RSS Feed for This Post

Tektipleşen bir dünyada yaşamak…

homojen-mekan“… Hepsinin birbirine benzediğini fark etmek için modern şehirleri, banliyöleri, yeni inşa edilen binaları uzun uzun incelemeye gerek yok. Makro ile mikronun, şehircilik ile mimarînin birbirinden uzaklaşması da çeşitliliği arttırmadı. Tersine. Acı gerçek: Kopyalama özgün çalışmanın yerini aldı; yapmacık ve gösteriş ise doğal olanın. Bu kopya mekânlar kopyalanan hareketlerin neticesi. İşçiler, makineler, buldozerler, beton atma, vinçler, beton matkapları vs. Bu kopya-mekânlar birbirlerinin yerine ikame edilebilir mi? Alınıp satılabilecek kadar homojen midirler? Ayırd edici vasıfları sadece m² veya merkeze uzaklık gibi parayla ölçülebilir farklar mıdır? Tekrar ve kopyanın tahakkümü bu. Böylesi bir yapıya yine de “eser” diyebilir miyiz? Bu hiç şüphesiz bir üründür. En dar anlamıyla öyledir: Benzer fiillerle tekrar edilebilir …” (Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi, fr. La production de l’espace, 1974)

Yalan söyleyerek gerçeği anlatan zavallıya “ressam” denir

Sanat tarihçisi Erwin Panofsky’nin tabiriyle gören göz ile görülen şeyleri ve aralarındaki mesafeyi birbirinden ayırarak tasvir eden merkezî perspektif insan ile eşya arasına bir mesafe koydu. Daha doğrusu insanların “İnsan” tasavvuru ve “eşya” tasavvuru bu tasvirler doğrultusunda değişti. Şeylerin dünyasını insan gözüne sokan perspektif yüzünden göz bağımsızlığını kaybetti ve görme işlevi “artistik” denen katı kurallara bağlandı. Bilimsel/ rasyonel/ objektif/ matematiksel olma iddiasındaki bu kati kurallar manzumesi ister istemez dogmalaştı ve “akademizm” denen felâketin kapısını açtı. Bugün bir çelişki ile karşı karşıyayız: En fazla objektif/ tarafsız olma iddiasındaki mekân tasviri onu resmeden gözün indî/ sübjektif konumuna sımsıkı bağlı ve biz yalan söyleyerek gerçeği anlatmaya çalışan zavallılar zümresine “ressam” diyoruz.

kureselRönesans’ın insanlığa attığı en büyük kazık perspektif değil midir? Ben’liği merkeze alan bu görme hiç şüphesiz mekânı tekdüze/ homojen bir ortam haline getirdi. Zira perspektifi savunanlara göre her şeye her noktadan bakılabilir ve tasviri yapılabilirdi. Bunun için optik, matematik, anatomi kurallarını uygulamak yeterliydi. Descartes ve Kant’ın yazdıklarında da modern bir zaman-mekân tasavvuru buluruz: Olayları kapsayan ama onlara dâhil olmayan; birbirine de karışmayan iki ayrı ontolojik eksenden biridir mekân. X, Y, Z konumuyla her cisim mekân içinde bilinebilir bir yerdedir yahut bir noktadan ötekine hareket halindedir.

Oysa eski medeniyetleri ve pozitivizmden uzak kalmış halkları inceleyenler zaman ve mekânın birbirinden ayrılmadığına şahid olmuşlar. Fransız antropolog Lucien Lévy-Bruhl Afrika’nın kuzey doğusunda, ABD’nin Oregon eyaletinde ve Avustralya’nın kuzey doğusundaki adalarda konuşulan kadim lisanlarda mekân zarfı olan kelimelerin zamansal mânâ da kullanıldığını görmüş. Meselâ “şimdi” demek için kullanılan kelimeyle “burada” mânâsına gelen kelime aynı. Benzer şekilde “evvel” ve “sonra”  demek için kullanılan kelimeler “şurada, orada” mânâsına gelen kelimelerle ortak.

Mekân içindeki faaliyet başka şey, mekân tasavvuru başka

Lucien Lévy-Bruhl deyince akla hemen ünlü eseri “İlkellerin Zihniyeti” geliyor (fr. La mentalité primitive, 1922). Modernist bir duruşla “ilkel” dediği adamlar aslında ötekileştirilen halklar. Kendini “ilerlemiş” zanneden modern dünya ile ilerlemediği için “geri kalan” ilkeller… Atom bombası üretemezler, elektrikle işkence yapamazlar, okyanusları kirletemezler. Bildiğiniz ilkel tipler yani. Evet… Ne diyor sayın antropolog?

 “… Faaliyeti derhal tecellî eden gizemli güçlerle, mistik kuvvetlerle her şeyden fazla meşgul olan zihinler olduğunu varsayalım. Bu zihinler mekânı biteviye uzayıp giden, tekdüze, yeknesak bir cetvel gibi tasavvur etmeyeceklerdir; tersine, onlara nice vasıflarla yüklü görünecektir. Bazı yerler şifa yüklü olacak ve mistik güçlerin ortaya çıkmasına vesile olacaktır. Hissedildikleri kadar tasvir edilmeyecektir bu güçler. Bazı yönler, bazı durumlar nitelik olarak diğerlerinden ayrılacaktır.

Anlaşılıyor ki görünenin aksine homojen/ tektip mekân da en az tektip zaman tasavvuru kadar zihnimizin bir ürünüdür yani mutlak bir gerçeklik değildir. Hiç şüphe yok ki batıl inançları olan ilkel bir insan bizimle aynı mekân içinde hareket eder, en azından ok atmak, uzaktaki hedefi vurmak için. Hiç şüphesiz bir uzaklığı kestirmeyi, yön bulmayı bizim kadar hatta bizden daha iyi bilir. Fakat mekân içindeki faaliyet başka şey, mekân tasavvuru başka …”

Evet, meselenin anahtarı burada: Maneviyatı olmayan toplumlar içtimaî olarak homojen bir mekân tasavvuruna yöneliyorlar. Dünyanın her köşesi onlar için aynı değerde (yahut değersizlikte). Başlangıçta ismini zikrettiğimiz Henri Lefebvre’in dediği gibi mekân parçaları alınıp satılabilecek kadar homojen ve bu parçaların ayırd edici vasıfları sadece m² veya merkeze uzaklık gibi parayla ölçülebilir farklardan ibaret. Endüstriyel zihniyetin neticesi bu: Biteviye tekrar eden üretim süreçleri ve kopya mekân algısı.

Dinsiz mekân tekdüze/ homojen olur

Bu noktada şunu sorgulamak gerek: Neden insanlık artık güzel ve özel binalar yapamıyor? 150 yıl öncesine kadar her ülkenin kendi mimarîsi varken bugün Türkiye, Japonya, Yunanistan, ABD… Her yerde binalar ve şehirler tektipleşiyor. Tabi giyim ve mutfaktaki tektipleşmeyi de bu listeye dahil edip faturayı küreselleşmeye kesebiliriz ama bu tembellik olur. Zira gelenekleri, inançları, ırkları, tarihleri hatta yaşadıkları iklimler bile bu kadar farklı olan insanlar neden tektip mekânlar içinde yaşıyorlar? 1000’lerce yıl kimliklerini muhafaza ettikten sonra neden son 100 yılda birbirlerine benzemesi sorgulanmalı.

Zannediyorum cevabı maneviyatla olan münasebette aramalıyız. Ama şu veya bu inancı kastetmiyorum. Genel olarak gezegenimizide madde güçlenirken mânâ zayıflıyor. Nicelik kazanırken nitelik kaybediyor. Sayılabilene, paraya, spordaki sonuçlara ve rekorlara, kaba kuvvete, silaha hayranlık artıyor. Sanat, felsefe ve inanç modası geçmiş hatta anlaşılmaz, gereksiz şeyler gibi görünüyor. Kimi insan açlıktan ya da savaştan dolayı yani dış kaynaklı bir mecburiyetten dolayı girdi bu yola. Ama çoğu insanın “mecburiyeti” içeriden, kendi nefsinden geldi. (Bkz. René Guénon ile ilgili yazılar) Sebebi her ne olursa olsun manevî sahadaki yüzeyselliğin mekân tasavvuruna ve oradan da mimarîye, şehirciliğe yansıdığı kanaatindeyim. Zannediyorum inanç felsefesi ve tarihi uzmanı Mircea Eliade da bizimle hemfikir:

“… İnançlı bir insan için mekân tekdüze/ homojen değildir. Kesintiler, çatlaklar arz eder. Mekânda nitelik olarak diğerlerinden farklı olan kısımlar vardır. [Tanrı Musa’ya (a.s.) dedi ki:] “Fazla yaklaşma, çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır” (Tevrat, Mısır’dan Çıkış, III, 5). Demek ki kutsal kılınmış, kuvvetli bir mânâya sahip mekânlar var. Diğer bazı yerler daha sıradan ve mânâ bakımından zayıf.

Daha da ileri gidilebilir: İnançlı insan için bu homojen/tekdüze olmayış kutsal toprağın hakikatiyle diğer yerlerin sıradanlığı arasında bir zıtlık teşkil ediyor. Bu zıtlık Dünya’nın yaratılışı ile eşitlenebilecek bir tecrübe. Teorik bir spekülasyon değil söz konusu olan; Dünya’yı kavrayışın önüne geçen temel bir manevî tecrübe. Dünya’nın varoluşunu mümkün kılan şey bizzat mekândaki kopma/ süreksizlik. Çünkü gelecekteki her yönelişin ekseni olacak olan sabit nokta bu şekilde çıkıyor ortaya. […]

Tersine, inanmayan biri için mekân renksiz, kokusuz bir süreklilik arz ediyor: Farklı bölümlerini niteliksel olarak birbirinden ayıracak hiçbir sınır yok. Geometrik mekân dilimlenebilir; sınırlanabilir ama hiçbir niteliksel fark olamaz. Çünkü mekânın algılanışı, tesavvuru bu farkı oluşturacak yapıda değil. Elbette şu iki şeyi karıştırmamak gerekir: Geometrik, homojen ve nötr bir mekân kavramı ile lâdinî/seküler mekân tecrübesi. Birincisi sadece matematiksel bir kavram iken ikincisi inançlı insanın mekân tecrübesiyle zıtlık arz der. İnanmayan ve Dünya’nın kutsanmışlığını reddeden insan sadece seküler bir mekânı kabul eder ve varoluşunu her türlü manevî kabulden arındırır …” (Kutsal Ve Dindışı, 1957)

Mircea Eliade’ın sözlerinde dikkat çeken ikinci bir unsur da kavramlarla gerçekleri ayrıştırmada gösterdiği özen. Koyu harfle işaretlediğim cümleler sanatta perspektifin neden sorun teşkil ettiğini de büyük öçüde açıklıyor. Zira inşaat ustası yapacağı binayı teknik/ ticarî sebeplerle perspektif kullanarak tasvir edebilir. Meselâ bir kontrat için:

 “… Bina bittiğinde tek gözle şu delikten/ şu pencereden bakınca bahçeyi ve arkadaki evi şu açıdan göreceksiniz …”

Ama teknik/ ticarî ihtiyaçlara cevap veren ve bal gibi de sübjektif olan bir tasvir yönteminin “objektif/ tarafsız” diye dayatılması ve buna “sanat” denilmesi gerçekten tam bir felâket!

Zaman ve mekânın tektipleşmesi insanları da tektipleştiriyor

Lucien Lévy-Bruhl’den aktardığımız satırları hatırlayın, özellikle de “mekân içindeki faaliyet başka şey, mekân tasavvuru başka” dediği cümleyi. Elbette fizikî olarak “içinde” yaşadığımız, vücudumuzun, cismimizin mevcud olduğu bir mekân var; Lévy-Bruhl’ün “uzaktaki hedefi vurmak, bir uzaklığı kestirmek, yön bulmak” dediği mekân. Fakat bir de cemiyetin algısı, hayalleri, sevinç ve korkularından müteşekkil devasa bir mekân daha var. İsterseniz buna “hayal mekânı” deyin ama küçümsemeyin. Zira fizikî/cismanî mekânda ne oluyorsa bu hayal mekânındaki olayların neticesinde oluyor. Her ne kadar eylemlerimiz fizik kurallarıyla, bedenimizin bıyolojik kapasitesiyle sınırlı olsa da yaptığımız herşeyi hayal mekânıdaki etkileşimin neticesinde yapıyoruz. Bize korku/ umut/ sevinç/ intikam arzusu veya bir başka his vermediği müddettçe fizikî mekânın olayları yok hükmünde.

Bu sebeple siyasî propaganda yapılıyor, bu sebeple reklâm yapılıyor. Ve tabi kıran kırana algı savaşları… Bu yüzden bilgiye erişim hızı ve şekli değişince toplumun mekân tasavvuru da değişiyor:

 “… Cep telefonunun icadı, insanların sürekli birbirlerinin emrine amade olmalarına zemin hazırladı; aslında bu zor talebi, gerçekçi koşulu ve beklentiyi –sağlam nesnel nedenlerle- karşılamanın imkânsız olduğu düşünülüyordu. Aynı sebeple cep telefonunun toplumsal hayata girişi, tüm pratik amaçları ve niyetlerine rağmen özel ve genel zaman, özel ve genel mekân, iş yeri ve ev, çalışma zamanı ve eğlence zamanı, ‘burası’ ve ‘orası’ arasındaki sınırları ortadan kaldırdı. Bir cep telefonu numarasına sahip kişi her zaman ve her yerde ‘burada’, yani erişilir oldu …” (Zygmunt Bauman, Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup)

Neticede her zamanda ve zeminde her şeyi ötekilerle paylaşmak aslında paylaşmayı da engelliyor. Gerekli bir vehim olan Ben’liğimizi muhafaza etmek için bazı insanlarla bazı şeyleri bazen paylaşmak gerek. Beynimizin içinde “Ben” denen bir dokunun olmayışı bizi manevî varoluşa yönlendiriyor. Yaşadıkça estetik ve etik tercihlerimizi yapıyoruz ve gün gün, saat saat biz yazıyoruz Ben’in hikâyesini. (Bkz. Derin Zaman adlı e-kitap) Acılarla, sevinçlerle kendimiz oluyoruz. Ama bu zamansız olmuyor. Yani yaşanan objektif olay ile tecrübeye “Bence” anlam verme arasında bir süre geçiyor. Aksi takdirde indî/sübjektif bir “Ben” inşa edemeyiz. İnsan olamayız; olsa olsa bir homo-economicus olabiliriz. Son kullanma tarihi belli olan bir para kazanma makinesi. (Bkz. bu konudaki e-kitap: Sen insansın, homo-economicus değilsin!)

Varsayılan matematiksel nokta ve çizgilerin gerçek zannedilmesi

Cahiliyye döneminde elleriyle helva yapıp tapan, sonra da onu yiyenlere çok mu güldük? Aynısı bizim başımıza geldi! Neden? Konu ne olursa olsun evvelâ gerçeklerin, hislerin ve bilgilerin etrafına bir fikir örgüsü ihdas ediyoruz. Sonra bu fikir örgüsünü (ki yanlış/eksik olabilir, doğruyken eskimiş olabilir) yaşanan, ölçülen, gözlenen gerçeklerle bir tutuyoruz hatta gerçeklerin üzerinde görüyoruz. Neden? “Çünkü Ben’im fikrim!” Akıl zannettiği nefsini ilahlaştıran ahmaklar ancak işte bu kadar düşebilir!

Mekândaki homojenlik ya da manevî ebediyet sandığımız mekânsal sonsuzluk da böyle.  Elbette matematikçiler, tesisatçılar veya mimarlar her türlü tasviri, temsili çizmekte özgürler. Ama bunu yegâne gerçeklik gibi görmek yahut bir sanat dogması haline getirmek son derece tehlikleli. Mevzuyu derinleştirmek için Erwin Panofsky’ye kulak verelim (Perspektif: Simgesel bir biçim, alm. Die Perspektive als “symbolische Form”, 1924):

 “… Psikofizyolojik mekân tasavvuru açısından bakıldığında, matematik vasıtasıyla rasyonelleştirilmemiş dolaysız bir görme için nitelik bakımından “nesneler”den tamamen farklı olan mekân boşluğu ile katı cisimler arasındaki farklılık, “ön” ve “arka” ve diğerleri arasındaki farklılıktan çok daha belirgindir. […] Tamamen rasyonel, başka bir deyişle sonsuz, sabit ve homojen bir mekân inşasını garanti edebilmek için merkezi perspektif aslında dile getirilmeyen son derece önemli öncüllerden/ mukaddemattan hareket eder: Bunlardan birincisi, hareketsiz tek bir gözle bakıyor olduğumuz öncülüdür; diğeri ise, görme piramidini bölen düzlemsel arakesitin, bizim optik imgemize muadil bir reprodüksiyon olduğudur. Aslında bu iki öncül de, gerçekliğin (tabii burada “gerçeklik” derken, hakiki, öznel optik izlenimi kastediyorsak) epey cüretkâr soyutlamalarıdır. Çünkü sonsuz, sabit ve homojen kısacası salt matematiksel bir mekân, psikofizyolojik mekânın tamamen zıddıdır […]Perspektife upuygun bir konstrüksiyon, psikofizyolojik mekana özgü bu yapıdan tamamen ayrılan bir soyutlamadır: Mekânın doğrudan deneyimlenmesine esasen yabancı kavramlar olan homojenlik ve sonsuzluğu, aynı mekânın temsilinde gerçekleştirmek -psikofizyolojik mekânı adeta matematiksel bir mekâna dönüştürmek— perspektifle yapılan konstrüksiyonun sadece bir sonucu değil, adeta onun önceden belirlenmiş amacıdır …”

Panofsky bunları yazdıktan sonra Alman düşünür Ernst Cassirer’in 1929’da yazdığı Sembolik Biçimlerin Felsefesi isimli kitabından aldığı şu çok ilginç satırları sözlerine eklemiş:

“… Algı sonsuzluk kavramını tanımaz; daha baştan, algılama yetisinin belli sınırlarına, dolayısıyla da bilinçli olarak sınırlandırılmış mekânsal alana bağlıdır. Ayrıca nasıl algılanan mekânın sonsuzluğundan söz edemiyorsak, homojenliğinden de söz edemeyiz. Geometrik mekânın homojenliği nihayetinde, tüm unsurlarının, bu mekânda birleşen noktaların basit birer konum belirleniminden başka bir şey olmamasına; bu bağıntının dışına çıkıldığında, birbirlerine göre belirlenen bu konumun kendine özgü bağımsız bir içeriğe sahip olmamasına dayanmaktadır. Onların varlıkları, karşılıklı bağıntılarının içinde yok olup gitmektedir: Bu, cevher olmayan, salt işlevsel/ ârâzî bir varlıktır. Söz konuşu noktalar aslında her türlü içerikten yoksun oldukları ve salt ideal bağıntıların ifadesine dönüştükleri içindir ki içerikleri bakımından hiçbir farklılık göstermezler. Homojenlikleri, yapılarındaki aynılıktan başka bir şey değildir ki bu aynılık da temelini mantıksal işlevlerinin ideal amaç ve anlamlarının ortak oluşunda bulmaktadır. Bundan ötürü homojen mekân, asla verili değil, aksine vehimdir; konstrüktif olarak üretilmiş bir mekândır çünkü gerçekten de homojenlik, geometrik bir kavram olarak, mekânın her bir noktasından her yere ve her yöne aynı konstrüksiyonların gerçekleştirilebileceği iddiasıyla açıklanabilmektedir. Oysa doğrudan algımızın gerçekleştiği mekânın hiçbir yerinde bu iddia geçerli olamaz. Yerler ve yönler bakımından katı bir aynılık söz konuşu değildir, aksine yerlerin her biri, kendine ait bir özgünlüğe ve kendine ait bir değere sahiptir. [Ernst Mach’ın sonsuz, isotropik (eşyönlü) ve homojen olan matematiksel mekânın aksine] Görmenin mekânı gibi dokunmanın mekânı (alm. Tastraum) da, Öklid geometrisinin metrik mekânının aksine, anisotropiktir (eşyönsüzdür) ve homojen değildir: ‘Mekânsal düzenlenişin ana yönleri (ön-arka, alt-üst, sağ-sol) bu iki fizyolojik mekânda (görme ve dokunmanın mekânında) birbirleriyle eşdeğerli değildir …”

Sonuç: Sanat hem tohum hem de meyvedir

Çünkü mekân tekdüze/homojen bir varlık değildir, durağan/statik değildir. Olan her şeye olma imkânı veren mümkünat âleminin illâ bir şeyi ihtiva ettiğini iddia edeceksek bu sebepler ve sonuçlar olabilir; cisimler ya da vücutlar değil. (Bkz. Derin Lügat: Nedensellik / Causality / العلاقة السببية ) Zira Kant ya da Descartes’in vehmettiği ve bizi akvaryum balıkları gibi hapseden aşılmaz cam duvarlar yok etrafımızda. Hareketlerimizi ve tercihlerimizi mümkün kılan, hatta nefsanî serbestlik ile insanî özgürlük arasında her an yeniden özgürce tercih yapmamıza imkân veren bir kudret tecellisi var. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür)

Rönesans ile birlikte önce Avrupa’ya ve sonra bütün dünyaya dayatılan merkezî perspektif insanların mekân tasavvuru üzerinde ciddî bir etki yaptı ve dünyaya bakışlarını dindışı/seküler bir yönelişe soktu.

Ancak unutmamak gerekir ki özelde perspektif ve genelde sanat onu üreten toplumun hem meyvesi hem de tohumudur. Maneviyatı, ahireti unutacak derekede maddî değerlere bağlanan toplumlar bunu yansıtacak şekilde sanat üretirler. Ancak maddî değerlerin tecessüm etmiş hali olan bir sanata maruz kalan halklar da sanat üretici konumundaki toplumun ahlâkî değerlerini farkına bile varmadan benimserler. Yani manevî değerlerin toplum içindeki önemi itibariyle sanat hem sebep ve hem de sonuçtur.

 

Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, Eşcinsellik, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe üzerine kitap okumak için… Bugün 70 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin… 



70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın RengiDerin Lügat 3.0

Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.

3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.

İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler.  Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?

Aydınlanma ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.

Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.

İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Edward Hopper’ı okumak

hopper-kapak 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın RengiAmerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.

Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengi

Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.

İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocukları

oteki-sinemanin-cocuklari 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın RengiYakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın RengiKitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansin 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın RengiSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.


tezyin_kapak-150 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın RengiGözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın RengiT.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapak 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın RengiGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengi

Fethullah Gülen’i iyi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitik 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın RengiAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” 70 kitap indirin70 kitap indirin Katliamın Rengidemokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Trackback(s)

  2. Nis 30, 2016: Matematiksel sonsuz vehmedilir. Âlem-i imkân ise hakikaten sonsuzdur, fehmedilir | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin