakronik durumlar çıkar ve bu ölülerin dirilere hükmetmesi olur. Müslümanlar, ilerleyen teknolojinin, finansal ve iktisadî münasebetlerin yol açtığı yeni sorunları, yine bunların arz ettiği yeni imkânlarla çözmek zorunda.

Ancak mesele devlet idaresi olunca, haklı olarak bakışlar bir referans noktası arıyor. Manevî ecdadımız ne yapmış? Devlet yönetirken hangi ilkelere bağlı kalmış? Çölde ve denizde, barışta ve savaşta, fakirlikte ve bollukta, değişen şartlarda değişmeden uygulanan ne var? Karl Marx’ın Kapital’i veya Adam Smith’in Wealth of Nations’ı gibi bir İslâm eko-politiği yok mu? Birleşik İslâm devletleri Anayasası yok mu?  Sırtımızı hiç korkmadan dayayabileceğimiz, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez İslâmî siyaset ilkeleri nelerdir?

Sözümüz meclisten içeri, varsın zülf-ü yâre dokunsun biraz: Devler ülkesinde gezen cüceler gibiyiz. “İslâmî devlet” üzerine yıllardır yazan, konuşan akademisyenler, geniş zamanda kurulmuş cümlelerle suya sabuna dokunmayan bir envanter yapmaktalar: “Filan âlim şunu der, falan âlim bunu der”: Cüveyni’nin Nizamülmülk’ü, Gazzali’nin Müstazhir’i, Mâverdî’nin Ahkâmü’s-Sultaniyye’si, Nizâmülmülk’ün Siyasetnâme’si… Sayfalar, paragraflar, sonbahar yaprakları gibi yavaşça yere süzülüyor. Yetmezse ayetler ve hadisler… Ama bu asrın dertlerine çare oluyor mu her yıl yazılan binlerce sayfa bilimsel makale?

İslâmî tasavvura uygun bir terörle mücadele nasıl yapılır, basın hürriyeti nerede başlar, nerede biter? İslâmî eğitim nasıl olmalıdır? Sadece Kur’an kursu yahut ilahiyat değil, matematik, lisan ve tarih eğitimi de İslâmî bir çerçevede nasıl verilmelidir? Hoca-talebe-aile ilişkilerinde İslâmî mânâda ne gibi iyileştirmeler yapılmalı? Devletin bilim politikası ve ekonomiye yaklaşımında İslâmî olan ve olmayan neler var? Nasıl düzelir?

İslâmî mânâda siyaset felsefesi bir ideoloji arayışı mıdır?

Kesinlikle değil. Ne Siyasetname, ne de İslâm âlimlerinin yazdıkları diğer eserlerde bu tip arayışlar yok: Nasihatü’l-mülük, Umdetü’l-mülük, Tuhfetü’l-mülük, Zahiretü’l-mülük, Enisü’l-mülük, Kitabu’s-siyase, Rumuzu’l-kenz…

Katı, tepeden inmeci metinler yok karşımızda. Toplumu proletarya, burjuva vb sınıflara bölmek yok. Yazıldıkları dönemler için cari olan etnik ve dinî zümrelere işaret edilmiş: Türkmenler, Şiiler, hariciler… Ama Marx’ın “proletarya diktası” gibi siyasî kurgular yok. Bu eserlerin ortak yani, hükümdarları, vezirleri, valileri edebe davet etmeleri. Hatta cimrilik, sabır, öfkeyi yenme gibi konularda verdikleri öğütler, evlerimizdeki siyaset için de son derecede faydalı:

“… Ey Emîr-ül-mü’minîn, kapını aç. Perdeleri kolaylaştır. Mazlûma yardım et ki, Allahü teâlâ da sana yardım etsin. Biliniz ki, insanlar; emirlere tâbi olmakta, Cehennemden korkmakta ve arkadaşları ve ailesi ile münâsebetlerde fıkıh ilmine çok muhtaçtırlar. Halk, sultandan güzel huy ve yüksek davranışlar bekler. Ahkâmda ayrılıkların ve düşmanlıkların giderilmesini isterler. Bu işleri halletmek için, sultanların daha fazla ilme ve hikmete ihtiyaçları vardır. İlimsiz insan, insansız şehir gibidir. Sultanda husûsi, insanlarda umûmî olan en güzel şey; ilmi sevmek, onunla süslenmek ve ilim sahiplerine hürmettir. Zîrâ bu husûsta insanî tarafın kuvvetine ve hayvani duygulardan uzaklığına, derecesine ve duygularının yüceliğine delîl vardır. Eğer sultan ilimden uzak olursa, nefsinin arzu ve isteklerine tâbi olur ve teb’asına yularsız at gibi zarar verir. Çıkmaz sokaklara girer ve uğradığı yerleri felâkete uğratır. Biliniz ki, kötü huylardan, fuhuştan ve rezillikten uzaklaşmak, ilimden ne kadar nasiplenmişse, ona göre mümkün olur. Bunların hepsi sende görülebilir. Güzelliğin artması için âlimlerin meclislerinde oturmaya, fakîhlerin sohbetini dinlemeye, ilim kitaplarını ulemânın dîvânlarını, geçmiş hükümdârların hayatlarını incelemeye çok fazla ihtiyaç vardır …” (Muhammed Bin Turtuşi, Sirâcu’l Mülûk)

İslâm’a göre siyaset bir edeptir, otomatik pilotla uçan bir uçak veya programlanmış bir robot değil. İslâm âlimlerinin adalete vurgu yapması, halkla bağların sağlam olması vs ilginç. Mülkiyet ilişkilerine verilen önem ve casuslar, güvenlik, vergi toplama… Katı olmadığı için bu tavsiyeler hâlâ geçerli. Aynı gerçeği bir başka açıdan söylersek, Siyaset üzerine yazan İslâm âlimleri, İnsan’ı, onun fıtratını, manevî hastalıklarını ve uhrevî emanetini siyaset nazariyesinin dışında bırakmamışlar. Hobbes, Locke, Marx, Smith, Robespierre, Rousseau, gibi Batılı siyaset felsefecilerinde sıkça görülen İnsan’sız devlet tasavvuru Müslümanlarda yok. Esnafın ahlâkı, annelerin merhameti, askerlerin cesareti de en az vergi oranı, surların yüksekliği ve saraydaki muhafız sayısı kadar mücessem veriler. Batı’nın aksine, otomatik bir yeryüzü cenneti kurma çabası da yok bizim siyaset nazariyemizde. Tersine, İslâm âlimleri, padişaha hitaben yazdıkları eserlerinde ona sık sık ölümü ve hesap gününü hatırlatıyorlar.

Çaldıkları parayı eşit paylaşan haydutlar da adil midir?

Özellikle Rönesans sonrası Avrupa için adalet, dünyevi düzene indirgenmiş. Ticaret ve endüstrinin aksamasına engel olan devlet adil(!) sayılıyor. Oysa Adalet racon değil.  Adalet uhrevî, racon ise dünyevî: Üretim, tüketim, ticaret, askerî disiplin aksamasın diye tüzük/kural konur; bu nizamdır, adalet değildir. Büyük zulümler de çok nizamî şekilde yapılmıştır: Toplama kamplarına gönderilen Yahudilerin isimleri önceden hazırlanmış listelere özenle yazılmıştı; binecekleri trenlerin numaraları kollarına damgalanmıştı. Aynı nizam bugün işgal altındaki Filistin topraklarında ve ABD’nin Guantanamo kampında da var. Ama bütün bu nizam, mahkeme edilmeden senelerce o kamplarda tutulan insanların zulüm gördüğü gerçeğini değiştirmiyor.

 Dükkân soyan iki adamın parayı eşit paylaşmasına “adil” denmez. Hırsızlar da bir racona uyarlar ama dünyevî menfaatleri gereği yaparlar bunu; uhrevî değerler adına değil. Racon görecelidir. İşe giriş çıkış saatleri, kırmızıda durmak, yeşilde geçmek… Meselâ Trafiğin soldan işlediği ülkeler var. Bunun gibi trafik lambaları da ters çevrilse ve herkes uysa adalete aykırı olmaz. Ama cinayetin, hırsızlık ve tecavüzün serbest/yasal olduğu bir ülke ayakta kalamaz. Modern Batı zihniyetine göre inşaa edilen siyasetin İnsan’sız bir tasavvur olduğunu söylemiştik. İnsan’ı homo-economicus zanneden bu tip siyaset mekanizmaları, iyi-kötü ayrımından ve uhrevî kaygılardan tecrid oldukları için ülkenin aleyhine de kullanılabilirler:

 “[…]şahsa/hanedana biat etmeye dayanan feodal düzenlerdekinin tersine modern devlet makinası, tıpkı endüstriyel bir makine ya da bir fabrika gibi kişisellikten arınmıştır. Bürokratik bir mekanizma onu denetlemesini bilen herkesin elinde kolaylıkla çalışabilir. Düşman bir ülkeyi işgal ettikten sonra rasyonel düzene sahip bir memurlar sistemi pürüzsüz işlemeye devam edebilir. Müdürlerin değiştirilmesi yeterlidir. Kalan memur ordusu çalışmaya devam edecektir. Zira bu herkesin çıkarınadır, en başta da düşmanın.” (Weber, Sosyoloji Yazıları)

Çad’ı, Endonezya’yı yönettiğiniz gibi yönetebilir misiniz?

Ortak bir İslâm anayasası/ ideolojisi/ doktrini inşaa etmeye çalışanların en büyük hatası kronosantrik olmak yani yaşadıkları çağı tarihin merkezi zannetmek. Bu sebeple geçen sene yazılmış bir makale bu sene bayatlarken İslâm âlimlerinin bin yıl önce yazdıkları kitaplar hâlâ taptaze. Neden böyle oluyor? Her İslâm ülkesinin şartları birbirinden farklı. 17.000 adaya yayılmış Endonezya’nın, denizi olmayan Çad ile aynı yasaları uygulaması mümkün mü? Endonezya’da içme suyu parayla satılabilir ama bu Çad’ın kuzeyindeki çöllük bölgede uygulanırsa zulüm olur. Keza, bir ülkenin her yerinden az miktarda petrol çıkıyorsa devlet çevre koruma ve enerji piyasası düzenleyici kanunlarla üretim ve ticareti serbest bırakabilir. Ama bütün petrol tek bir noktadan çıkıyorsa bu zenginliğin bütün halka hizmet etmesi için kuyular kamulaştırılır. Yani her meselenin tartışılmaz bir İslâmî çözümü yok. Bizim için temel ilke şu: “Sorunları nasıl çözersen çöz ama adil ol!”

Kısacası, içtimaî fırsat ve tehditler karşısında kullanılan bürokrasi ve piyasa gibi müşterek karar mekanizmaları, ideolojik saplantılarla değil, adaleti tesis edecek şekilde tercih edilmelidir. Ekonominin şartları, zaman dilimi, teknoloji vb yüzlerce etken dikkate alınarak aynı problemlere her ülke farklı çözümler üretebilir. Ama bunların veya referandum gibi başka yöntemlerin tercih sebebi ideolojik ol-MA-malıdır. “bürokrasi her şeyin en doğrusunu bilir” diyen devletçiler kadar “piyasa neylerse güzel eyler” diyen liberaller de hata içindeler. Müslümanca bir siyasetin hedefi şu veya bu doktrini uygulamak değil adaleti tesis etmek olmalı. Savaştan yeni çıkmış bir ülkede devletin gıda üretip ucuza satması gerekebilir. Türkiye’de yakından tanıdığımız bir sorundu bu: Yakın zamana kadar şeker, et, süt, kumaş ve ayakkabı üreten devlet fabrikalarımız ve bunları satan devlet mağazalarımız vardı. Ama normal şartlarda devletin bunu yapması, küçük üretici ve esnafla haksız bir rekabete girmesidir:

“… Ticaret ve ziraatte, az maliyede büyük kazançlar ve ürün elde edildiğini gören devlet de ticaret ve ziraat yapmaya başlar. Alışverişteki kâr, sermaye oranında olduğu ve devletin elinde de büyük bir servet bulunduğu için; ekonomik girişimleriyle, sermayesi az olan tüccarları zor duruma sokar …” (İbn Haldun, Devlet)

Bu satırları okuyup, İbn Haldun’u liberal ilân eden,  “İslâm bir ticaret medeniyetidir, devlet ekonomiye hiç karışmamalı” diyen liberaller de çıktı ortaya. Bu bakış açısı elbette yanlış. 2008 krizinde bankalar ABD ve Avrupa’yı trilyonlarca dolarlık zarara soktular. Alaska’da, Meksika körfezinde, Manş denizindeki petrol kazaları doğayı bölge ekonomilerini mahvetti. Kimi büyük şirketlerin hükümet darbesi düzenlediği ve savaş çıkardığı da bir gerçek. Hal böyleyken ekonomik aktörler kendi hallerine bırakılabilir mi? İnsan nefsinin azgınlıkları ve doymak bilmez tutkuları kendisini en çok ticaret ve finasta izhar eder. Bu, günümüze has bir durum değil. Bin yıl önce, bugünkü kravatlı eşkiyaların benzerleri vardı. Bu sebeple adalet bugünkü kadar gerekliydi. Eksik tartanlara, yetişmemiş meyvayı, yakalanmamış balığı satıp fiyatlarla oynayan sahtekârlara, yiyecek stoklayıp halkı aç bırakan düzenbazlara karşı devletin agâh olması gerekiyordu:

“… Keza tartı ve fiyatların adilâne tutulması, alışveriş ilişkilerinin sağlıklı bir zeminde icrası, taşradan pazara getirilen malların bir yalan dolan olmaması için eksiksiz denetimi, ölçü taşlarının ağırlığının doğruluğu ve emr bi’l ma’rûf ve nehiy ani’l münker emrini ifa için her şehre bir muhtesib görevlendirmelidir. Mülkün ve adaletin temelinde yatan düsturların başında hükümdarın ve memurların muhtesibi himaye etmeleri gelir. Bundan gayrı bir tavır olursa fakir fukara meşakkat çeker. Tacirler keyfince alışverişe koyulurlarsa halkın başına dertler açarlar. Ardından sapkınlığın gelip şer-i şerifin paymal olması gecikmez. İşlerin adaletle yürümesi ve İslam kurallarının yürütülmesi için şu hikâyede geçen veçhile muhakkak bu mesele işin erbabına, bir hadime yahut hiç kimseden korkusu olmayan bir Türk’e emanet edilmelidir …” (Nizamü’l-Mülk, Siyasetname)

İslâmistan nasıl yönetilmeli?

Ülkelerin coğrafî şartları ve içinde bulunulan asrın özellikleri sebebiyle ne İslâmistan’da, ne de başka bir yerde standart, sabit, objektif bir siyasî sistem kurmak mümkün değil. Halklar, kimi zaman bir hanedanı, kimi zaman oyla seçilmiş liderleri meşru kabul ediyor. Venedik ve Britanya’da görüldüğü gibi bazen oy kullanma ve seçilme hakkı için özel ücretler ödenmiş. “Paran kadar konuş” ilkesi, kurumsallaşmış. Asya’nın kimi bölgelerinde inançsal aidiyet, siyasetçinin meşruiyet zemini olmuş. Neticede devlet, halkın gönüllü olarak itaat edeceği bir yapı olmak zorunda. Esir kampına dönüşen, işçilerin bile tünel kazarak kaçtığı eski komünist ülkeler, zorlayıcı tedbirlerin sınırlarını gösteren ibret verici örnekler. Her vatandaşın arkasına polis koymak imkânsız olduğuna göre, devleti kuracak ve yaşatacak halkın, gerçek bir “halk” olabilmesi için din, ırk, bölge, hanedan gibi ortak paydalarda birleşmesi ve devleti de bu zeminde inşaa etmesi elzem. Zira cebbar devlet halkı bir çok şeye mecbur edecek: Vergi toplayacak, askere alacak, ceza verecek, idam edecek… Başkası yapsa suç sayılacak şiddet eylemleri ve kısıtlamalar, devletin elinde “meşru” oluyor. Aslında gerek halkı bir arada tutan gerekse halkın devletine güvenmesini sağlayan hakiki meşruiyet zemini adalettir. Halk eğer Osmanlı veya Habsburg hanedanına boyun eğiyorsa, korktuğu için değil adaletine inandığı içindir. Adaletin ağırlığı ile mukayese edildiğinde, liderin oyla seçilmesi veya “soylu” olması bir teferruattır.

Diğer yandan, her teknik ilerleme, ekonomik, askerî, hukukî imkânlar doğuruyor. Ateşli silahlar, buhar makinesi, matbaa, televizyon, internet… Bunların yokluğuna kıyasla varlıkları, stratejik mesafeleri, hedef ve araçları o kadar etkiliyor ki ne eski bir doktrine bel bağlayabiliriz ne de biz gelecek kuşaklar için bir “İslâmî siyaset doktrini” ihdas edebiliriz.

Bu gerçeği asırlar önce keşfetmiş olan âlimlerimiz, adeta söz birliği etmiş gibi doktrinlerden, ideolojilerden uzak durmuşlar. Bunun yerine adaletin, ilmin, sabrın ve itidalin önemini burgulayan öğutler vermişler ve bunları eski sultanların tecrübeleriyle örneklemişler. Nizamü’l-Mülk’ün kendi Siyasetname’si için sarfettiği şu sözler, muhtemelen bütün İslâmî siyaset kitapları için geçerli.

“… Hem nasihat, hem hikmet, hem destan, hem Kur’an tefsiri, hem peygamber sözleri, hem peygamberler kıssası, hem geçmiş adil padişahların maceralarıdır. Bizden evvelkilerden haber verirken kalanlardan meyveler devşirir. Uzun olmasına uzun, lâkin özlüdür ve adil hükümdara yaraşır yazılmıştır …”

İnsan’sız, devlet tasavvuru, İslâmî değildir

Teknik imkânlar elverdikçe, Batı’nın liderliğinde İnsan’sız bir dünyaya doğru gidiyoruz. Üretimde robotlar proletaryanın yerini çoktan aldı. Finansal spekülasyon ve küresel para hareketleri, otomatlar sayesinde 24 saat devam ediyor. Ordular bile İnsan’sız hava araçlarıyla savaşıyor. Başlangıçta anlattığımız, Big Data ile İnsan’sız adalet(!) kurma çabaları da bu gidişatın bir parçası. Pozitivistlerin her işi İnsan’sız yapmak istemesini anlamak elbette zor değil. İnsan hür bir yaratık, vicdan sahibi olduğundan en kritik anlarda her şeyi tersine çevirebilecek bir cesaret veya büyük bir fedakârlık gösterebiliyor. Nazikçe “pozitivistler” dediğimiz müşriklerin tersine, İslâm’a göre İnsan’daki vicdan ve adalete susamışlık, devletin bekâsını sağlayacak yegâne güç. Mü’min, kötülük karşısında tepki veren, olmazsa itiraz eden, o da olmazsa kalbiyle buğz eden bir insan. Komşusunun aç yatmasına tahammül edemeyen mü’min, vurdumduymaz, bencil homo-economicusun tam tersi. Belki her Müslüman bu ideale erişemiyor ama erişen birini görünce çoğunluğun takdir ettiği ve yardımına koştuğu da bir gerçek. Demek ki İslâmî bir devletin yapı taşı ne top tüfek, ne altın, ne de nükleer silah. İslâmî devlet, İnsan’la inşaa ediliyor. Bu tezimizi desteklemek için Sirâcu’l Mülûk’tan birkaç satır aktararak sözümüzü sırlayalım:

“… Abdülmelik b. Mervan diyor ki: “Ey yönetilenler topluluğu, bize insaf ediniz! Bizde Ebu Bekir ve Ömer’in tarzım bekliyorsunuz. Oysa siz ne kendiniz için ne de bize karşı onların huylarını takınmıyor, onların gidişatını sergilemiyorsunuz. Allah’a dua edelim.” Katade’nin anlattığına göre İsrailoğulları şöyle derlermiş: “Ey ilahımız! Sen göktesin biz yerdeyiz. Senin razı mı yoksa kızgın mı olduğunu nasıl bilelim?” Bunun üzerine Allah Teâlâ peygamberlerinden birine şöyle vahyetmiş: “Sizin en hayırlılarınızı üzerinize yönetici yaptığım zaman sizden razı olmuşum demektir!”

Abîde es-Selmanî, Ali b. Ebî Talib’e dedi ki: “Ey mü’minlerin emîri! Ebu Bekir ve Ömer’in hali nicedir. İnsanlar hemen onlara itaat etti. Oysa dünya onlar için bir karıştan daha dardı. Çok sıkıntıda idiler; fakat genişledi, huzura kavuştular. Ama sen ve Osman hilafete geçtiğinizde bazı kimseler size itaat etmediler, uyum sağlamadılar. Dünya ferah ve geniş de olmadı. Bu sefer senin üzerine bir karıştan daha dar daha sıkıntı verici haline geldi şu devran!” Ali (r.a) cevap verdi: “Çünkü Ebu Bekir ve Ömer’in yönettikleri ben ve Osman gibiydiler. Oysa bugün benim tebam sen ve benzerlerindir.”

Muhammet b. Yusuf’un kardeşi Muhammed’e gönderdiği bir mektupa devlet memurlarının cefasından dem vurmakta, şikâyetini bildirmektedir. Muhammed kardeşine şu mektubu gönderir: ‘Bana içinde bulunduğun hali anlatıp göndermişsin. Zaten günah içinde olan, masiyeti düstur edinen kimsenin niye ceza görüyorum demeye yüzü yoktur. Ben sizin içinde bulundüğünüz şu hali işlenen günahların kötülüğüne bağlıyorum, vesselam.’  …” (Muhammed Bin Turtuşi, Sirâcu’l Mülûk)

Seçilmiş Derin Lügat maddeleri:

  1. Büyüme / Growth / Croissance / نمو »
  2. Hoşgörü / Tolerance / толерантность / تسامح »
  3. Az gelişmiş ülke / Underdeveloped Country / بلد متخلف »
  4. Uluslararası adalet / International justice / العدالة الدولية »
  5. Demokrasi / Democracy / Демократия /デモクラシー/ ديمقراطية »
  6. Kuvvetler ayrılığı / Separation of Powers / Séparation des pouvoirs / فصل السلطات »
  7. İlerleme / Terakki / Progrès / ترقی / تقدم »
  8. Muhafazakârlık / Conservatisme / سياسة محافظة »
  9. İnovasyon /イノベーション / инновация / التجديد »
  10. Hudud / Sınır / граница / Frontière / الحدود »
  11. Çağdaş / Modern / Contemporary / معاصر »
  12. Bilgi toplumu / Information society / مجتمع المعلومات »
  13. İktisad / Economy / οικονομία / اقتصاد »
  14. Kapitalizm / Capitalism / капитализм / رأسمالية »
  15. Ulus-devlet / Etat-Nation / الدولة القومية »

Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 80 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin… 

Petrol kandan ağırdır

Petrol kandan ağırdır Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?Petrolün fiyatının 50$ üzerinde kalması için yılda ortalama 75.000 insanın ölmesi gerekiyor. Süveyş kanalının Mısır tarafından kamulaştırılması, petrol krizleri, 6 sün savaşı, İran-Irak savaşı, Irak’ın işgali ve Suriye… İnsan kanıyla para basan bu makine 50 senedir asker, sivil, kadın çocuk demeden insan öğütmeye devam ediyor. Nasıl? 1ci Dünya Savaşı tarihteki ilk küresel karbon savaşı oldu. Kömürle beslenen fabrikalar kömür ve petrolle işleyen makineler ürettiler ve insanın öldürme kapasitesini binlerle çarptılar. Ama makineler savaşta insanın yerini almadı. Bunun yerine daha çok insanı daha hızlı şekilde cepheye göndermek için kullanıldı. Cepheler genişledi ve muharebeler uzadı. Alman-Fransız sınırındaki zengin kömür yataklarından İslâmistan’daki petrol kuyularına uzanan savaşta insanlar karbon için öldüler, öldürdüler. Petrolcüler, kömürcüleri yendi. Endüstrileşen savaş sadece savaş makinelerinin değil üretim, sevk ve idare kapasitelerinin de savaşıydı. Elinizdeki 55 sayfalık bu e-kitap şu sorunun cevabıdır: İnsan kanıyla para basan bu makine nasıl çalışıyor? Buradan indirebilirsiniz.

Savaş Meydanda Değil Masada Kazanılır

Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?Dünya ticaretinin %80’i denizden yapılıyor. Ülkelerin hayatta kalması yani gıda ve enerji tedariki için deniz yollarına erişmeleri şart. Panama, Süveyş, Malaka ve Cebelitarık gibi bütün stratejik noktalar ABD, Britanya ve Fransa’nın kontrolünde. Bu üç devlet istedikleri ülkenin ekonomisini petrolsüz ve dövizsiz bırakıp boğabilecek bir güce sahip.(Bkz. Petro-dolar sistemi)

Komplo teorisi mi? Değil, her şey ortada: Akademisyenler, amiraller, bakanlar ve diplomatlar, doktrinlerini açık açık yazmışlar ve yazdıklarını harfiyen tatbik etmişler: Alfred Mahan, Halford Mackinder, Nicholas Spykman, Zbigniew Brzezinski, Edward Luttwak, Samuel Huntington, Joseph Nye, David Peraeus, Henry Kissinger… Jeopolitiğin bu ünlü isimleri, İngilizlerin ve Amerikalıların dünyaya sürekli hükmetmesi için neler yapılması gerektiğini her ortamda açıkça ifade etmişler. Tabi bu tahakküme bir takım kılıflar uydurulmuş: Önce Hristiyanlık, sonra üstün(!) beyaz ırk ve nihayet serbest ticaretle demokrasi adına verilen bir mücadele gibi gösterilmiş. Yani sınır tanımayan Anglo-Saxon şiddetine, ideolojik meşruiyet zeminleri ihdas edilmiş. Ama değişen ideolojilere ve teknolojinin ilerlemesine rağmen 150 yıldır değişmeyen jeopolitik sabitler var. 21 harita ve 11 makaleden oluşan bu kitap, Anglo-Saxon hakimiyetini mümkün kılan şartları ve Avrasya’nın kurtuluş yollarını sorguluyor. Coğrafî engellerden ekomik savaş araçlarına ve psikolojik harbe kadar… Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Fikir Kırıntıları-4

Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?İslâm coğrafyasında sürüp giden petrol savaşları deniz yollarından ayrı düşünülebilir mi? Sudan petrolünü Çin’e taşıyan yol Yemen ve Malaka boğazından geçiyor. İran ve Arap petrolünü Avrupa’ya taşıyan yol ise Mısır’daki Süveyş kanalından. Akdenizi’in Atlantik kapısı olan Cebelitarık ve Pasifik’i Altantik’e bağlayan Panama da aynı “uygarların” kontrolünde. Bütün deniz yollarını kontrol eden bu ülkeler hem Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahipler hem de dünyadaki silahların %90’ını üretip satıyorlar. Ve aynı ülkeler sürekli dünya barışı ve özgürlük için çalıştıklarını söylüyorlar! Kendisini dünyanın mâliki gibi gören bu “uygarlığın” önüne çıkan liderler öldürülüyor, ülkeler işgal ediliyor, hükümetler darbe ile, halklar ise terörle “terbiye” ediliyor. Evet… Bu konulara odaklanan Fikir Kırıntıları serisinin 4cü kitabını ilginize sunuyoruz. Konu başlıkları şöyle:

  1. Bazı çocuklar çikolatadan nefret eder!
  2. Lityum savaşları başladı!
  3. Savaşsızlık, barış değildir!
  4. Bilimsellik aklın emaresidir; bilimcilik ise akılsızlığın!
  5. Denizlere hâkim olanlar nasıl dünyaya hâkim oldular?
  6. Modern savaşlarda neden insan değersizleşiyor?
  7. Teröre karşı sıradan vatandaşların yapabilecekleri 3 şey

“Fikir Kırıntıları-4” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.

Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?Derin Savaş

Savaş bir şiddet hareketidir ve bu bilkuvve (potansiyel) şiddetin sınırı yoktur. İnsanlık olarak sürekli savaşmıyorsak bunun sebebi yüksek ahlâkımız(!) değil menfaatlerimizdir. Ancak savaşı sonuçlarından tecrid ederek, sağlıklı bir şekide düşünmek kolay değil. Çünkü yol açtığı ölümler ve maddî zarar o kadar büyük ki her ne pahasına olursa olsun kaçınmak gereken bir anormallik veya uluslararası ilişkilerde bir aksama gibi görünüyor. Oysa her savaşsızlık hâli barış değil; geçici bir ateşkesten ibaret. (Bkz. Barış / Sulh / Peace / Paix / صلح / سلام ) Meselâ iki dünya savaşı arasındaki 1918-1939 dönemine kim “barış” diyebilir? Üstelik her ne pahasına olursa olsun savaştan kaçan bir lider, düşmanlarının ölçüsüz şantajına çanak tutmuş olmaz mı? Adolf Hitler’e akıl almaz ödünler veren Birleşik Krallık Başbakanı Neville Chamberlain gibi savaştan kaçmak için “her pahayı” ödemek, üstelik sonunda yine de savaşmak zorunda kalmak iyi bir strateji mi? Ölmenin değil yaşamanın tesadüf olduğu  savaşta asker, sağdaki yahut soldaki sipere koşarken serbesttir. Belki de en güvenli siperi, bir robot veya bir hayvan, insandan daha iyi seçebilir. Ama insan, vatanı için ileri atılmakla nefsi için geri kaçmak husunda özgürdür. İşte savaşın neticesi üzerinde çok ağır basabilen insanlık faktörü tam buradadır. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…) Savaş, bütün sosyal bilimcileri zorlamış bir saha. Elinizdeki bu kitap, savaşın mekanik ve insanî veçhelerini en dengeli şekilde işleyen müelliflerden biri olan Prusyalı General Carl von Clausewitz’in fikirlerinden istifade ederek yazılmış bir deneme. Teknolojik ilerlemenin eskitemediği ilkeleri bugünün savaş şartlarında değerlendirdik: Strateji, taktik, cesaret, savaşta aklın önemi ve sınırları… Buradan indirebilirsiniz.

Fikir Kırıntıları-3

fikir-kirintilari-3-kapak Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?Artık gazeteler okurlarıyla, TV kanalları seyircileriyle rekabet halinde. Kimilerine göre Donald Trump bile seçimi sosyal medya sayesinde kazandı. Rakibi Hilary Clinton, Başkan Obama, hatta CNN, FOX gibi kanallar sürekli sosyal medyadan yayılan “yalan haberlerden” (fake news) yakınıyorlar. Belki de yalan haberden değil yalan tekelini kaybetmekten rahatsız oldular? Gerçek ne olursa olsun teknoloji eskiden bir oligarşiye ait olan medya gücünü -bir parça da olsa- sıradan insanların eline verdi. Sosyal medya elbette ırkçılık, iftira ve hakaretin yayılması için uygun bir zemin ama “haber” ve “bilgi” ve bunlara ait yorumları herkesin erişebileceği bir noktaya getirmesi açısından ilginç. Fikir Kırıntıları-3 Derin Düşünce’nin sosyal medyada paylaştığı mesajları kitaplaştıran bir çalışma. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1ve Fikir Kırıntıları-2’nin gördüğü ilgi bize yine cesaret ve güç verdi. Tabi her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için makale ve kitap da tavsiye ettik. “Fikir Kırıntıları-3” adlı e-kitabı buradan indirebilirsiniz.

Rönesans’ın Kara Kitabıronesans-kara-kitap-kapak Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?

Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu. İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.

Derin Medeniyetderin-medeniyet Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?

Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير) Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.

fikir-kirintilari-2 Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1 o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle: Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.

Fikir Kırıntıları – 1fikir-kirintilari Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?

140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak  bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.

Kitap tanıtan kitap 7kitap-tanitan-kitap-7 - kucuk Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?

Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimler de bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların  yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz. Önceki kitap sohbetleri:

Derin Lügat 7.0Derin Lügat güncellendi. Sürüm 6.0 yayında. Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?

Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.

  • 7ci sürüme eklenen yeni terimler: Uluslararası adalet, Az gelişmiş ülke, Hoşgörü, Kabz, Büyüme, Gerçek sonrası, Realpolitik, Kaos.
  • 6cı sürüme eklenen yeni terimler: Demokrasi, Muhafazakârlık, Kuvvetler ayrılığı, İnovasyon, İlerleme, Erken – Geç.
  • 5ci sürüme eklenen yeni terimler:Hissiyat – Maneviyat, Tanrı Parçacığı, Bâkî, Kelime, Cehalet, Mürşid, Evvel, Büyük Patlama.
  • 4cü sürüme eklenen yeni terimler: Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
  • 3cü sürüme eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.

İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler.  Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik? “Aydınlanma ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü. Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlık akıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir. İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Edward Hopper’ı okumak

hopper-kapak Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.

Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”. İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır.Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocuklarıoteki-sinemanin-cocuklari Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?

Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6 Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?

Kitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansin Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?Sen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.

tezyin_kapak-150 Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.

freud-kapak Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor. Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?Fethullah Gülen’i iyi bilirdik

(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu. 15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu?  Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdıryitik Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?

Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir? Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.

İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” Ücretsiz kitap indirin80 kitap indirin Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç Işık Doğudan Gelir / Cemil Meriç İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma / David Hume Kur’an’ı herkes kendi aklıyla anlayabilir mi?demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor. Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

Sorry, comments for this entry are closed at this time.