RSS Feed for This Post

Sefiller / Victor Hugo

sefiller-victor-hugoKötü Adam İyilik Yapmaz

Mösyö Faşloven, bu kazadan diz kapağı kırılmış olarak kurtuldu. Madlen Baba, onu fabrikasının işçileri için açtığı ve rahibelerin idaresine bıraktığı hastahaneye götürdü. İhtiyar, ertesi gün gözlerini açtığında yatağının yanındaki küçük masanın üzerinde bin franklık bir çek gördü. Çekin yanında bir pusula vardı.

Açıp okudu: “Mösyö, arabanızı ve beygirinizi satın alıyorum.” Halbuki beygir ölmüş; araba da kırılmıştı…

Mösyö Faşloven iyileşti, ama bir dizi sakat kaldığından topallıyordu. Madlen Baba, hastahanesinde çalışan rahibelerin isteği ile ihtiyar adamı Paris’teki Rahibeler Manastırı’na bahçıvan tayin ettirdi.

Javer, Madlen Baba’da aradığı ipucunu yakalamış olmaktan son derece mutluydu. Fakat, halkın onu çok sevmesi ve devamlı yaptığı iyiliklerden bahsetmeleri canını sıkıyordu… Ona göre, “iyi daima iyi, kötü de daima kötü” idi. Bunun ortası olamazdı. Vicdanını rahatlatmak için şöyle bir yorum yaptı: “Hırsızlık ve izinsiz silah bulundurmak suçlarından tersanede kürek cezasına mahkûm edilmiş, defalarca firara kalkıştığından cezası on dokuz seneye çıkarılmış, hapisten kurtulunca da bir kilise evini soymuş, küçük bir çocuğun parasını elinden zorla almış bir adam iyi olamazdı! Eğer, Madlen Baba, o adam ise; yaptığı bütün iyilikler sahtedir; kendisini gizlemek içindir… Herkesi aldatabilir; fakat kanunlara ve devletine bağlı bir müfettişi asla!…”

İftira Ocak Söndürür

Fantin, M kasabasına geldiği gün vaziyet bundan ibaretti. Derhal Madlen Baba’nın fabrikasındaki kadınlar bölümünde iş bulmuş; canla başla çalışmaya başlamıştı. Patron adına işçilerin başında bulunan Kâhya Kadın da ondan memnundu ve her zaman “Fantin gibi çalışkan olun” derdi…

Çalışkan ve başarılı kimselerin daima düşmanları vardır. Onu kıskandıklarından, bir hatasını veya günahını bulup onu gözden düşürmek isterler… Bu yolda, zaman ve para harcamaktan çekinmezler.

Arabacıları, kapıcıları, uşakları sarhoş edip konuştururlar. Niçin? Bilmek, işitmek ve yaymak için…

Fantin güzeldi, Fantin namusluydu, Fantin çalışkandı. Bütün bunlar onu kıskanmak için yetmez miydi?

Zavallıyı gölge gibi takip ettiler. Çok defa başını öbür tarafa çevirip ağladığını gördüler: “Tamam, dediler, bu kadının bir sevgilisi var; ondan yüz bulamadığı için ağlıyor.”

Fantin, okul yüzü görmediği için, imzasını atmaktan başka bir şey bilmezdi. Bu sebeple, Tenardiyeler’e gönderdiği mektupları başkasına yazdırıyordu. Onun iki ayda bir, birine mektup yazdırdığını ve taahhütlü olarak postaladığını öğrendiler. Mektup yazan adamı sarhoş edip konuşturdular. Bu ihtiyar adam, karnı kırmızı şarapla dolunca, her şeyi anlattı. Kısacası, mektupların Montefermiye’de Mösyö Tenardiye adında bir lokantacıya yazıldığını, Fantin’in onların yanında bir kızı olduğunu, ayda bilmem kaç frank karşılığında baktıklarını söyledi.

Bununla da yetinmediler. Tenardiye’nin karısına benzeyen, domuz kılıklı bir kadın:

– Montefermiye’ye gidip bu işin aslını öğreneceğim, deyip yola çıktı. Tenardiye ile görüşüp döndü.

Geldiğinde, etrafına topladığı insanlara:

– Otuz beş frank harcadım ama, dedi, kalbimdeki şüpheleri defetmiş oldum. Vallahi, mektubu yazan adamın dedikleri aynen çıktı! Tenardiyeler’le konuştum, Fantin’in kızını da gördüm…

Madam Viktornin adındaki bu kadından herkes korkar, onunla iyi geçinmeye bakardı. Dedikoduyu pek seven, yılan dilli bir kadındı. Sesi, keçi melemesine benziyordu, kendisi de zekâ ve ahlakça hayvandan aşağı kalmazdı… Hasetçileri arkasına takıp Kâhya Kadının karşısına dikildi. Duyup öğrendiklerine bir o kadarını daha katıp Fantin’i âdi bir kadın durumuna düşürdü…

Ertesi sabah, Kâhya Kadın Fantin’i odasına çağırıp Belediye Başkanı’nın emriyle işine son verildiğini, yine Belediye Başkanı’nın onun ne biçim bir kadın olduğunu öğrendiğini, elli frank yol harçlığı vererek bu kasabayı terk etmesini istediğini bildirdi. Fantin bir tek söz söylemedi. Başı önünde ağlayarak fabrikayı terk etti. Fakat, kasabayı terk edemezdi. Bir oda kiralamıştı. Tenardiyeler, Kozet’in ücretini on iki franka çıkarmışlardı. Gidip halini Belediye Başkanı’na arzetmeyi düşündü ise de buna cesaret edemedi. Adam haklıydı: Adı kötü kadına çıkmış birini fabrikasında tutamazdı… Zaten yapacağı iyiliği yapmış, ona karşılıksız olarak elli frank göndermişti.

Talihsizlik ve utanç öyle bir haldir ki, insanın elini kolunu bağlar, hareket edemez duruma düşürür…

Halbuki, Madlen Baba’nın olanlardan hiç haberi yoktu. Kadınlar Bölümü’ne adımını attığı görülmemişti…

Burayı, devam ettiği kilisenin papazı tarafından tavsiye edilmiş ihtiyar bakire bir kadına teslim etmişti.

Bu kadın, gerçekten dürüst, namuslu ve çalışkandı. Madlen Baba, her şeyi ona bırakmıştı. Fakat annelik hislerinden mahrum olan bu yaşlı bâkire, Fantin’in içinde bulunduğu zor durumu anlayamamıştı.

Hasetçilerin sözlerine kanıp “iyi yapıyorum” zannı ile patron adına onun işine son verdi. Elli franka gelince, Kâhya Kadın bunu Madlen Baba’nın kendisine sadaka dağıtması için verdiği ve hesabını da hiçbir zaman sormadığı paradan karşılamıştı…

Küçük yerlerde dedikodular çabuk yayılır. Fantin’in kasabayı terk etmediğini gören fesatçı kadınlar, casus gibi her yana onun kötü bir kadın olduğunu yaydılar. Zavallı, eski mesleği olan hizmetçiliğe başlamak istedi. Hangi kapıyı çaldıysa, insanlar vebalı görmüş gibi, “sana iş veremeyiz” dediler. Evin eşyalarını veresiye aldığı eskici onu sıkıştırıyor; “paramı vermeden kaçarsan polisi arkana salarım”

diyordu. Eşyaları iade etmek istedi; adam “kullanma parası vermen gerekir” dedi. Karyola, yatak ve perdelerin haricinde bütün eşyaları geri verdi. Kulanma parası olarak yirmi beş frank ödedi. Geriye elli frank borcu kaldı. Oturduğu odanın sahibi de “Sen gençsin, istediğin kadar para bulursun” demiş; kira için acele etmesini söylemişti.

İşsizdi; bir yatağı ile yüz frank borcu vardı. Çalışmak zorundaydı. Tenardiyeler, ev sahibi, eskici para istiyorlardı. Kendisini düşündüğü yoktu. Ocak ve mum yakmadan yaşamasını, günde iki solda ile idare etmesini öğrenmişti.

Onu bu halde gören kimsesiz, yaşlı, dindar bir kadın, “Bu zavallı kötü olamaz.” dedi. Vaktiyle askerler için kaba gömlek diktiğinden Komutanını tanıyordu. Fantin’i yanına alıp komutanın karşısına çıktı:

– Bu genç kadın komşumdur, dedi, dikişte çok iyidir. Askerlerinizin gömleklerini benden daha iyi dikeceğine size garanti veriyorum. Ayrıca kendisine de kefilim…

Komutan, vaktiyle kendisine iş yapan bu yaşlı kadının kefil olması üzerine Fantin’e deneme için on gömlek verdi. Zavallı sevincinden uçacak gibi oldu. Kesilmiş kumaşları sırtladığı gibi evin yolunu tuttu.

Tanesine kaç para ödeneceğini sormayı bile akıl edemedi.

Gömlekleri özenle diktiği halde, komutan:

– Eh fena olmamış, dedi. Halbuki bunlar şimdiye kadar dikilenlerin en iyisi idi. Adam, fazla para istemesin diye böyle söylemişti.

Günde on iki solda kazanıyordu…

Eğer Tenardiyelere para göndermek zorunda olmasaydı, bu para ile hem borçlarını ödeyebilir; hem de geçimini sağlardı. Fakat, zalim Tenardiye, ücreti artırdıkça artırıyor; Fantin’i güç durumda bırakıyordu.

Onlara, istedikleri aylığı vaktinde gönderebilmek için, günde on solda biriktirmesi gerekiyordu. Bu ise, imkânsızdı…

Sefalete alıştığı gibi hakarete de alışmıştı. Bu küçük yerde, sokağa çıkamaz olmuştu. Onu görenler, durup bakıyor; yanındakine bir şeyler fısıldıyordu. Bazı câhil ve kaba insanlar ise, doğrudan acı ve hakaret dolu sözler söyleyerek zavallıyı yaralıyorlardı. O zaman:

– Ah Paris, diyordu, kötü şehirsin; ama kötüleri bağrında saklamasını biliyorsun…

İlk günahını ve onu bu acı sona mahkûm eden suçu Paris’te işlemişti; fakat kimseden bu derece hakaret görmemişti… Kozet’ni alıp Paris’e gitmek istiyordu, fakat mümkün değildi.

Nihayet kış mevsimi geldi çattı. Gündüzler kısaldığı için, eskisi kadar dikiş dikemiyordu. Soğuk sıkıştırıyor, alacaklılar sıkıştırıyor, Tenardiyeler sıkıştırıyordu…

Bir gün zalim Tenardiye’den acı bir mektup aldı. “Kızın soğukta üşüyor. On frank gönder ki, kendisine bir kazak satın alalım.” diyordu. Cebinde, değil on frank, on soldası bile yoktu. Bütün gün mektubu elinde buruşturup durdu, çaresizdi…

Akşam, sokağın köşesindeki kadın berberine gitti. Saçlarındaki tarağı çıkardı. Altın rengindeki saçları aşağı dökülüp beline kadar indi.

Berber:

– Ne güzel saçlarınız var, dedi.

– Kaça alabilirsiniz?

– On franga.

– Kesiniz!

Bu on frankla, ertesi gün, bir yün kazak alıp kızına gönderdi.

Tenardiyeler kazağı alınca çok sinirlendiler. Onlar kazak değil; on frank bekliyorlardı. Kazağı, gerçek sahibi olan Kozet’e değil; kendi kızlarına giydirdiler. Zavallı Kırlangıç yamalı elbise ile titremeye devam etti.

Fantin, saçlarını kaybetmekle beraber, vicdanen rahattı:

– Sevgili Kozetciğim artık üşümeyecek, diyordu; çünkü onu saçlarımla giydirdim.

Başına bir takke giydi; bu haliyle de güzel görünüyordu. Fakat, ekmek almak için bile dışarı çıkmak istemiyordu. İnsanlardan nefret ediyordu. Kendisini fabrikadan kovarak sefalete düşmesine sebep olduğu için Madlen Baba’ya da saygısı kalmamıştı.

Aylardır midesi sıcak bir yemek görmemişti. Ateşi artık sadece rüyasında görüyordu. İyi beslenemediği için çok üşüyordu. Yatağa girince, bir türlü ısınamıyor, üstelik saatlerce süren kuru bir öksürük ciğerlerini ve boğazını harap ediyordu.

Bir gün Tenardiyelerden şöyle bir mektup aldı:

“Kozet, memlekette yaygın olan “bulaşıcı humma”ya yakalandı. Çok pahalı ilâçlara ihtiyacı var. Biz elimizde avucumuzda olanı verdik. Fakat artık bizde de para kalmadı. Sekiz gün içinde kırk frank göndermezseniz, çocuk ölecek… Bunu, biz değil Kozet’e bakan doktor söylüyor.”

Fantin mektubu okuyunca çıldıracak gibi oldu. Kahkaha ile gülmeye başladı:

– Ne komik adamlar, dedi, bunlar beni Madlen Baba mı sanıyorlar? Kırk frank demek, iki Napolyon demektir; ben bu parayı nereden bulurum?..

Mektubu tekrar okudu. Tavan arasındaki odasından çıktı. Merdivenden inip sokağa fırladı. Güle oynaya, şarkı söyleyerek koşmaya başladı.

Onu, perişan kıyafetle, bu halde gören bir kadın:

– Yazık, dedi, zavallı çıldırmış…

Fantin artık gülmüyordu… Büyük meydana doğru yürüdü. Üşüyen ellerini koltuk altlarına sıkıştırarak ısıtmaya çalıştı. Bunu bir alışkanlık olarak yapıyordu… Çünkü, koltukları da buz gibiydi. O kuru öksürük tekrar başlamış; boğulacakmış gibi, yüzü morarıyordu.

Meydanda, insanların bir arabanın etrafında toplandıklarını gördü. Arabanın üzerinde kırmızı elbiseler giymiş, hokkabaz kılıklı bir adam dikiliyor, kalabalığa bir şeyler anlatıyordu. Yaklaşınca onun bir “seyyar dişçi” olduğunu anladı. Adam, ağız kokularını giderici losyonlar, diş macunları, takma dişler satıyordu.

Halkın dikkatini çekmek için öyle komik şeyler anlatıyordu ki, Fantin de herkes gibi gülmeye başladı.

Hokkabaz eliyle onu işaret ederek:

– İşte, dedi, işte mercan dişli bir güzel!… Baksanıza, siz gülen bayan! İki ön dişinizi satmak isterseniz, her birine bir Napolyon altını veririm!…

Fantin şaşırdı; adamın şaka yaptığını sanıyordu:

– Hangi dişleri, dedi.

– Üstteki iki dişinizi!

– ………………………………………………………………?

– Ah, ne ürkütücü bir teklif, dedi kalabalıktan bazıları.

Fantin kulaklarını tıkadı. Adamın söylediklerini duymak istemiyordu… Titreyerek oradan uzaklaşırken hokkabaz bağırıyordu:

– İyi düşünün, Madam! İki Napolyon fakir birinin çok işine yarayabilir! Eğer razı olursanız, Tilak-Darjan misafirhanesine gelin; beni orada bulursunuz!

Fantin, soluk soluğa buzhaneden farksız olan odasına girdi. Kapıyı arkadan kilitledi. Sanki, dişlerini isteyen hokkabaz, elinde pense onu kovalıyormuş gibi sırtını kapıya verdi…

– Aman Tanrım! Ne çirkin adam? Teklifi ondan da çirkin…

Fantin artık üşümüyordu… Hayır, yanlış söyledik; artık soğuğu hissetmiyordu diyecektik… Vücudu, beyni, ruhu… her şeyiyle uyuşmuş gibiydi.

Bir müddet böyle kendinden geçmiş olarak odanın içinde dolaştı. Sonra mektup aklına geldi. Açıp bir kere daha okudu… Kozet’i gözlerinin önüne geldi. Ciğerparesi, ateşler içinde yatıyor:

– Anne! Anne, ölüyorum, diye inliyordu…

Yine aklı başından gitti. Oda kendisine dar geliyordu. Merdivenlerden inip yaşlı komşu kadına gitti. İyi kalpli, fakat iyi kalpli olduğu kadar da fakir olan bu kimsesiz kadın:

– Ah, sevgili kızım! Ne oldu sana; hasta mısın, diyerek ona sarıldı. Elinden tutup yatağın üzerine oturttu.

– Margerite Ana! Bulaşıcı humma tehlikeli bir hastalık mıdır?

– Ne! Bulaşıcı humma mı?

Kadın, elinde olmayarak iki adım geriledi:

– Bulaşıcı hummaya mı yakalandın?

– Keşke! Keşke hastalanan ben olaydım!.. Çok pahalı ilâçlar isteyen bir hastalık mıdır?

– Bilmem, dedi yaşlı kadın, çok tehlikeli bir hastalık olduğuna göre; ilaçları da çok pahalı olmalı…

– Bu hastalık çocukları da yakalar mı?

– Evet. Duyduğuma göre, daha çok çocukları yakalarmış?..

– Peki, ilâç verilmezse, hasta ölür mü?

– Ne bileyim, kızım… Hiç hummalı birini görmedim. Fakat duyduğuma göre hastalanan çocuğu alıp götürürmüş…

Fantin artık başka bir şey sormadı. Fırladığı gibi dışarı çıktı.

Giderken:

– Tilak-Darjan misafirhanesi… Evet, yanlış duymadıysam, öyle söylemişti, diye mırıldanıyordu.

İhtiyar kadın hiçbir şey anlamamış; dikildiği yerde öylece kalakalmıştı…

Ertesi sabah yaşlı Margerite, Fantin’in odasına girince, onu yatağında oturmuş, sapsarı donmuş bir halde görünce şaşırdı. Zavallı sabaha kadar uyumamıştı. Başında takke de yoktu.

Margerite bir çığlık attı:

– Aman Tanrım! Fantin, neyin var?

– Bir şeyim yok… Bilakis, Kozet’im ilâçlasızlıktan ölmeyeceği için mutluyum.

Böyle söyleyerek, koynundan bir mendil çıkardı. Mendili açtı. İçinden pırıl pırıl iki Napolyon altını çıktı.

Yaşlı kadın hayretle:

– Fantin! Bu parayı nereden buldun, diye sordu.

– Bulmak ha, dedi gülerek…

Bu kanlı bir gülüştü. Dudaklarında kurumuş kanlar, ağzında kara bir delik vardı.

Üst damağındaki iki ön dişi çıkarılmıştı. Kırk frangı derhal Tenardiyelere gönderdi. Bu alçak karı koca, parayı alınca çok sevindiler. Oynadıkları oyunun başarıya ulaşmasından son derece memnundular. Çünkü, Kozet hasta değildi…

Fantin, aynayı pencereden dışarıya attı. Artık ona ihtiyacı yoktu… Zavallı, güzelliği ile birlikte utanma duygusunu da kaybetti. Bu, sefâletin son alâmetidir. Şimdi çekinmeden sokağa çıkıyor; kendisine hakaret edenlere aldırış etmiyordu. Alacaklılar, rastladıkları yerde onu sıkıştırıyor; borçlarını vermediği takdirde polise gideceklerini söylüyorlardı.

Geceleri öksürerek, ağlayarak geçiriyordu. Sol omzunun altındaki bir sancı nefesini kesiyordu. Günde, on yedi saat dikiş diktiği halde, ona mahkûmlara ödenen ücret üzerinden para verdikleri için, eline dokuz soldadan fazla geçmiyordu.

Nihayet, onu sefaletin en derin çukuruna düşürecek olan tekme yine Tenardiyelerden geldi… Birikmiş

olan yüz frank borcunu göndermediği takdirde hastalıktan yeni kurtulmuş bulunan Kozet’i sokağa atacaklarını yazıyorlardı.

Fantin korkunç bir kahkaha koyverdi:

– Yüz frank, dedi, bu para kimsesiz bir kadın tarafından ancak bir yoldan sağlanabilir!…

Zavallı kadın, nihayet fahişe oldu… Fantin’in macerası, beşeriyetin bir esir satın alma hikâyesidir.

Kimden satın alıyor? Sefâletten…

Yetimlikten, kimsesizlikten, aldatılmışlıktan, ihanetten, iftiradan, çekememezlikten gelen dağ gibi yüklerin altında ezilen bir zavallı ne yapar? Cemiyet ve devlet de el uzatmayınca, sefalet çukuruna yuvarlanır!… Avrupa medeniyetinin esareti kaldırdığını söyleyenler aldanıyorlar. Kiliseye baş kaldıran Avrupa, dine ve onun koruduğu ahlaka da baş kaldırarak büyük bir hata işledi. Meyhanelerin, eğlence yerlerinin, genelevlerin sayısı artmakla hürriyet gelmiş olmaz… Bu, ihtilâlin arzu ettiği “eşitlik ve kardeşlik” prensibi ile bağdaşmaz. Eğer hâlâ sefalet varsa, kızlarımızın ve kadınlarımızın iffeti kendini bilmez mâceraperestlerin çirkin arzularına kurban ediliyorsa; hürriyet güçlülerden yana demektir.

Zayıfları ezen hürriyet, gerçek hürriyet değildir. Fantin, burada sadece semboldür. Cemiyet nice Fantinlerin yıkılışına, esir edilişine ve sefaletin kucağına düşmesine seyirci kalıyor. Evet, esaret teklif ediyor; cemiyet de kabul ediyor…

Fantin, evvelce sahip bulunduğu her şeyini kaybetti. Sefalet bataklığına düşünce taş kesildi… Ona dokunan, taşa dokunduğunu fark edemeyecek kadar sarhoş olanlardı!… Genç, ihtiyar, kibar demeden önüne çıkan adama teslim oluyordu. O mâsum ve utangaç yüzü, sert ve arsız bir çehreye dönüştü. Artık hiçbir şeyden çekinmiyor, kimseden korkmuyordu. Kaybedecek bir şeyi kalmamıştı…

Her memlekette, zengin veya şöhretli babaya sırtını dayamış, işsiz güçsüz takımından züppe gençler vardır. İçki içer, kumar oynar, kadına kıza sarkıntılık ederler. Yapacak bir şey bulamadıkları zaman, eğlence olsun diye kavga çıkarırlar. Polisle başları derde girmez; çünkü babalarının sayesinde kurtulurlar.

Bu züppe gençlerin bir özelliği de şık giyinmek, modayı takip etmek, tiyatroya gitmek, araba ile gezmektir. M Kasabasında da böyle bir züppe vardı. Şık giyinir, başına kral taraftarı olduğunu göstermek için kenarları ince Morilo şapka takardı. Ağzında daima yanan bir puro bulunurdu. Mahmuzlu ve ökçesi demirli bir potin giyerdi. Uzun paltosunun yakaları daima kalkık dururdu. Değnek yutmuş gibi, gururlu ve azametli yürürdü…

Adı Bamatabua olan bu genç züppe, Zenera Kontu’nun akrabası, zengin bir babanın da oğlu idi. Babası, aynı zamanda, Âyân Meclisi’nin üyesiydi.

Bamatabua, zâbitler kahvesinden çıkmış, çalımlı çalımlı yürüyordu. Yanından balu elbisesi giymiş, omuzları açık bir kadın gidiyordu. Alaylı bir sesle:

– Çirkinsiniz Madam! Benim paramla bir kuruş etmezsiniz, dedi.

Kadın hiç sesini çıkarmadı. Dönüp bakmadı. Onu duymamış gibi yoluna devam etti. Adamın canı eğlence istiyordu. Yere eğilip bir avuç kar aldı. İri adımlarla yürüyüp kadına yetişti. Zavallının arkadan iki küreğinin arasına kar doldurdu. Kadın acıyla bağırdı. Bir kaplan gibi geriye dönüp adamın üzerine saldırdı. Tırnaklarını yüzüne batırdı ve şarap kokan ağzıyla en çirkin küfürleri savurdu…

Gürültüyü duyan zâbitler kahvehaneden çıktılar. Gençler gelip toplandılar. Elleriyle tempo tutup kavgayı körüklediler. Adamın şapkasıyla değneği bir tarafa fırlamış, neye uğradığını şaşırmıştı. Kadın, başı açık, saçsız, dişsiz, hiddetinden mosmor kesilmişti. Bağırıp çağırarak adama saldırıyordu.

Kalabalığın içinden uzun boylu bir adam çıkıp kavga edenlere yaklaştı. Kadını, çamura bulanmış

korsesinden yakalayarak:

– Benimle gel, dedi.

Kadın başını kaldırdı. Kendisini yakalayanı görünce şaşırdı. Dili tutulmuş gibi, çığlıkları birdenbire durdu. Korkudan gözleri irileşmiş, mor yüzü sararmıştı. Titriyordu. Javer’i tanımıştı… Kadına laf atan adam, şapkasıyla değneğini aldığı gibi oradan uzaklaşmıştı. Javer, kalabalığı yararak ilerledi. Çaresiz, sefil kadını sürükleyerek polis merkezine götürdü. Kalabalık bu ikilinin arkasına düşmüş, polis binasına kadar bağırarak, gülerek ve eğlenerek gelmişlerdi. Oyunun son perdesini görmek istiyorlardı. Sefalet ve çirkefe batmış bir zavallının acıklı durumu onları neşelendiriyor, polis binasının buzlu camından içeriyi görme ümidiyle birbirlerini itiyorlardı… Bir şey göremeyince çok sinirlendiler. Homurdanarak dağıldılar.

Fantin, karakola girince korkusundan başını sokacak bir delik arayan köpek gibi, bir kenara büzüldü; sakin ve hareketsiz öylece bekledi.

Karakol çavuşu, yanan bir mum getirdi; masanın üzerine koydu. Javer oturdu, cebinden damgalı bir kâğıt çıkarıp yazmaya başladı.

Bu tür zavallı kadınlar, devlet tarafından polisin eline bırakılmıştır. Polis, onlara istediği muameleyi yapar, dilediği cezaya çarptırırdı. Javer, oturduğu sandalyede hem şâhit, hem savcı, hem de hâkimdi.

Kadının, bir beyefendiye; hem de kontun akrabası, hükümet adamının oğlu bir Mösyö’ye hakaret ettiğini kendi gözleriyle görmüştü. Bu tür sokak kadınlarının cemiyetin ahlakını bozduğuna; onlara müsamaha gösterildiği takdirde, namuslu insanların zarar göreceğine inanıyordu. “Kanun adamının vazifesi onlara göz açtırmamak, suç eşittir ceza prensibine uyarak derhal gerekeni yapmaktır.” diye düşünüyordu.

Bir köşede büzülmüş duran Fantin’e pisliğe bakar gibi baktı. Yaptığı rezaleti hatırladıkça, daha çok hiddetleniyor; bir cinayete şâhit olmuş gibi işi ciddiye alıyordu.

Yazısını bitirince kâğıdı imzalayıp katladı. Karakol çavuşuna:

– Yanınıza üç silahlı nöbetçi alarak bu kadını “tomruğa” götürün!

Sonra, Fantin’e döndü:

– Orada sekiz ay kalacaksın, dedi.

Zavallı sıtmaya tutulmuş gibi titredi:

– Sekiz ay mı! Sekiz ay mahpus mu kalacağım, diye inledi. Ya Kozet’im ne olacak? Ah, kızım! Güzel kızım… Minik serçem… Müfettiş Bey! Beni dinleyiniz lütfen! Sekiz ay hapiste kalırsam küçük yavrum ölür… Tenardiyelere yüz frank borcum var… Bu parayı tedarik edip göndermesem, ne olur biliyor musunuz? Yavrumu sokağa atarlar! Siz o adamları tanımazsınız… Dünyanın en acımasız, en zalim insanlarıdır… Yalvarırım size; kulunuz köleniz olayım… O beyefendiye hiçbir şey yapmadım. Yolumda giderken, bana çirkin sözler söyleyip haraket etti. Kötü bir kadın hakarete müstehaktır, diye düşündüm ve sesimi çıkarmadım. Yoluma devam ettim. Lâkin bununla da yetinmeyerek, yerden bir avuç kar alıp koynuma doldurdu. Gördüğünüz gibi, hasta ve zayıf bir kadınım. Belki kızmakla iyi etmedim… Fakat insan bazen kendine hâkim olamaz… O Mösyönün şapkasını bozduğuma pişmanım. Nereye gitti? Kendisinden özür dilemek istiyorum. Ah, Mösyö Javerciğim! Bu defalık beni affediniz. Beni affetmekle, günahsız bir çocuğa yardım etmiş olacaksınız!.. Eğer beni hapse gönderirseniz, zavallı bir çocuğa da ceza vermiş

olursunuz… Çocuğuma, ciğerpârem Kozet’ime bakan adamlar pek zalim, anlayışsız kimselerdir… Eğer, borcum olan yüz frankı göndermezsem yavrumu sokağa atarlar. Yalvarırım size! Ben sokağa düştüm, bari yavrum düşmesin!..

Fantin, iki büklüm olmuş, Javer’in ayakları dibinde Tanrıya yalvarır gibi af diliyordu. Taştan bir heykel olsaydı, o anda insafa gelirdi… Lâkin kararmış bir insan yüreği insafa gelmezdi.

Javer, onu ayağıyla itip:

– Bütün bunları kötü bir kadın olmadan önce düşünseydin, diye gürledi, haydi bakalım kalk ayağa! Sekiz ay cezayı hakettin! Dünyada seni bu cezadan kurtaracak kimse yok!…

Sonra çavuşa döndü:

– Götürün!

İki nöbetçi Fantin’in kollarından tuttular.

Birkaç dakikadan beri, kimse farkında olmadan, bulundukları yere bir adam girmiş; bütün konuşulanları dinlemişti.

Fantin, son bir ümitle, kendisini yere attı. Javer’i yumuşatmak için yalvarmaya başladı. Fakat, daha iki kelime söyleyemeden o kuru öksürüğe yakalandı.

Yabancı dayanamadı. Saklandığı yerden çıkıp iki adım ilerledi:

– Bir dakika sabrınızı rica ederim, Mösyö Javer! dedi.

Müfettiş sesin geldiği tarafa döndü: Sesin sahibini görünce, şapkasını çıkardı. Saygı ile eğildi:

– Afedersiniz, Sayın Başkan, dedi, geldiğinizi duymadım.

Bu “Sayın Başkan” hitabı Fantin’i çok etkiledi. Birden ayağa fırladı. Kollarından tutan nöbetçileri iterek onlardan kurtuldu. Tekrar yakalamalarına fırsat vermeden Belediye Başkanı’nın karşısına dikildi.

Nefretle:

– Ah, Belediye Başkanı denen alçak sen misin?

Sonra kahkaha ile gülerek Mösyö Madlen’in yüzüne tükürdü…

Belediye Başkanı, hiç cevap vermeden yüzünü sildi. Aynı anda:

– Müfettiş Javer, bu kadını bırakın gitsin, dedi.

Javer çıldıracak gibiydi. Bir beyefendiye hakaret eden şu fahişe, şimdi de Belediye Başkanı’nın yüzüne tükürüyordu… Onun nazarında bu öyle dehşetli bir suç tu ki, cinayet bile yanında hafif kalırdı. Bu kötü kadın, Mösyö Madlen’in değil; devletin -hatta Kral’ın- yüzüne tükürüyordu. Ve devletin bir adamı olan Belediye Başkanı, “Onu salıver, gitsin” diyordu.

Müfettiş, ne gördüğü ne de duyduğu şeylere inanmak istemiyordu. Bütün benliği alt üst oldu. Düşünme ve konuşma kabiliyetini kaybetti. İçine düştüğü âni şokun etkisiyle, heykel gibi hareketsiz ve sessiz kaldı.

Belediye Başkanı’nın sözlerini duyan Fantin ise, ondan daha şaşkındı. Gözleri karardı; düşmemek için sobanın kelebek anahtarına tutundu. Boş boş etrafına bakarak mırıldanmaya başladı:

– Salıversinler mi? Salıversinler, gideyim mi? Sekiz ay hapis yatmayayım mı? Bunu kim söyledi? Ah, tabii ya.. İyi kalpli Javerciğim söyledi… Zaten ben senin kötü bir insan olmadığını biliyordum… Ben de aslında kötü bir kadın değilim. Namuslu, kendi halinde, zavallı bir anneydim. Bakmak zorunda olduğum yavrum ve bana yetecek kadar iyi bir işim vardı. Aldığım parayı haketmek için herkesten çok çalışıyordum. Kâhya Ana benden çok memnundu. İşçi kadınlara beni göstererek “Fantin gibi terbiyeli ve çalışkan olun” derdi… Ah, ne kötü bir zamanda yaşıyoruz! Kimseye zararım dokunmadığı halde, arkadaşlarımdan bazıları beni kıskandılar. Çalışkanlığımı ve güzelliğimi kıskandılar. Arkama casuslar takıp beni takip ettirdiler. Kendilerine yavrumu emanet ettiğim Montefermiye’deki Tenardiyeler’e mektup yazdırdığı öğrendiler. Mektuplarını yazan adamı sarhoş edip bir küçük kızım olduğunu söylettiler. Ondan sonra, etrafa bir âşığım olduğunu ve kendisinden bir çocuk peydahladığımı yaydılar. Bu Belediye Başkanı yani fabrikanın patronu da o hasetçi kadınların dedikodularına aldanıp Kâhya Ana’ya emir verip beni kovdurdu… Ah, zalim patron! Beni karşısına alıp dinlemeli değil miydi? Haydi kadınlardan kaçıyor diyelim… Etrafa güvendiği adamlar salıp dedikoduların aslını araştırmalı değil miydi?

Ah, Javerciğim… Bütün müsibetler, işimi kaybettikten sonra başıma geldi. Adım kötüye çıkınca kimse bana iş vermedi… Hizmetçiliği bile çok gördüler. Bütün insanların bana sırt çevirdiği bir sırada yaşlı, kimsesiz, dindar komşum Margerite Ana kucağını açtı:

– Hayır, dedi bu insanlar yalan söylüyorlar… Benim güzel Fantin’im kötü bir kadın olamaz!..

Ancak ne var ki, Margerite Ana bana sıcak kucağından ve güveninden başka bir şey veremezdi… Çünkü, dikiş dikerek yiyecek ekmeğini ancak kazanıyordu…

Beni önüne katıp askeri dikim evine götürdü.

– Bu kıza kefilim; kendisine iş verin dedi.

Akşama kadar asker gömleği diktiğim halde, elime günde on iki soldadan fazla geçmiyordu. Çünkü, bana mahkûmlara ödenen ücret üzerinden para veriliyordu. Halbuki, polisin vazifesi fakirlerin hakkını korumak değil mi? Hapishane müteahhitlerinin bu adaletsiz davranışına engel olup bizim gibi kimsesizleri ezdirmemeleri gerekir… Aldığım para, eğer her ay Tenardiye ailesine on beş frank göndermek zorunda olmasaydım, yine de yeterdi… Bu yetmiyormuş gibi, ikide bir “ilaç parası, doktor parası, elbise parası”

deyip benden yüksek paralar istiyorlardı… Yavrumu sokağa atmasınlar diye onlara boyun eğdim.

İstedikleri parayı gönderebilmek için önce saçlarımı, sonra dişlerimi satmak mecburiyetinde kaldım!.. O

da yetmeyince kendimi pazara çıkardım… Evet, kabul ediyorum… Ben bir sokak kadınıyım; fakat hiçbir zaman bilerek kimseye zarar vermedim… Halbuki benden ne fena kadınlar var ki, arkalarında kendilerini koruyan birileri olduğu için polisle başları derde girmiyor… Benim Tanrı’dan başka kimsem yoktur…

Sokak kadınıyım, ama dinsiz değilim. Ah, bir bilseniz… Her gece nasıl saatlerce ağlarım ve beni bu bataklıktan çekip çıkarması için Tanrı’ya nasıl yalvarırım!..

Mösyö Javerciğim, yemin ederim… Söylediklerimin hepsi doğrudur. Araştırınız, yalan söylüyorsam her cezaya razıyım… Başıma ne geldi ise, bu mendebur Belediye Başkanı’nın yüzünden gelmiştir. Bunak ihtiyar, üç beş dedikoducu kadının sözlerine aldanıp beni fabrikasından kovdu…

Ah, afedersiniz! Farkında olmadan sobanın mandalını çevirmişim… Odanın içi duman dolmuş… Mösyö Madlen, büyük bir dikkat Fantin’i dinliyordu. O konuşurken elini kesesine atmış, fakat boş olduğunu görerek yerine koymuştu.

Fantin’e:

– Ne kadar borcum var, dediniz?

Yüzü daima Javer’e dönük olan zavallı kadın, birdenbire başını çevirdi:

– Sana söz söyleyen var mı, diye çıkıştı.

Sonra neferlere:

– Gördünüz değil mi? Alçağın yüzüne nasıl tükürdüm? Güya bana gözdağı vermek için buraya kadar gelmiş!.. Lâkin, bilsin ki ben ondan korkmuyorum… Ben sadece Mösyö Javerciğimden korkarım.

Müfettişe dönerek:

– Müfettiş Bey… Sizin hak gözeten bir insan olduğunuzu hissediyorum… Bir beyefendinin, bir sokak kadınının koynuna kar doldurması ve kahvehanede bulanan zâbitlerin buna gülmesi haklarıdır… Çünkü biz onları eğlendirmek için varız… Fakat ben sağlığı iyi olmayan hasta bir kadınım… Burada, bakın şu koltuk altımda… Yumruk gibi bir ağırlık hissediyorum. Öksürdüğüm zaman bu yumruk canımı acıtıyor… O

saygıdeğer Mösyönün vücuduma kar koyacağını hiç tahmin etmiyordum. Birden bire neye uğradığımı bilemedim. Sinirlerime hâkim olamadım. Üzerine atılıp şapkasını yere düşürdüm. Ve siz, sonra siz gelir, umumun rahatını temin etmek için kadını suçlu bulur yakalarsınız… Bu sizin hakkınızdır. Fakat, sonra kadını dinler, onun biricik yavrusuna bakmak zorunda olduğunu duyar, sırf o günahsız çocuğun hatırı için afedersiniz… “Yalnız bir daha böyle şeyler yapma, cadı” dersiniz. Ah, söz veriyorum! Bir daha yapmam…

İsteyen bana istediği şeyi söylesin… Yerimden kımıldamayacağım; sesimi çıkarmayacağım. Yavrumun hatırı için her şeye katlanacağım…

Sonra, birdenbire ciddi bir kadın gibi elbisesini düzeltti. Dizlerine kadar çıkmış olan eteklerini indirdi.

Kapıya doğru yürüdü. Nöbetçilere dostane bir tavırla:

– Kardeşler, dedi, müfettişin emri ile serbestim; açın kapıyı da gideyim…

Elini kapı mandalının üzerine koydu. O ana kadar heykel gibi taş kesilmiş olan Javer, mandalın sesi ile uyandı. Hâkim bir tavırla başını kaldırdı. Hâkimiyet kuvvetine sahip olan adam, ne kadar aşağı olursa; hâkimiyet tavrı da o derecede şiddetli olur… Bu tavır, yabani hayvanda vahşilik; aşağı sınıfa mensup adamda ise merhametsizlik şeklinde kendini gösterir.

Javer başını kaldırdı. Emreden bir sesle:

– Çavuş, görmüyor musunuz bu aşağılık kadın gidiyor! Onu bırakmanızı kim söyledi? diye bağırdı.

Mösyö Madlen:

– Ben söyledim!

Fantin, evvela Javer’in sesini işitip titremiş, korkudan tuttuğu mandalı bırakmıştı. Arkasından Mösyö Madlen’in cevabını duyunca iyice afalladı. Şaşkınlıktan nefes almayı bile unuttu. Hayretle, gözlerini Javer’den Madlen’e, Madlen’den Javer’e gezdirmeye başladı.

Javer, kendinden emin bir hükümet adamı tavrıyla:

– Sayın Başkan bu mümkün değil, dedi.

– Neden?

– Çünkü bu âdi kadın, itibarlı ve ve şerefli bir insana hakaret etmiştir!

– Peki, o şerefli insan nerede? Kendisi de burada olup bu kadından şikâyetçi olmalı değil miydi?

– Ben olaya şâhidim! Hakaret gören kişinin burada bulunması şart değildir…

– Beni dinleyiniz, Müfettiş Bey! Sizi namuslu bir adam bildiğimden, amacımı anlatmakta güçlük çekmeyeceğimi umarım. Siz bu kadını yakalayıp götürürken, olayı başından beri seyreden bazı adamlarla görüşüp işin aslını araştırdım… Hepsi de suçun o itibarlı insanda olduğunu söylediler. Gerekirse, o zatı ve olaya başından beri şahit olan adamları buraya getirir, yüzleştirirsiniz… O zaman, eminim, kadını değil, onu tahrik eden adamı suçlu bulacaksınız…

– Ya Belediye Başkanı’nın yüzüne tükürmesine ne demeli?

– Orası benim bileceğim iştir! Bu hakaret size değil, bana yapılmıştır.

– Sayın Başkan! Hakaret size değil, makamınıza ve dolayısıyla devlete yapılmıştır…

– Müfettiş Javer, bu kadının söylediklerini işittim; vicdanımın emrettiği şeyi yapacağım!

– Ben kanunların emrettiği şeyi yapmakla vazifeliyim. Vazifem de bu kadının sekiz ay hapis yatmasını emrediyor…

– Müfettiş Javer!

– Buyurun, Sayın Başkan…

– Siz devlet memurusunuz değil mi?

– Evet efendim…

– O halde aldığınız emri yerine getiriniz. Mesuliyet bana aitir!

Javer, bakışlarını yere indirerek:

– Sayın Başkan emrinizi dinlememeğe mecbur olduğum için çok üzgünüm. İnanın bunu memuriyet hayatım boyunca ilk defa yapıyorum…

– Neden beni dinlemeyecekmişsiniz?

– Madem ki şahsınıza hakaretten kaçınıyorsunuz; ben de o şahsın olayı ile yetineceğim. Çünkü bu mesele polisi ilgilendirir, belediyeyi değil…

– Yazık! Dürüst bir adamsınız, ama kanunlardan haberiniz yok! Ceza Kanunu’nun dokuzuncu, onbirinci, onbeşinci ve yetmişinci maddelerini tekrar okumanızı tavsiye ederim!.. Bu kanunların bana tanıdığı yetkiye dayanarak “Şu kadının salıverilmesini emrediyorum”!

– Fakat, Sayın Başkan?

Mösyö Madlen, Javer’in sözünü kesti:

– Müfettiş, yetkilerinizi sınırlayan 13 Aralık 1799 tarihli kanunun onsekizinci maddesini de bilmediğinizi söylemek zorundayım! Orada polise ait olaylarda, suçlunun mahkeme isteme hakkı olduğunu, mahkeme etmeden onu cezalandıramayacağınızı göreceksiniz!..

– Fakat, Sayın Başkan… Müsaade buyurunuz…

– Artık bir kelime bile etmeyeceksiniz. Çıkın dışarıya!

Javer, kurşunu doğrudan doğruya kalbine yemişti. Devletine, âmirlerine ve vazifesine bağlı bir Müfettişe “Sen kanunları bilmeyen câhil bir adamsın” deniyordu… Doğrusu, bugüne kadar kimse böyle bir şeye cesaret edemediğinden, sözü geçen kanunları okuma fırsatı olmamıştı…

Belediye Başkanı’na selâm verip çıktı. Fantin, kapının bir tarafına çekilerek, önünden Javer’in geçişini büyük bir hayretle seyretti. Birbirine zıt iki büyük kuvvetin, sefil bir kadın için nasıl çekiştiklerini; kendisini koruyan meleğin şeytana nasıl galip geldiğini dehşetle izledi. Ne gariptir ki, kendisini kurtaran adam, dünyada en çok nefret ettiği, başına gelen bütün musibetlerden sorumlu tuttuğu adamdı… Hem de, bu adam, yüzüne tükürüp de hakaret ettiği bir sırada; kendisini kurtarmaya çalışıyordu… Ona beslediği bütün nefretler boşa mı gitmişti? Madlen Baba, gerçekten iyi biri miydi? Şaşkındı, titriyordu… Ne söyleyeceğini bilemiyordu…

Javer çıktıktan sonra, Mösyö Madlen Fantin’e döndü:

– Söylediğiniz şeylerin hepsini duydum, dedi, sizi temin ederim hiçbirinden haberim yoktu!..

Anlattıklarınızın doğru olduğunu sanıyorum; yani size inanıyorum. Benim fabrikamda çalıştığınızı bile bilmiyordum. Söyleyin sizi ben mi kovdum?

– Hayır… Fakat, Kâhya Ana dedi ki…..

– Kovulunca, niçin bana gelmediniz? Ah, kader işte! Eğer söyledikleriniz doğru ise, ki doğru olduğundan şüphem yok… Biliniz ki, siz Tanrı’nın nazarında asla kötü bir kadın sayılmazsınız.

Madlen Baba’nın sözleri, yağmur gibi Fantin’in kalbindeki kirleri silip süpürüyor; ruhunda yeni bir sabahın ilk ışıklarını aydınlatıyordu…

Mösyö Madlen devam etti:

– Vah zavallı kadın! Sana söz veriyorum; ben hayatta olduğum müddetçe sıkıntı yüzü görmeyeceksin!

Şimdi beni iyi dinle: Borçlarının hepsini ödeyeceğim. Çocuğunu yanına getireceğim. İstersen hiç çalışma!

Ömrünün sonuna kadar, senin ve çocuğunun geçimini üzerime alıyorum. İster burada, ister Paris’te; nerede isterseniz orada oturun. İhtiyacınız olan parayı ben vereceğim… Bakın, sonunda Tanrı duanıza cevap verdi! Müfettişe anlatırken duydum: Dinsiz bir kadın olmadığını her gece Tanrı’ya yalvararak bu bataklıktan seni kurtarması için dua ettiğini söylemiştin…

Birden bire hiç beklemediği bir sırada, önüne çıkıveren bu saadet zavallı Fantin’i şaşkına çevirdi… Bu kötü hayattan kurtulmak, ondan daha kötüsü borçlulardan kurtulmak… Sevgili Kozet’ine kavuşmak… Hür, zengin, namuslu bir anne gibi yaşamak… O sefalet karanlığının içinde, birden bire böyle cennet nimetlerinin parladığını görmek…

Kendisine bu vaadleride bulunan adama hayran hayran bakıyor; bir şey söyleyemiyordu… Hıçkırıkları boğazında düğümlendi. Madlen Baba’nın önünde diz çöktü. Adamın kendisine mani olmaya çalışmasına aldırmadan, onun elini yakaladı.

Fantin, Mösyö Madlen’in elini öptü ve bayılıp düştü…

 

Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe… Bugün 72 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin… 

 

Fikir Kırıntıları – 1

fikir-kirintilari 71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur Schopenhauer140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak  bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.

Kitap tanıtan kitap 7

kitap-tanitan-kitap-7 - kucuk 71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur SchopenhauerKitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı“Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi veSeksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların  yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:



71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur SchopenhauerDerin Lügat 3.0

Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.

3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.

İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler.  Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?

Aydınlanma ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.

Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.

İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

Edward Hopper’ı okumak

hopper-kapak 71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur SchopenhauerAmerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.

Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte 71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur Schopenhauer

Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.

İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocukları

oteki-sinemanin-cocuklari 71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur SchopenhauerYakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6 71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur SchopenhauerKitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansin 71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur SchopenhauerSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.


tezyin_kapak-150 71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur SchopenhauerGözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur SchopenhauerT.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapak 71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur SchopenhauerGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak 71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur Schopenhauer

Fethullah Gülen’i iyi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitik 71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur SchopenhauerAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” 71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur Schopenhauerdemokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Kürtlerin Tarihi Üzerine

kapak_kurt-tarihi-uzerine 71 kitap indirin72 kitap indirin Güzelin Metafiziği / Arthur Schopenhauer80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin