RSS Feed for This Post

Sana “Rumeli’yi hatırla” demiyorum; unutamazsın zaten…

rumeli-osmanli

(Keşkül Dergisinde yayınlandı)

“…  Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Zırh gibi sertleşmiş sırtının üstünde yatmaktaydı ve başını biraz kaldırdığında bir kubbe gibi şişmiş, kahverengi, sertleşen kısımların oluşturduğu yay biçimi çizgilerle parsellere ayrılmış karnını görüyordu; karnının tepesindeki yorgan neredeyse tümüyle yere kaymak üzereydi ve tutunabileceği hiçbir nokta kalmamış gibiydi. Gövdesinin çapıyla karşılaştırıldığında acınası incelikteki çok sayıda bacak, gözlerinin önünde çaresizlik içerisinde, parıltılar saçarak sallanıp durmaktaydı …”

Kafka’nın ünlü romanı Metamorfoz böyle başlar. Değişim değildir Metamorfoz, baştan aşağıya bir dönüşümdür, eski hüviyetini kaybedip başka bir şey olmak, yeni bir hüviyet almaktır. Ama başlangıçta direnir Gregor Samsa. Evdekilerden 5 dakika izin ister. Treni kaçıracağını düşünür, patrondan azar işitmekten korkar. Dışarıdan bakıldığında dev bir böcek olan Gregor nasıl olur da hâlâ insan gibi düşünebilmekte, ‘insan’ hüviyetini muhafaza etmektedir? Elbette hâfızası sayesinde. Zira biz uykudayken ben’liğimizi hıfz eden ve her sabah aynı bedene uyanmamızı sağlayan o Kudret Tecellisi sayesinde eski ben’leri yeni ben’lere bağlarız. Yine bu tecelli sayesindedir ki biz düşler âleminden çıkarken rüyâlarımızı orada bırakırız; uykuya dalarken emanete bıraktığımız Ben’liğimizi geri alırız ve uyanışın gümrüğüne takılmadan geçeriz. Bize gösterilenler (rüyâlar) gümrükten geçerken hüviyet değiştirip hâtıraya dönüşür. Ejderhalar, yakutlar, zümrütler hâtıra sandıklarında hıfz edilir. Tıpkı seyahat dönüşü eşe dosta getirdiğimiz hediyelik eşya gibidirler. Köpek düşü ısırmaz, elma düşü yenmez.

Fakat Gregor Samsa için işler biraz karışıktır. Çünkü yeni başlayan böceklik hayatı da hâfızasında iz bırakacaktır. Böcek ağzıyla yemeyi, sert ve yuvarlak sırtıyla yatıp kalkmayı, altı bacakla tavanda yürümeyi öğrendikçe böcek kimliği insan kimliğinin yerini alır. Belli bir noktada kimlik krizi yaşar Gregor: İnsan hâfızalı bir böcek midir yoksa böcek vücûdlu bir insan mı? Artık bu sorunun cevabını verebilecek durumda değildir.

‘Rûmeli’ diye yazılır, ‘Osmanlı’ diye okunur

rumeli-osmanli-4Yıldızlı bir gecede şehrin gürültüsünden uzak bir köşeye çekilin, telefonunuzu kapatın, dikin gözlerinizi yukarı. ‘Gök kubbe’ gerçekten kubbe şeklinde mi? Yoksa yıldızlar size çok uzak oldukları için yarıçapı göz menzili kadar olan bir kubbe mi görüyorsunuz? Eğer kâinât dünyanın üzerine kapatılmış bir kubbe değilse gördüğünüz kubbe sizin dışınızda değil içinizde demektir. Ve siz gözlerinizle değil aklınızla görüyorsunuz o kubbeyi yani ‘içeride’ inşâ ediyorsunuz demektir. Tam da bu yüzden yani ferdî ve içtimaî hüviyetler dış âlemden mücerred olarak inşâ edildiği için hiç beklenmedik bir anda yıkılabilir: İlk defa kendimi Gregor Samsa gibi hissettiğimde Paris’teydim daha doğrusu Paris yakınlarındaki Versailles Sarayı’nda. Târihî belgelerin sergilendiği salonda 1539 tarihinde (eski Fransızca ile) yazılmış bir kral fermanı gördüm, şöyle diyordu:

“… art. 110. Que les arretz soient clers et entendibles

Et afin qu’il n’y ayt cause de doubter sur l’intelligence desdictz arretz. Nous voulons et ordonnons qu’ilz soient faictz et escriptz si clerement qu’il n’y ayt ne puisse avoir aulcune ambiguite ou incertitude, ne lieu a en demander interpretacion.

Türkçesi: Madde 110. Hiç bir şüphe uyandırmaması ve net bir şekilde kavranabilmesi için kararnâmeler açık ve anlaşılabilir olmalı. İstiyoruz ve emrediyoruz ki hiçbir çokanlamlılık veya belirsizlik bulunmamalı, yoruma gerek duyulmamalı …”

osmanli-rumeli-1İlk defa ayak bastığım Fransa’da neredeyse 500 yıl önce yazılmış bir resmî belgeyi okuyup anlayabiliyordum ama doğup büyüdüğüm topraklarda 100 yıl önce yaşayıp ölmüş olan öz dedemin ilkokul karnesini okuyacak durumda değildim. Fransız bedenine sıkıştırılmış bir Osmanlı mıydım yoksa kendisini Osmanlı zanneden bir Fransız mı? Bilmiyordum! Ben yokken birileri ‘dil devrimi’ yapmış, lisânım devrilmiş ve bir kimlik enkazı altında kalmıştım.

Eğer geçmişim, atalarım Osmanlıysa benim de Osmanlı olmam gerekirdi. Ama medresede değil üniversitede okudum. Lisânım ve dünya tasavvurum laik/lâdinî müesseselerde şekillendi. ‘Edirne’den Ardahan’a’ uzanan bir tür ‘Türk kimliği’ öğrendik okulda ama adı üstünde öğrenilmiş bir kimlikti bu; dış kaynaklı, içeride hissedilmeyen:

“… Sana benim gözümle bakmayanın

Mezarını kazacağım.

Seni selâmlamadan uçan kuşun

Yuvasını bozacağım …” (Arif Nihat Asya)

Türk olmayanların, hatta hayvanların bile Türk bayrağını sevme mecburiyeti… Ceberût bir sevgiye (?) dayanan böylesi bir hüviyet günlük hayatın gerçeklerine ve hislerimize tekabül etmiyor. ‘Edirne’den Ardahan’a, Sinop’tan Anamur’a’ kadar parsellenip kamulaştırılan devlet Türklüğüne bir şey eklemek ya da çıkarmak mümkün değil. Etrafı dikenli tellerle, mayın tarlalarıyla çevrili. Resmî Türklük bahçe görmemiş bir pencere önü çiçeği gibi; arılardan ve kelebeklerden habersiz. İstanbul’dan 100 sene evvel feth edilen (İslâm’a açılan) Rûmeli nerede? Arnavutluk, Kosova, Makedonya’daki ecdâdımız Cumhuriyet Türklüğünün kapsama alanı dışında kalmışlar. Oysa Osmanlı doğudan gelip batıya gitmedi ki! Batıda doğdu ve batıda büyüdü. Osmanlı âlimleri, vezirleri, kurucu müesseseleri, Arnavutlar ve Boşnaklar gibi başat unsurlar hep batıdan, en azından Anadolu’nun batısında kalan yerlerden. Osmanlı’dan kalan 15.000’den fazla mimârî eser var Rûmeli’de. Büyük ihtimalle bu rakam Bursa’nın doğusunda kalan Anadolu’daki eserlerden fazla. Osmanlının ‘merkezi/beşiği’ denebilecek derin bir coğrafya arasak bu Anadolu mudur yoksa Rûmeli mi? İstanbul’un fethiyle taçlanan sürece beşiklik eden merkez, kanaatimce Bursa’nın batısından Adriyatik denizine uzanan bölgede aranmalı.

rumeli-osmanli-34Hatırlıyorum, öyleyse varım

İnsan kendi varlığını geçmişiyle anlamlandırır. Geçmiş gerçekte geçip gitmez. Tersine olaylar (başımıza) gelir ve yatıya kalır; yaşanmakta olan şeylerin mânâsı mâzide saklıdır. Yani hatırlanan şey geçmiştir ama hatırlama fiili an içinde, her an yeni bir ‘şimdi’de gerçekleşir:

« … Geçmiş kısmına bakarak ona ‘mâzi’, gelecek kısmına ‘gelecek’ ve bulunulan zamanı ‘şimdiki zaman’ diye isimlendirir ve ona ‘an’ deriz. An (kendisi de zaman olsa bile) geçmiş kısım ile gelecek zaman arasındaki sınır demektir … » (Fütûhât-ı Mekkiyye, c. 14 (Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hazretleri)

İşte bu yüzden Cumhuriyetin bize mîrâs bıraktığı kimlik krizi Gregor Samsa’nınkinden de beter. Çünkü “Bir gece Osmanlı yattım, ertesi sabah Türk kalktım.” diyemiyoruz. Cumhuriyet Türklüğü Kerkük’te, Kosova’da, Dedeağaç’ta yaşayan ve Türkçe konuşan insanları bile kapsama alanı dışında bırakıyor. Üstelik Türk dış işlerinde hâlâ hâkim olan ezberler yüzünden Osmanlı bakiyesi Pomaklara, Arnavutlara, Boşnaklara ‘Balkan Türkü’ demek gibi tuhaflıklar da var. Hem kimliğine hürmette kusur ettiğimiz bu halkları incitiyoruz hem de onları Balkanlara sonradan gelmiş istilacılar gibi gösteren Sırbistan, Yunanistan ve Hırvatistan’daki ırkçılara koz veriyoruz. Kısacası kamusal alana çevrilmiş, resmî ideoloji söylemine hammadde yapılmış Türklük gerçek hayata tekabül etmeyen sun’î bir Türklük. Üstelik aklımıza giydirilmiş bir deli gömleği olduğu için son derece de zararlı:

rumeli-osmanli-38“… Tek Parti dönemi statükoculuğunun ve resmî ideolojisinin mimârlarından olan Falih Rıfkı Atay bu anlatımında Niş’in ve Balkanların kaybedilmesinin herhangi bir sona neden olmadığını, bir facia olarak nitelendirilemeyeceğini söylemeye çalışmaktadır. Daha doğrusu, “Meriç’in ötesi cehennem, bizi alâkadar etmez, oralara gitmek sadece 500 yıllık boş bir maceraydı ” söylemini dile getirmekte, teorik çerçevesini belirlemektedir.

Bu politika, Cumhuriyet döneminin başlangıcından son dönemlere değin devletin temel hariciye politikası olarak takip edilegelmiştir. Türkiye’nin Mîsâk-ı Millî hudutları dışındaki bölgelere yönelik kayıtsızlık politikasının faturası çok ağır olmuştur. Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana üç çeyrek asır geçmiş olmasına rağmen hala eldekini muhafaza etme, bunu da kaybetmeyelim politikası devam etmekte, parçalanma ve bölünme fobisine dayalı politikalar temel teşkil etmekte, ülkenin önü tıkanmaktadır. Bu durumda Türkiye, etrafındaki güvenlik çemberine kayıtsız kalmaktadır. Özellikle statükocu politika izleyenlerde ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ söylemine dayalı tenbellik politikasının devamı, durumu daha da vahim hale getirmiştir. Gerek Bosna Savaşı sırasında, gerekse Kosova olaylarında bu politikanın, Türkiye’ye ve Balkan Müslüman azınlığına faturası çok ağır olmuştur …” (Müfid Yüksel, Türkiye’nin Rûmeli Politikası ve Mamuşalılar)

Kafamızı artık kuma gömmeyelim, ortada Hitler’e, Mussolini’ye öykünerek inşâ edilmiş1930 model bir ulus devlet var. ‘Çağdaş medeniyet seviyesi’ denildiği zaman 2000’lerin değil 1930’lu yılların Avrupasına benzeyen bir devlet kastediliyor. Zaten Avrupa’nın çoktan unuttuğu Arjantin tangosunu bizim ‘çağdaşların’ hâlâ ısrarla dinlemesi de eski bir çağın çağdaşı olduklarını göstermiyor mu?

Zihinler işgal altında, kelimeler mayın gibi

Osmanlı’nın izini bulmak neden bu kadar zor? Sanırım lisânımızda kirlilik var. Orta Asya’dan geldik, Orta Doğu’ya yerleştik.” Hep ortalarda, iki arada bir derede miydik biz? Objektif tarih yazma iddiasındaki tarihçiler neden hiç ‘bizi’ merkeze koymazlar? Meselâ Avusturya’ya ‘orta batı’ ve Manchester’a ‘uzak batı’ diyen tarihçi var mı? Bize ‘orta’ denildiğine göre bir merkez olmalı. Nerede o merkez? Paris? Londra?

Bütün bu sorgulamalardan şunu anlıyoruz: Osmanlı ülkesi ne/neresi değildir? Avrupa’nın benzin istasyonu değil, kendisini dünyanın merkezi zannedenlerin kenar mahallesi değil, (Londra’ya, Paris’e) orta (mesafedeki) doğu yani Orta Doğu değil. Osmanlı ülkesi bunların hiç biri değil.

rumeli-osmanli-389İlk, orta, lise… 11 sene tarih okuyorsunuz, sonra bir bakıyorsunuz ki tarihiniz öyle değil. Bildiklerinizi unutmak için en az bir 11 sene daha gerekiyor. Kitaplar yazmıyor İstanbul’u fethetmeye Osmanlı’nın doğudan değil batıdan geldiğini. 1453’ün Osmanlısı Anadolulu olduğundan daha fazla Rûmeliliydi. Fransız tarihçi Robert Mantran fetihten sonra Osmanlı teb’asında önemli ölçüde Rum ve Sırp olduğunu yazıyor. Oysa karanlıkta kalan aydınlarımız Balkanlar’daki varlığımızı kâh bir macera kâh geçici bir istilâ gibi göstermeye çalışıyorlar. Sanki Anadolu tamamen Türk ve Müslümanmış ve Osmanlı büyük bir imparatorluk olduktan sonra batıya yürümüş gibi. Gregor Samsalaşmanın izi zannediyorum tam olarak bu meselenin altında saklı. Meselâ Zeytindağı’nda Falih Rıfkı Atay şöyle demiş:

“… Berlin Konferansı sırasında, Osmanlı’nın Niş’i de bırakması talep edildiğinde, Osmanlı murahhası olan paşa sinirlenerek, eğer Niş’i de istiyorsanız, ne hacet İstanbul’u da size verelim, bu mesele olsun bitsin, der. Bizim baba ve dedelerimiz için Niş İstanbul kadar yakındı, Niş’in kaybedilmesiyle Osmanlılığın, Türklüğün biteceği zannediliyordu. Halbuki, bizim çocuklarımızın Avrupası Marmara ve Meriç’te bitiyor …”

Afrikalılar fazla batılılaşan zencilere ‘bounty’ derler, hani şu içi beyaz, dışı kahverengi olan Hindistan cevizli çikolatalara binaen. Falih Rıfkı Ataylar da bizim bountylerimiz. Dışarıdan bakınca bizden ama içine bakınca bize düşman. Kendi medeniyetinin manevî değerlerine yabancı, Batılı olamamış ama batıya hayran olmuş, her kavganın müzmin mağlupları. Ama köşe başlarında yine onlar: Tarihi çarpıtan rezil TV dizilerinde, üniversitelerde, medyada, eğitimle ilgili hemen her kurumda. ‘Tarihi yanlış bilmek’ kusuru kurumsallaşıp normalleşince doğru bilenler yaftalanıyor: ‘Yobaz, Osmanlıcı, irtica…’

Dedik ya enkazın altından kalkamıyorsak lisânımızda var bir ifsâd. Tarih şuuru bir yanda, pişman olmuş suçlu çocuk psikolojisi diğer yanda. İkisi beraber yürümüyor. Zihinlerimiz işgal altında oldukça, mayın gibi sözler düşünmemizi engelliyor: “…Orta Doğu bataklığı, Balkan cehennemi, üç tarafı deniz, dört tarafı düşmanla çevrili cennet vatan…”.

Osmanlı fetişizmi başka, Osmanlı başka…

rumeli-osmanli-555Bu konuyu sorgulayan münevverlerimizin gözden kaçırdığı bir gerçek var: Osmanlı kendi hüviyetini bir Selçuklu nostaljisiyle ya da Emevîlere, Abbasîlere öykünerek inşâ etmedi. Edemezdi de… Zira Osmanlı’ya dayatılan bir dış gerçeklik vardı: Yer şekillerinden, iklim koşullarından tutun da Bizans’la, Venedik’le, Türk beylikleriyle şekillenen jeopolitiğe kadar uzanan bir dış gerçeklikti bu.

Bunun yanında şüphesiz bazı ‘iç’ gerçekleri, daha derunî bir yönü de vardı ecdâdın. Feyiz aldıkları âlimlerin ve mürşidlerin Kur’ân’a ve Sünnet’e bağlılıkları muhakkak ki ‘Derin Osmanlı’ hakîkatinin temel taşıydı. Ama bunu söylerken alışık olduğumuz şekilde bando mızıkayla ilân edilen çiğ bağlılıklardan bahsetmiyorum. Türbe içindeki besmelede ra harfinin ‘ayağını’ sandukaya doğru uzatmayan hattâttan bahsediyorum. Muhabbetin izhârındaki bu mahremiyeti anlamamız biraz zor. Çünkü sadaka taşlarıyla büyümedik. Fakirden çok gazeteci televizyoncu çağırılan Ramazan çadırlarıyla büyüdük. Takdir edersiniz ki sahte tevâzu dahi böbürlenme vesilesi olunca kulda bulunması gereken acziyet şuurunun genç kuşaklara aktarılması imkânsız. Haliyle Mimâr Sinân Hazretleri gibi insanlar yetiştirmek yerine onun câmileri gibi câmi yapmaya çalışıyoruz. Yeni yapılan câmilerin betonarme birer Osmanlı kopyası olması yahut uçan daire ile nükleer santral arası oryantalist-melez stilde dikilmesi bu yüzden.

Evet… Halka hizmet etmek için değil halkını adam etmek (!) için kurulmuş bu ulus-devletin dayattığı resmî Türklük gibi Osmanlı nostaljimiz de şekilci ve yüzeysel. Tam da bu yüzden tarih şuuruna dayanan hüviyet mefhumu kaybolmuş. ‘Laik, modern, çağdaş’ hüviyetlere direnmek isteyenler de farkında olmadan aynı hatayı tekrar edip duruyorlar. Çünkü birer makbul vatandaş fabrikası olan millî eğitim okulları halkı rozet ve sloganla adam ettiğini sanmış. Bu baskıya tepki olarak doğmuş Osmanlıcı (Osmanlı değil) bir kuşak var. 1930’a endeksli Cumhuriyet kuşağı gibi onlar da 1930’a tersinden endeksliler; Osmanlı değiller, Osmanlıcılar: Tuğralı yüzükler takmak ve stadyumda mehter çalmak gibi çiğ bir Osmanlı fetişizmi. Pâdişâh kostümüyle resim çektiren turistleri andıran bu insanlar modern araçlarla yeni bir kimlik icâd etmek peşindeler; hatırlamak derdinde değiller. Osmanlı fetişizmi siyasete gerekli ya da ticarete faydalı olabilir ama sun’î, yüzeysel ve kırılgan.

Rûmeli’yi kaybetmedik, kendimizi kaybettik

rumeli-osmanli-1555Kendinizi en çok nereye ‘yakın’ hissediyorsunuz? Saraybosna’daki Gâzi Hüsrev Bey Türbesi’ne mi yoksa Anıtkabir’e mi? Üsküb çarşısına mı yoksa İstanbul’daki Akmerkez ve Cevahir gibi alışveriş merkezlerine mi? Boğaz Köprüsü’nden defalarca geçtiniz de belki Mostar Köprüsü’ne hiç çıkmadınız. Bulgaristan’daki Kırcali Cebel Câmii’nde hiç namaz kılmadınız. Ama itiraf edin, Rûmeli’deki Osmanlı eserlerinin resimlerine bakarken bile içiniz ısınıveriyor. Nasıl oluyor bu?

Aslında şaşıracak bir şey yok. Pozitivizm ile iğdiş edilen akıllarımız ve gözlerimiz yakını uzak görüyor, uzağı da yakın sanıyor. Mekân’ı homojen/tekdüze bir varlık gibi algılamamızdan kaynaklanıyor sıkıntı. Oysa insan yönlü olarak yaratılmış bir varlıktır. Konuşana yüzünü dönmek ya da dönmemek manâlıdır. Sırt üstü uzanmak hürmetsizliktir ama yüzükoyun yatmak birçok kültürde bîattir, itaattir hatta secde gibi abdiyet alâmetidir. Benzer şekilde insan’ın iki gözünün de önde olması ona yön verir. Kıble’ye döner, terk ettiklerine sırtını döner… Mekân’ı homojen addeden biri alt üst metafiziğini de anlayamaz. Oysa bütün dünya lisânlarında erdem yüksek, ihanet ise alçakçadır, şerefsiz olan ayaklar altına alınır, kimi gözden düşer, kimi borsada yükselir. Özetle yakın, uzak, ön, arka, aşağısı, yukarısı bilimsel gerçeklikler değil her biri manâ taşıyan indî harflerdir. Yönler manâlara işaret eden harflerdir. Zygmunt Bauman’ın sözlerini hatırlarsak:

“… Yakın olan demek; el altında, âşina olunan, alışılmış, açık şekilde bildik olan şeydir. Her gün görülen, rastlanan, uğraşılan ya da etkileşime girilen, alışkanlık haline gelmiş ve her gün yürüttüğümüz faaliyetlerle iç içe geçmiş kimse ya da şeydir. ‘Yakın,’ insanın içindeyken kendini evde hissedebildiği yerdir. Olmaz ya, olsa bile, kişinin içinde kendini nâdiren yitirdiği, nasıl konuşup nasıl davranacağını nâdiren bilmediği bir mekândır. ‘Uzak’ (?gurbet) olan ise kişinin ancak zaman zaman girebildiği ya da hiç giremediği, içinde kişinin öngöremediği ya da kavrayamadığı şeylerin meydana geldiği ve o zaman da nasıl tepki vereceğini bilemediği bir mekândır: Kişinin hakkında çok az şey bildiği, fazla bir şey bekleyemeyeceği ve özen gösterme yükümlülüğü hissetmeyeceği şeyleri barındıran bir mekândır. İnsanın kendini ‘uzak’ bir mekânda bulması cesaret kırıcı bir tecrübedir; ‘uzaklara’ açılmak demek, idrâk sınırlarını aşmak, yersiz ve dayanaksız kalmak, sıkıntıya ve korkulan kötülüklere davetiye çıkarmak demektir…’Uzakta’ olmak sıkıntı içinde olmak demektir. Bu yüzden akıl, hile, beceri ya da cesaret ister… Oysa ‘yakın’lık fikri bir sorunsuzluk timsâlidir; acı çekmeden edinilmiş alışkanlıklar iş başındadır ve alışkanlık olduklarından, ağırlıklarını hissettirmez, çaba istemez ve endişe yüklü tereddütlere mahal vermezler. ‘Yerel cemiyet’ olarak biline gelen şeyi var eden, ‘burası’ ve ‘orası,’ ‘yakın’ ve ‘uzak’ arasındaki bu zıtlıktır …” (Küreselleşme, içtimaî neticeleri)

Rûmeli bir harftir, sen ise onun mânâsı

Ne acayiptir, beyin yıkama yoluyla insan atasından bile nefret ettirilebiliyor da güzele, güzelliğe kayıtsız kalamıyor. Türkiye’de doğup büyüdüğü halde Osmanlı’ya alenen düşmanlık edenlerin evlerine bakın. Osmanlı’dan kalma hat ve ebru örnekleriyle, İznik çinileriyle karşılaşacaksınız. En güzel İstanbul kartpostallarında Cumhuriyet dönemi binaları değil Mimâr Sinân’ın câmileri var. Yahut yaşadığınız şehri şöyle dolaşın. Cumhuriyet döneminde kurulmuş hemen her Anadolu şehri birbirine benzer. Özgün bir Cumhuriyet Dönemi mimârisi veya şehircilik anlayışı yoktur çünkü. Neden Cumhuriyet döneminde Roma, Paris, Venedik gibi şehirler kurulmamıştır meselâ? Edirne’mizi, Bursa’mızı ve İstanbul’umuzu bir kenara koyun. Cumhuriyet’in mîrâsı olarak Üsküb, Saraybosna gibi güzel şehirler yok. Osmanlı medeniyetinin beşiği Rûmeli’ye ‘macera’ diyen Falih Rıfkı Atay gibi insanlar bile Osmanlı mîrâsı güzelliklere bakın nasıl teslim olmuşlar:

“… Bir cenaze töreni için şehitliğe ilk defa gidiyordum. Yeni kabirlere ve mezar taşlarına baka baka ürperdim. Bu kültürsüzlük ancak telefon kılavuzlarındaki soyadları zevksizliği ile kıyaslanabilir. Kendi kendime; “Yeni mi ölmeye başlayan bir milletiz?” dedim.

Giriş kapısı yanında eski ölmüşlerin mezar taşları gözümde birer anıt değeri bağladı. Yaşayışımız değiştiği için, şehir ve evlerimizdeki kültür buhranının tahrîblerine, ne kadar acınsak da, biraz hak verelim. Fakat her zamanki gibi ölmüyor muyuz? Yeni yazıda bir kitâbe üslûbu bulamaz mı idik? Kabir ve taşlar üstüne Türk san’atkârını çalıştıramaz mı idik? Öyle acayip manzaralar var ki, insanın altındakine Fâtiha okumadan önce yaptırıcısına lânet okuyacağı gelir. (…) En önce değiştirilecek şey ki kafamızdı, onu hâlâ omuzlarımızın üstünde iki tarafa sallaya sallaya taşıyoruz. En sonra pek titiz bir dikkatle değiştirilecek şeylerden ise hemen hiçbir şey bırakmadık. Kahvelerimizde, sediri geri, iskemle üstünde oturan hicri on dördüncü asırlıyı, sadece bağdaş kurmadığı için, ileri buluyoruz. Kitapta melez, hayatta melez, nihayet mezarlıkta melez, ne düşünüşte, ne yaşayışta, ne de ölüşte aklımıza âhenk, zevkimize âhenk verebiliyoruz. Ne o türlü, ne bu türlü, hatta ne de başka türlü, türlü türlüyüz …”(Zeytindağı)

Evet… Bir medeniyetin inşâ’ı güzel taşla, güzel betonla değil ancak güzel insanlar yetiştirmekle mümkün. Cisimlerin güzel olması için normlar, standartlar koymak imkânsız. Rönesans’tan sonra bu yola giren Avrupa san’atında acımasız bir tektipleşme görüyoruz. Atay’ın tabîriyle; “Bu kültürsüzlük ancak telefon kılavuzlarındaki soyadları zevksizliği ile kıyaslanabilir.” Fakat ne acayiptir ki tektipleşme sadece Rönesans sonrası Avrupa’da değil Komünist dönem Rusya’sında da var. Hatta Komünizm ile savaşan Kapitalist ülkelerde son 100 yılda inşâ edilen binalar, çizilen resimler ve bestelenen müzikler şaşırtıcı şekilde Komünist san’atçıların eserlerine benziyor. Yani ABD, Rusya, Fransa kendi içlerinde tektipleşmekle kalmıyor, birbirlerine de benziyorlar. Tabiî ülkemiz de bu çirkinleşmeden nasîbini aldı: Gaziantep’te, Kaliforniya’da yahut Moskova’da dikilen toplu konutları, sinema salonlarını yahut stadyumları birbirinden ayırmak imkânsız.

Rûmeli’deki gibi güzel binalar yapmak için Osmanlı’nın yaptığı gibi güzel insanlar yetiştirmek gerekir demiştik. Bugün binalarımız çirkinleştiğine göre ahlâken gerileyen, çirkinleşen bir insanlık mı var yeryüzünde? Müslüman şehirler kimliksiz kaldığına ve dünyadaki diğer şehirlere benzediğine göre ahlâken de Müslümanlar acaba ‘ötekilerle’ aynı derekeye mi düştüler?

Gelin bu sorulara İslâm dışı bir kaynaktan cevap arayalım. Ressam ve Filozof Wassily Kandinsky’nin güzel san’at-güzel insan münasebetini tahlîl ettiği Resim San’atında Maneviyat adlı kitabına başvuralım. 1954’te basılan bu denemesinde Kandinsky maddeleşen ve dünyevîleşen san’atı şu sözlerle eleştirir:

“… [böyle bir] san’atın nimeti belirli bir seviyedeki insanlar için zehir olur. Küçük dozda alındığında ruhu yavaş yavaş alçaltır. Yüksek dozda sert bir düşüşe sebep olur. Romanlarından birinde Sienkiewicz manevî hayatı yüzmeye benzetir: Yüzmek için sürekli çaba göstermeyen batmaya mahkûmdur. Yetenek denen şey bir lanet, bir uğursuzluk olur san’atçı için. ‘Alçak’ bir takım ihtiyaçların tatmini için kullanılan yetenek güya artistik bir şekil verir kirli bir muhtevaya. San’atçı zayıflık ve kötülükle insanları aldatır ve kendilerini aldatmalarını kolaylaştırır. Sahtekârdır çünkü manevî susuzluklarını temiz bir kaynaktan doyurduklarına ikna eder onları. […] San’at’ın nimetinden mahrum kalınan böyle zamanlar manevî hayatın kokuştuğu dönemlerdir.Bu kör ve sağır dönemlerde insanlar şekilci olurlar ve sadece teknik ilerlemelere önem verirler. Bedene faydası olan şeyler ön plana çıkar. Maneviyat aşağılanır hatta yok sayılır …”

Sonsöz: Osmanlı’daki ümmet şuuru ve birlik ruhu ihyâ edilebilir mi?

Baştan beri sorguladığımız meseleler ve bulduğumuz cevaplar ışığında bu ihyânın mümkün olduğu âşikâr. Üstelik büyük bir orduya veya muazzam sermaye birikimine ihtiyacımız yok. Ancak bazı fikrî tuzaklardan kurtulmak gerekiyor.

Bunlardan en önemlisi zamanı geri sarma, ‘Osmanlı’yı geri getirme’ arzusu. Yaşanmış bir travmayı aşmak o tecrübeyi silmek demek değildir. Çünkü hayatın her ânı bir kez ve geri dönmemecesine yaşanır. Hastalığın ardından gelen iyileşme tecrübesi hastalığı silmez. Biz de ‘Türkler’ veya ‘Osmanlı torunları’ olarak yeni bir kimlik ihdas ederken bu gerçeği kabul etmek zorundayız. Aksi takdirde babasının ceketini giyen çocuklar gibi gülünç duruma düşmekten kurtulamayız.

Bu sebeple mücadelenin zemini ilim ve tefekkür olacaktır. Meselâ stadların âdetâ tapınak, futbolun ise yeni bir din (!) olduğunu idrâk etmemiz bu savaşın cephelerinden birisidir. Millî takım maç kazandığı zaman stadyumda mehter çalınıyor çünkü insanlar zincirlerini kanat sanıyorlar. O mehterle beldeleri İslâm’a açan fâtihleri, şehîdleri incittiklerini fark etmiyorlar bile. İngiliz’in futboluyla İngiliz’in müsaade ettiği kadar muzaffer ve mağrur (!) zihinler öylesine işgal altında ki, namaz için bir saat ayıramazken 4 saat maç seyretmeye, 2 hafta aynı maçı konuşmaya harcayabiliyor.

Evet… En ağır yenilginin altından bile kalkılabilir ama mağlubiyeti zafer zanneden bir nesil hiçbir şey yapamaz. Ümmet şuuru ve birlik ruhunu ihyâ yolundaki en büyük engel işte bu zanlar ve tasavvurumuzdaki ifsâd. Zihnimizde temsil ettiğimiz dünya ile içinde yaşadığımız gerçek dünya arasındaki uçurum ise ancak ilimle kapanabilir.

Gandhi, bir gazetecinin “Batı medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorması üzerine “İyi fikir, yapsanız iyi olur.” demiş. Gerçekten de Batı dünyası Rönesans’tan beri ‘ilerleme’ adını verdiği bir gerileme içinde. ‘Aydınlanma’ denilen karanlık çağın doruk noktasında iki dünya savaşı yapıldı ve atom bombaları, toplama kamplarıyla akıl almaz seviyelere ulaştı zulüm. Ateşkes ile barış arasındaki farkı bilmeyen bu insanların “Medeniyet götürdük.” dedikleri her coğrafyada kan ve gözyaşı var.

Zan, tasavvur ve lisândaki ifsâd diye başlamıştık söze. Müslümanların Batı’yı medeniyet zannetmesi büyük bir yanılgı. Ama bu yanılgı Batı’yı değil medeniyet mefhumunu yanlış tanımaktan mütevellit. İşte Rûmeli’nin Osmanlı’sıyla aramıza kurmamız gereken köprü bu derin vâdinin yamaçlarını birleştirecek kadar uzun ve sağlam olmalı. Batı’nın kelimeleriyle düşünüp konuşmayı bıraktığımızda vehmettiğimiz değil fehmettiğimiz bir dünyada yaşamaya başlayacağız. O gün geldiğinde Osmanlı torunları insan ile homo-economicus, mutluluk ile tatmin, adalet ile intikam, hürriyet ile serbestlik, fayda ile iyilik, hak ile kuvvet, mükemmel ile kusursuz, güzellik ile cazibe arasındaki farkları fehmedebilecekler inşâallah.

 

rumeli-osmanli-3

 

Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, Eşcinsellik, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe… Bugün 70 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin… 



70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 2Derin Lügat 3.0

Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.

3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.

İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler.  Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?

Aydınlanma ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.

Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.

İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

Edward Hopper’ı okumak

hopper-kapak 70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 2Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.

Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte 70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 2

Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.

İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocukları

oteki-sinemanin-cocuklari 70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 2Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6 70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 2Kitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansin 70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 2Sen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.


tezyin_kapak-150 70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 2Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 2T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapak 70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 2Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak 70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 2

Fethullah Gülen’i iyi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitik 70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 2Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” 70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 2demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Kürtlerin Tarihi Üzerine

kapak_kurt-tarihi-uzerine 70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 280 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak 70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 24 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcular 70 kitap indirin70 kitap indirin Sultanlar Şehri İstanbul / Julia Pardoe Petro-dolar Aforizmaları Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ağıt Fotoğraf Üzerine / Susan Sontag Ölüm Korkusu AforizmalarıÖlüm Korkusu Aforizmaları Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit Bir çocuk ölürken fotoğraf çekebilen sen artık insan değilsin! Ağıt 2Çapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:Ahmet Tarih: Haz 9, 2018 | Reply

    Azizim gözleri ve gönülleri nemlendiren bir yazı olmuş. Yüreğimizin pası silindi. Ufkumuz açıldı. Allah razı ve memnun olsun.

  3. Yazan:my Tarih: Haz 10, 2018 | Reply

    amin, ecmain 🙂

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin