RSS Feed for This Post

Y/ol Nereden Başlar Nereye Gider?

islam-yolBir patikanın aşındırılması

Özelde Türkiye genelde İslâm Dünyası olarak içerisinden geçtiğimiz süreç bizi iki soruyu sormaya mecbur ediyor. Neye sahibiz ve nereye gidiyoruz soruları. Bir şeylere sahibiz ve bu hakimiyet için bazı tercihler yaptık, vazgeçişlerde bulunduk. Kur’an-ı Kerim diliyle söylersek bir alışverişe girdik. Şahsi kanaatim ol’maktan vazgeçip sahip olmaya yelken açtık. Bu mesafeyi yürüdük mü? Sanmam. Sadece kaçış olabilir bu durumun adı. ‘Ben idrakinden’ biz idrakine bir kaçış. Yani, yolumuzu da bilinçsizce oraya buraya koşturup tehlikeleri atlatmak için yaptığımız kaçış sonucunda kaybettik. Sonuç itibariyle bugün çölün ortasındayız.

Yukarıda yapmış olduğum giriş ilk bakışta birtakım tutarsızlıklar, tezatlar ihtiva ediyor gibi görünüyor. Öncelikle çok uzatmadan bu açılımları yapalım.

Neden, kimden kaçtığımız hususu aslında Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset adlı eserinde tüm yönleriyle özetleniyor. Hakim güç olan Osmanlı zaman içerisinde gittikçe güçten düştü ve sonunda imparatorluğun -çok kabaca söylersek- son yüz yılında koruma kalkanları arayışına girmişti. Özellikle Fransız İhtilali’nin yaymış olduğu akım ve mottoları ile bu akımlara karşı geliştirilen tepkiler bir şekilde Osmanlı’nın entelijansiyasında belki de biraz karikatürize edilmiş haliyle akis buldu. İşte bu savunma kalkanlarını üç başlık altında, üç siyaset etme şekli olarak Yusuf Akçura ortaya koymuş ve her birinin artısını eksisini kendince kritize etmiştir. Osmanlıcılık, İslamcılık, Turancılık başlıklarında irdelenen üç fikri kalkan aslında üç ayrı kaçış yolunun da adıdır. Çünkü tepkiseldir, nesneldir, çeperi bir hareketin zuhuruyla meydana gelmiştir. İşte ‘ben idrakinden’ biz idrakine kaçış dediğim süreç budur. Ahmet Davutoğlu’nun ‘medeniyetlerin ben idraki’ olarak kavramsallaştırdığı, belki medeniyetlerin weltanschauung’u diyebileceğimiz yaklaşımı özetlersek, medeniyetler kendilerini kendilerine tanımlarlar ve çevreyi kendi idrakinden yola çıkarak görmeye, izah etmeye başlarlar. İşte naçizane benim ‘biz idraki’ dediğim hususa kaçışın yıkıcı etkisi bu sebepledir. ‘Biz idraki’nden kastım ümmet bilinci değil anlaşıldığı üzere. Küresel dünyaya, bize ait olmayan fakat bizim içerisinde olduğumuz dünyanın zeitgeist’ına kaçış süreci. Yani merkezde yer alıp çevreyi tanımlama kapasitesinin imha edilmesi, çevrede kalıp merkezin yörüngesinde uydu olma tercihinin yapılması.

Çevrede kalmamız bize tasavvurumuzu, muhayyilemizi kaybettirdi. Yitik bir toplumun silik çocukları olarak bugüne kadar geldik. Son zamanlarda ziyadesiyle neşriyatta karşılaştığımız, üzerine yayımlar yapılan duruma, tarihin durağan kısmından dinamik kısmına geçtik.(yüzyıllık dilimler özelinde) Çevremizin coğrafi olarak henüz değişime uğramamış olmasına rağmen, manen mühim farklılaşmaların, cepheleşmelerin olduğunu görmek; ülke sınırları içerisinde de birden düğmeye basılmış gibi fikri altyapısı, fiziki elverişliliği hazırlandığı buz gibi net olan bir durumla karşı karşıya kaldık. Bölgesel olarak ortaya çıkan mezhep ve etnik köken tartışmaları karşısında öncelikle ihâta edici bir yol bulmak ve kırılgan coğrafyamızla birlikte, kırılgan vatan topraklarımızı(torn country Huntington’ın ifadesiyle söylersek) da kuşatıcı( soft power ) söylemi geliştirmek zorunluluğumuz vardı. Bu minvalde Stratejik Derinlik kitabı bize soğuk savaş sonrasında, Osmanlı’nın bırakmış olduğu manevi sınırları, soft power’ı asli olarak kullanıp boşlukları doldurmak üzere bir yol çizdi. Bahsi geçen yöntem için ise etkili iki söylem geliştirmek gerekiyordu: 1- İslâm Medeniyeti 2- Osmanlı Tecrübesi.

En büyük tehlikenin burada başladığını söyleyebiliriz. İslâm Medeniyeti ile neyin kastedildiğini, sınırlarının ne olduğunu, neden böyle bir tanımlamaya ihtiyaç duyulduğunu tartışmadığımız gibi, bu ifadenin neyin yerine ikâme edileceğini de düşünmüş değildik. (Sevgili Bedri Gencer Hoca’mın bu hususta birçok zihin açıcı makalesi ve yaptığı ‘arkeoloji’ çalışması var. Medeniyet Ütopyası Peşinde isimli makalede medeniyet( galat hali ile civilization) kavramının nasıl bir ‘kullanışlılığa’ sahip olduğu veciz bir şekilde ifade edilmiştir, geçiyorum.) Dolayısıyla içerisine ne bulduysak doldurduk diyebiliriz. Söz gelimi: yemeği sağ el ile yememiz, câmiye sağ ayakla girmemiz, yemeğe tuzlu ile başlamamız, ekonomik ilişkilerimizde takındığımız davranış ve tutumlar, suret ve siretimiz… Bunlara İslâm Medeniyeti’nin nüveleri mi diyeceğiz yoksa sünnet mi? Ya da İslâm Medeniyeti diye Sultanahmet’te dansöz oynatıp, turistik semahlar mı düzenleyeceğiz? Yâhut medeniyet kurma ve medeni olma dinamik bir sürecin aşamalarıdır, devamlılık ve değişim esastır diyerek çağa ayak mı uyduracağız? Bu durumda ortaya Bedri Gencer Hoca’mın dediği gibi hikmetsiz bir yapı çıkıyor. Medeniyet, hikmetten kopmuş bir dinin yerine ikâme ediliyor. Ortada ne ihsân kalıyor ne de ihlâs. İhsân derken Allah’ın güzel gördüğünü güzel görmeyi kastediyorum. Bu aslında kendiliğinden Allah’a göre görmeye çıkar. Bir nevi ihlâsı zaruri kılar. Ortada bir problem daha var ki o da hikmet nedir? Ulema çok farklı tanımlar getirmiş hikmet kavramına. Kur’ân-ı Kerim’de de kullanıldığı yere göre farklı tefsirleri yapılmıştır. Fakat İngilizcede hikmeti karşılayan kelimelere bakınca hem ne olduğuna yakın bir tanımlamayı hem de ne olmadığını görebiliyoruz.

İngilizcede hikmeti karşılayan ve yoğun kullanılan üç kelime var: reason, wisdom ve profundity. Reason ile wisdom hemen hemen benzer manalara geliyor hikmetin haricinde, akıl ve bilgelik gibi. Yani hikmeti akıl ile ikâme bir manada karşılıyor ingilizce bu iki kullanımda. Profundity ise derinlik, genişlik manalarına da geliyor. Yani külli bir kuşatıcılıktan bahsedebiliriz. Bir anlamda aklın ötesinde bir algılama kapasitesinden söz edebiliriz. Diğer iki kullanımda bilgelik ile de karşılandığını görmüştük. O halde, bilgeliği akılla doğru orantılı bir zeminde ele alıyor ve hikmeti bahsi geçen zemin üzerine kuruyor da diyebiliriz İngilizce bu iki kullanımda. Oysa Hadis-i Şerif’te ‘Bir kişiye deli denmedikçe, o kişinin imanı tamam olmaz.’ buyurulmuştur Hz. Peygamber Efendimiz(s.a.v.) tarafından. Demek ki bizim hikmetten anladığımız en azından salt akıl ve bilgi ile alakalı bir husus değil. Profundity kelimesinin karşıladığı külli bir kavrayıştan bahsettiğimizi söyleyebiliriz. Bilgeliği, bilim adamlığı değil, ilim adamlığı manasında alarak söylersek, ilmin gerekli olduğu fakat yetmediği, bir ihlâs ve ihsân ile bezenmesi zaruretini ihtiva ettiği sonucunu çıkarıyorum. Bu da bizi pratiğe yani amel boyutuna götürüyor. Amel boyutu ise bizatihi İslâm yani s-l-m kökünden teslim olmaya vardırıyor. Hülasa edersek biraz deli olunmadan veli olunmuyor vesselam.

Yukarıda medeniyetin, batıda, hikmetin akılla takas edilmesi sonucu açılan boşluğu doldurmak adına bir şekilde icat edildiğini kelimeler üzerinden anlatmaya çabaladım. Biz ise medeniyet derken içerisine sünneti kattığımız gibi modernliğin verdiği yozlaşmaları da asli unsurcasına kabul ediyoruz. Fakat burada da temel bir problem ortaya çıkıyor. Tam manasıyla sünneti yaşadığımızda modernliğe çok güçlü bir tepki vermiş olduğumuzu fark edeceğiz. Temel mantık ilkesine dahi ters düşecek bir durumla karşı karşıyayız. Halbuki ortada şaşılacak bir durum yok. Çünkü modernlik asla yanlışlanamaz ve yanlışlamaz bir deneyim. Kendi sınırları ve sunumları içerisinde zeitgeist’ını tüketim üzerine kurduğu için bu bir sorun teşkil etmiyor. Farklılıkları temelinden yani siretinden birleştirip suretinden ayrılmalarına göz yumabiliyor. Söz gelimi: sakal bırakmak sünnettir fakat sınırları belirlenmiştir. İlginçtir, dünyada İslâm’ın yükselişe geçtiği son dönemde(ihtida ve popülasyon yükselişinden bahsediyorum. Dinlerin geleceğiyle ilgili bir araştırma için ise http://www.pewforum.org/2015/04/02/religious-projections-2010-2050/) uzunca sakal bırakmak moda olmuştur. Hatta çember sakal olarak tarif edilen bir tutam boyutunu geçmeyen sakal yapısı Hollywood oyuncularında dahi görülmeye başlamıştır. Bu durumda sizin elinizden suretiniz ile siretinizi belirleme hakkı alınmıştır. Siz topluluklar için zararsız hale getirilmişsinizdir. Yahut farz olan örtünmenin aldığı son durumu düşünürseniz demek istediklerimi çok daha rahat anlayabilir ve gözünüzde canlandırabilirsiniz. Vaziyetin sebebinin hikmetten bihaber olmak olduğunu söylemek çok yanlış bir tespit olmasa gerek. Elmalılı’nın hikmeti tanımlamasında da bizim varmak istediğimiz noktanın vurgulandığını görüyoruz: ‘Hikmet; faydalı ilim ve sâlih ameldir.’ Derinlik ve genişlik. İlim, ihlâs. Akıl ile kalp.

Derinliği, ilmi yani akli boyutu geliştirmek için bir öğretimden geçilmesi gerekildiği gibi; genişliği, ihlâsı yani kalbi mutmain etmek, vüs’ata erdirmek içinde bir eğitimden geçmek gerekiyor. Burada da ortaya içerisinde olduğumuz krizin sebebini belli eden bir sorun çıkıyor. Kalbimizi nerede eğiteceğiz?

İçerisinden geçilen eğitim sistemi son derece tek ayaklı. Hatta o ayak da aksak. Dolayısıyla hem derinliğe hem de genişliğe sahip ‘fikir çilesi’ ve ‘zikir çilesi’ çeken insanlar yetiştiremiyoruz. Oysa maddede kalmayıp manayı da ihtiva eden bir ‘fikri ve zikri’ dünya kuramazsak yapabileceğimiz tamamen yapılanların karikatüründen başka olmayacaktır. Örnek vermek gerekirse belirli yayınevleri ve yapmaya çalıştıkları yayınlara bakabiliriz. Amacım bir kötüleme, çamur atma yahut yerme değil, bunu belirtmek isterim. Sadece bir tespit yapmaya çalışıyorum. Akademik ve fikri yayın seviyesinde en önemli 5 yayınevinden ikisi İletişim ve Metis yayınlarıdır. Gerek yaptıkları önemli çeviriler gerekse yayınladıkları tez seviyesinde ya da harici olarak düşünsel eserler ülkenin entelektüel seviyesi açsından çok belirleyici noktada duruyor. Yerli düşüncenin ortaya çıkardığı eserlere baktığımızda ise ülkenin gerçeklerine, kültürüne ve maneviyatına karşı nasıl bilgisiz, cahilane bir tavır içerisinde olduklarını görebiliriz.(istisnalar tabi ki vardır ve onları tenzih ediyorum. Tek bir örnekle iktifâ etmem gerekirse Kurtuluş Kayalı Hoca’nın metinlerinden bahsedebiliriz.) Bu duruma şahsi kütüphanemden çokça örnekler verebilirim fakat konuyla da bağlantılı olduğunu düşündüğüm bir örnekle iktifâ edelim: 

“… Konya Organize Sanayi’de işçilerin toplu paraya ihtiyaç duydukları (düğün, hastalık v.s.) bazı durumlarda, işverenler yakınlık duydukları bir kısım işçilere (kendi ifadeleriyle ‘bu işçiler banka kredisi kullanıp faiz ödemek zorunda kalmasın düşüncesiyle’) ‘faizsiz’ krediler vermektedir. Bunların ödemesi maaşlarından yapılan kesintiler yoluyla gerçekleştiğinden bazı işçiler işi bıraktığında hâlâ işverene ‘borçlu’ kalabilmektedir. Bu uygulamanın esas gayesinin işçileri ‘içeri’ borçlandırarak elde tutmaya, rızayı ve kontrolü arttırmaya yönelik olduğu işçi-işveren çatışmalarında kolaylıkla hissedilebilir …” (Emeğin Tevekkülü ,Yasin Durak, sy. 81 dipnot)

 Yukarıda verdiğim alıntının kalın vurguları bana aittir. Bahsi geçen kitap Konya özelinde, sanayi bölgesinde işçi-işveren ilişkilerini dindarlık bağlamında irdelemeye çalışmış. Her şey iyi güzel fakat ciddi bir eksik var. Bu araştırmayı yapan arkadaşın sosyoloji formasyonu var lakin dindarlığın ne olduğundan, dinin işçi-işveren ilişkilerine nasıl sirayet ettiğinden ve borç vermenin tavsiye buyurulduğundan bihaber! Alıntılanan bölümde olan husus şudur: işçi ile işveren arasında sınıf çatışması vardır ve din bir afyon işlevi görmektedir! Bütün bir kitabın da anlatmak istediği saha çalışması olmasına rağmen bundan fazlası değildir. Hz. Peygamber Efendimiz(s.a.v.) borç vermekle ilgili sahih hadislerde öğütler vermiş, borcunu ödeyemeyen borçlunun bağışlanması yahut borcunun azaltılması halinde çok fazla sevap kazanılacağını salık vermiştir. Yani doğal olarak faizden bir kardeşini kurtarmak için işveren borç verebilir ve vermelidir. Bu bilinçle yapılan eylemden de sanırım -çok çok uç örnekler hariç- işçiyi kendine cebri şekilde bağlama durumu çıkmayacaktır. Fakat ortada olan manadan kopuk maddi bir tespit çabasıdır. Zaten somut bir durumdan da bahsedilmez, ‘hissedilebilir’ denmiştir. Kitapta buna benzer başka pasajlar da var fakat girmeyeceğim.

Verilen örnek sayısı kişi ve metin bağlamında evvelden de belirtmiş olduğum gibi arttırılabilir. Ülkenin zeki ve iyi okullarından mezun olan çocukları bir şekilde bu ülkeye ve İslâm değerlerine, inanışına, uygulamalarına karşı vasat dahi olmayan bilgi hakimiyetine sahip. William Chittick bir Amerikalı. Yazmış olduğu İslâm’ın Vizyonu kitabını bugün ülkemizin benzer bölümlerinden mezun olmuş önemli akademisyenlerinden kaç tanesi yazabilir? Bu izafi bir soru değil emin olabilirsiniz.

Asıl konumuza dönersek, kalbin eğitim yolu nefis ile mücadeleden geçiyor. Fakat ilginç olan ve bizi hikmet bahsine tekrar bağlayacak bir başka husus daha zuhur ediyor. İslâm’da görende, bilende kalptir. Akılla hikmete mana vermeye çalışan ve akılla bilebileceğini iddia edenler için çok zor anlaşılabilecek husustur. Bir iki örnek verelim Kur’ân-ı Kerim’den:

Kalpleri vardır; ama onlarla anlamazlar. (7:179)

Kör olanlar gözler değil, kör olanlar göğüslerdeki kalplerdir. (22:46)

Kur’ân üzerinde derinlemesine düşünüp taşınmıyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilitler mi var? (47:24)

 Özellikle Muhammed Suresi’nde geçen 3. alıntıladığım kısım bütün demek istediklerimin özeti niteliğindedir. Kur’ân-ı Kerim’in bir başka ayetinde (Cum’a Suresi) Tevrat ile yükümlü tutulup onunla amel etmeyenlere kitap taşıyan merkebin durumu örnek getirilmiştir. Yani teori-pratik esası son derece kuvvetlidir. Hz. Peygamber Efendimiz(a.s.v.) da hadis-i şeriflerinde ilmiyle amel etmeyi son derece önemseyen ve aksinin ahirette cezaya çarptırılacağını anlattığı rivayetler vardır. İkilik tekrar ortaya çıkmış oldu. Madde ve mana. İlim ve ihlâs. Derinlik ve genişlik. Akıl ile kalp.

Bilmek eylemek için çok önemli, nirengi noktası ise şu bilmek salt akılla değil hatta kalp ile. Bu durumda biz bilgiye bugün bir şekilde sahibiz. Fakat kalbi mutmain bir hale getiremediğimiz, nefsi eğitemediğimiz yani ‘genişliğe’ sahip olamadığımız için ‘derinlerde’ boğuluyoruz desek yanlış olmayacaktır. Tarih boyunca hiç olmadığı kadar geniş bilgi ağına sahibiz, araştırma kapasitesine malikiz hatta tarih boyunca hiç olmadığı kadar toplumları yönlendirme gücüne haiziz. Oysa beklenilenin aksine tarih boyunca hiç olmadığı kadar savaşlar, ölümler, ihlâller, zulümler ve sapıklık, sapkınlık deryasının ortasında kalmış durumdayız. Bahsi geçen durumu ortaya çıkaran en ve belki de tek aktif etken batı medeniyeti. Yani diğer bir adıyla antroposantrik-antiilâhi-hedonist bakış açısı. Bizatihi ‘dinin hayattan çıkarılması’ hâli.

Tekrar İslâm Medeniyetine dönmüş olduk. Söylemek istediğimiz şudur: medeniyet değil ihtiyacımız olan sünnettir. Bunu da tam ‘mana’sı ve bütün ‘hâl’leri ile yaşayabileceğimiz, temaşa edebileceğimiz tek alan tasavvuftur, Ehl-i sünnet’tir. Yunus Emre diyor ki: ‘Dervişlik olaydı tac ile hırka/ Biz dahi alırdık otuza kırka’ Madde ile bitmiyor manadan ne haber? diyor dersek sanırım bu da yanlış bir açıklama olmayacaktır. Dolayısıyla bir izahata daha yolumuz düşüyor. Fıkıh ilim, tasavvuf ihlâs kısmına denk düşmektedir. Bugün bizim ihtiyacımız olan hem fakih hem de derviş şahsiyetlerdir. İmam Gazâlî Hazretlerinin mutasavvıf oluşu geç bir döneme gelir bildiğiniz gibi. Öncelikle fıkhı ve başka birtakım ilimleri bitirmiştir. Ayrıca felsefe üzerine ciddi kafa yormuştur. Özetlemek gerekirse hem teşbih edecek hem de tenzih edecek bir seviyeye gelmiştir.

Bu yazıyı nihayete erdirirken genel bir hülasa yapalım, daha sonrasında bu konu üzerine daha da derinleşeceğiz. Bugün ilim yerine bilim ikâme edilmiştir. Bilim, ‘mana’sı eksik kalmış, yetersiz bir uyarlamadan öteye geçememektedir.(Külli bir reddedişten bahsetmiyorum, yanlış anlaşılmasın.) Ortadan ilahi olan her şeyi silmeye, kutsalı yok etmeye, tek otorite kendini ilan etmeye kalkan bilim, dinin, özelde Müslümanlar açısından ise sünnetin yerine medeniyet denilen ve her kavramı içerisine atabileceğimiz bir tanımlama üretmiştir. Dolayısıyla kafalar son derece karışık vaziyettedir. Din ile medeniyetin karıştırılmaya başlandığı bir dönemden bile geçiyoruz diyebiliriz. Bahisten mütevellit yazımı Arnold Toynbee’den yapacağım bir alıntıyla sonlandırmak istiyorum:

Fakat İslâm, zor bir ruhsal görevi yerine getirmek üzere hâlâ yaşamakta. (Uygarlık Yargılanıyor, sy. 78)

 

… Sanat, siyaset, tarih, felsefe üzerine kitap okumak için…

derin_lugat-2-kapak 70 kitap indirin70 kitap indirinDerin Lügat 2.0

2ci Sürüme dair not: Birinci sürümden bu yana 12 yeni kelime eklendi Derin Lügat’a. İndirip ilk 30 kelimeyi okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmedik. Yani 65inci sayfa sonuna kadar (Yalnızlık dahil) 2.0 ile 1.0 arasında bir fark yok. Bundan sonraki güncellemelerde de aynı yolu takip edeceğiz.

İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler.  Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?

Aydınlanma ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.

Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.

İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

Edward Hopper’ı okumak

hopper-kapak 70 kitap indirin70 kitap indirinAmerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.

Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte 70 kitap indirin70 kitap indirin

Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.

İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocukları

oteki-sinemanin-cocuklari 70 kitap indirin70 kitap indirinYakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6 70 kitap indirin70 kitap indirinKitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansin 70 kitap indirin70 kitap indirinSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.


tezyin_kapak-150 70 kitap indirin70 kitap indirinGözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

70 kitap indirin70 kitap indirinT.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapak 70 kitap indirin70 kitap indirinGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak 70 kitap indirin70 kitap indirin

Fethullah Gülen’i iyi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitik 70 kitap indirin70 kitap indirinAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” 70 kitap indirin70 kitap indirindemokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin