RSS Feed for This Post

Metafizik Üzerine Konuşma / Gottfried Wilhelm Leibniz

leibniz-metafizikTanrı kötülüğün nedeni değildir. Kökel günah insanlar arılıklarını yitirdikten sonra ruhu ele geçirdi, ama daha önce de tüm yaratıklar için doğal olan ve onları günaha ya da eksikliliğe yatkın kılan özgün bir sınırlanmışlık ya da yetkin olmayış vardı. Bu konuda Adem’den önce yazgılanmışlığa inananların güçlüğü öbürlerininkinden az değildir. Aziz Augustinus’un ve daha başka yazarların duyguları buraya dayandırılabilir, bunlara göre kötülüğün kökü hiçliktedir, yani yaratıkların yoksunluğunda ya da sınırlanmış oluşundadır; bu duruma Tanrı hoşuna gittiği biçimde yetkinlik derecelerine göre kendi vergisiyle çareler bulur. Tanrı’nın bu vergisi, ister olağan olsun ister olağanüstü olsun, dereceleri ve ölçüleri olan bir şeydir, bu şey belli ölçüde bir sonucu oluşturabilmek için kendinde de etkindir her zaman, üstelik yalnızca bizi günahtan korumak için değil, aynı zamanda insanın kendinde olanla katılması koşuluyla kurtuluşu sağlamak için her zaman yeterlidir. Ne var ki insanın eğilimlerini aşmaya yeterli değildir her zaman, böyle olsaydı hiçbir şeye bağlı olmazdı, oysa bu durum kendiliğinden olsun koşulların uygunluğundan olsun, her zaman başarılı olan Tanrı vergisine, mutlak olarak etkin Tanrı vergisine özgüdür.

Seçimin güdüleri, öngörülen inanç, ortalama bilim, mutlak karar üzerine; her şeyin “neden Tanrı varolması için böyle bir olası kişiyi seçti” sorusuna indirgendiği, bu kişinin kavramının böyle bir Tanrı vergileri dizisini ve özgür eylemleri içerdiği, bunun da güçlükleri birden ortadan kaldırdığı üzerine.

Tanrı’nın vergileri tam arı vergilerdir, onlar üzerine yaratıklar hiçbir öneride bulunamaz; gene de Tanrı’nın bu vergilerini sunarken yaptığı seçimi açıklamak için insanların gelecek eylemlerinin mutlak ya da koşullu öngörüsüne başvurmak yetmediğinden, hiçbir ussal güdüsü olmayan kararları düşlemlemek gerekir. İnanca ve öngörülmüş iyi eylemlere gelince, elbette Tanrı inancını ve iyiliğini önceden gördüğü kişileri “quos se fide donaturum praescivit” (20) seçmiştir; ama aynı soru gene kendini gösterir: Tanrı neden inanç ve iyi eylemler vergisini şuna vermez de öbürüne verir? İnancın ve iyi eylemlerin öngörüsü değil de insanın kendinden katacağı şeyin maddesinin ve yatkınlığının öngörüsü olan Tanrı bilimine gelince (çünkü gerçekten insanda tanrı vergisi yönündeki çeşitliliği karşılayan bir çeşitlilik vardır ve insanın iyiye doğru uyarılması ve yönetilmesi gerekmekteyse de sonradan da eylemde bulunması gerekmektedir), bazılarına göre bu konuda şöyle söylenebilir: Tanrı insanın tanrı vergisi olmadan da ya da olağanüstü yardım olmadan da yapabileceğini görerek ya da hiç değilse Tanrı vergisi bir yana insandan gelecek olanı görerek vergisini doğal yetileri en iyi olanlara ya da hiç değilse doğal yetileri en az eksikli olanlara ya da en az kötü olanlara vermeye karar verebilecektir. Ama durum böyle de olsa, diyebiliriz ki bu doğal yetiler, iyi oldukları ölçüde, pek sıradan da olsa bir Tanrı vergisinin ürünüdürler, bu durumda Tanrı bazılarını bazılarına yeğlemiş olur; ve Tanrı’nın verdiği bu doğal üstünlükler bu öğretiye göre Tanrı’nın vergisine ya da olağanüstü yardıma güdü olacağına göre, her şeyin sonunda Tanrı’nın iyiliğine dayanacağı doğru değil midir?

Bu durumda sanırım (Tanrı’nın kayrayı kimlere vereceği konusunda doğal yetileri ne kadar ve nasıl göz önünde bulundurduğunu bilmediğimiz için) ilkelerimize göre ve daha önce belirlediğime göre şöyle demek en doğru ve en güvenilir olacaktır: olası varlıklar arasında kavramı ya da fikri olağan ve olağanüstü tüm kayralar zincirini, ayrıca koşullarıyla birlikte geri kalan tüm olguları içeren Petrus’un ve Johannan’ın kişiliğinin bulunması gerekir; gene etkin olarak varolmak için aynı ölçüde olası bir başka kişiler çokluğu arasından Tanrı bunları seçmeyi uygun bulmuştur: öyle görünüyor ki bundan sonra sorulacak başka bir şey kalmıyor ve tüm güçlükler ortadan kalkıyor.

Çünkü o tek ve büyük soruya, neden Tanrı sayısız olası kişiler arasından onu seçmeyi uygun buldu sorusuna gelince,bizim burada gösterdiğimiz ve ayrıntıları bizi aşan genel nedenlerle yetinmemek için iyice akılsız olmak gerekir. Böylece nedensiz olduğu için usdışı olan mutlak bir karara ya da güçlüğü ortadan kaldıramayan nedenlere başvurmak yerine, en iyisi Aziz Paulus’a uyarak şunu söylemek olur: genel düzen üzerine kurulmuş olan, ölümlülerce bilinmeyen, Tanrı tarafından evrenin en büyük yetkinliği amacıyla öngörülmüş olan çok büyük bilgelik ya da uygunluk nedenleri vardır. Tanrı’nın ünüyle, adaletinin belirtileriyle, aynı zamanda bağışlayıcılığıyla ve genel olarak yetkinlikleriyle ilgili nedenler, ayrıca Aziz Paulus’un gönlünü hoş eden zenginliklerin sonsuz derinliği işte buna dayanır.

Bu ilkelerin sofuluk ve din konusunda yararlılığı.

Sonunda öyle görünüyor ki az önce açıkladığımız düşünceler, özellikle Tanrı’nın işlemlerinin yetkinliğiyle ilgili büyük ilke ve tüm olguları tüm koşullarıyla içeren töz kavramıyla ilgili büyük ilke dine zarar vermek bir yana, dini doğrulamaya, çok büyük güçlükleri ortadan kaldırmaya, ruhları Tanrı sevgisiyle tutuşturmaya ve ruhları maddi olmayan tözlerin bilgisine yükseltmeye şimdiye kadar görülmüş varsayımlardan daha çok yararlar. Çünkü apaçık görülüyor ki tüm öbür tözler Tanrı’ya bağlıdırlar, düşüncelerin bizim tözümüzden türemesi gibi; görülüyor ki Tanrı herkeste her şeydir ve yetkinlikleri ölçüsünde bütün yaratıklarla içten birleşmiştir; etkisiyle dışarıdan onları belirleyen de yalnızca kendisidir; eylemde bulunmak doğrudan doğruya belirlemek demekse metafizik diliyle bu anlamda denebilir ki yalnızca Tanrı benim üzerimde eylemde bulunur, yalnızca o bana iyilik ya da kötülük yapabilir, öbür tözler ancak bu belirlenimlerin nedenlerine katkıda bulunurlar, çünkü Tanrı tözlerin tümünü göz önünde bulundurduğundan iyiliklerini aralarında paylaştırır ve onları aralarında uyuşmak zorunda bırakır. Tanrı aynı zamanda tözlerin ilişkilerini ve iletişimlerini sağlar, şunların olguları Tanrı’nın yüzünden öbürlerinin olgularıyla raslaşır ve uyuşurlar ve sonuç olarak algılarımız böylece gerçekliğe sahip olur. Ancak, uygulamada eylem yukarıda açıkladığım anlamda özel nedenlere bağlanır, çünkü özel durumlarda evrensel nedeni belirlemek her zaman gerekli değildir.

Şu da görülmektedir: her tözün yetkin bir kendiliğindenliği vardır (ussal varlıklarda özgürlük olan şey); ona olan her şeyin fikrinin bir sonucu ya da varlığının bir sonucu olduğu, onu tek Tanrı’dan başka bir şeyin belirlemediği de görülür. Bu yüzden, ruhu çok yüksek bir kişi, kutsallığıyla çok saygı görmüş bir kişi şunu söylemeyi alışkanlık edinmişti: ruh hemen her zaman dünyada yalnızca Tanrı ve kendisi varmış gibi düşünmelidir.

Hiçbir şey ölümsüzlüğü ruhun bu bağımsızlığı ve genişliği kadar güzel anlatamaz; işte bu bağımsızlık ve genişlik ruhu tüm dıştan şeylere karşı korur; çünkü o kendi dünyasını yalnızca kendi kurar ve Tanrı’yla yetinir; dünyanın kendini yıkması olası değildir (ruh dünyanın canlı, sürekli anlatımıdır), ruhun hiçleşmeden yokolması da olası değildir; bunun gibi, bedenimiz diye adlandırılan o yaygın kitlenin değişimlerinin ruh üzerinde herhangi bir etkisi olması, bu bedenin ortadan kalkmasının bölünemez olanı yoketmesi olası değildir. Ruhla beden birliğinin açıklanması ya da açıklanamaz denen ya da mucizeyle ilgili denen birliğin açıklanması ve karışık algıların kökeninin açıklanması.

Bu arada ruh ve beden birliğiyle ilgili o büyük gizin beklenmedik biçimde açıklanışı yani birindeki edilimlerle edimlerin öbüründeki edimlerle ve edilimlerle ya da uyarlı olgularla birlikte olması da görülüyor. Çünkü birinin öbürü üzerindeki etkisini kavramak olası değildir, sıradan ve özel bir şeyde doğrudan doğruya evrensel nedenin olağanüstü işlemine başvurmak usa uygun düşmez. Gerçek neden şudur: söylediğimiz gibi, ruhun ve her tözün başına gelen yalnızca kavramının bir sonucudur, öyleyse ruhun fikri ya da özü tüm görünüşlerinin ya da algılarının onun kendi doğasından oluşmasını (sponte) kendinde taşır; tam tamına öyle olur ki ruhun fikri ya da özü tüm evrende olup biteni kendiliklerinden karşılarlar, ruha bağlanmış olan bedene de daha özel ve daha yetkin olarak karşılık olurlar; çünkü ruh evrenin durumunu , belli bir biçimde ve belli bir zaman için, başka bedenlerin kendi bedeniyle ilişkisinde açıklar. Bu da bedenimizin özümüze bağlı olmadan nasıl bizim olduğunu açıklar. Sanırım, düşünmeyi bilenler ilkelerimizi doğru yargılayacaklardır, onlara dayanarak bir başka göze açıklanamaz görünen bağlantının, ruhla beden arasında varolan bağlantının neye dayandığını göreceklerdir.

Şu da görülüyor ki duyularımızın algıları açık oldukları zaman bile zorunlu olarak bazı karmaşık duyguları da içerirler, çünkü evrenin tüm bedenleri duygu yakınlığı içinde olduklarından bizim bedenimiz tüm öbür bedenlerin izlenimlerini alır; duyularımız her ne kadar bütünle ilişkiliyse de ruhumuzun özel olarak bütüne ulaşması olası değildir; bu yüzden karışık duygularımız sonsuz olan bir algılar çeşitliliğinin sonucudur. Bu biraz da deniz kıyısına yaklaşan kişilerin duyduğu o bulanık gürültüye benzer, bu gürültü sayısız dalga vuruşlarının üst üste gelmesiyle oluşmuştur. Tek bir algı oluşturacak biçimde aralarında uyuşmuş olmayan birçok algı arasında hepsinin üstüne çıkabilecek bir algı yoksa, bunların tümü hemen hemen aynı ölçüde güçlü izlenimler veriyorlarsa ya da ruhun dikkatini belirleme konusunda eşit ağırlıktaysalar ruh bu algıların sezgisine karışık olarak varabilecektir.

Ruhların ve öbür tözlerin, insan ruhunun ya da ruhsal tözlerin birbirlerinden ayrı oluşları üzerine, öne sürülen ölmezlikte anmanın önemi üzerine.

Diyelim ki “unum per se” (21) oluşturan bedenlerin tıpkı insanda olduğu gibi töz oldukları, tözsel biçimlere sahip oldukları, hayvanların da ruhları olduğu düşünülünce şunu apaçık benimsemek zorunda kalırız: bu ruhlar ve tözsel biçimler tam olarak ölmezler, başka filozofların görüşlerinde ortaya konulan atomlar ya da maddenin son parçaları gibi; çünkü hiçbir töz ölmez, tümüyle başka olabilse de. Bunlar ruhlardan daha az yetkin biçimde de olsa tüm evreni açıklarlar. Başlıca ayrım şudur: onlar ne olduklarını, ne yaptıklarını bilmezler, bundan ötürü görüş ortaya koyamazlar, zorunlu ve evrensel doğrular ortaya koyamazlar. Kendileri üzerine düşünemedikleri için ahlaksal nitelikleri yoktur, buna göre hemen hemen bir tırtılın kelebeğe dönüşmesinde gördüğümüz gibi binbir dönüşüm geçirseler de, ahlak açısından ya da uygulama açısından onların öldüğünü söylemek, hatta fizik olarak öldüklerini söylemek aynı anlama gelmektedir, çünkü biz her zaman bedenler bozularak ölürler deriz. Ancak ne olduğunu bilen ve şu çok şey anlatan “Ben” sözünü söyleyebilen bilinçli ruh varlığını sürdürmekle kalmıyor, metafizik açıdan öbürlerinden daha çok varlık ortaya koymuyor, ancak ahlak açısından hep olduğu gibi kalıyor ve aynı kişiliği oluşturuyor. Çünkü ruhu cezaya ve ödüle yatkın kılan bu “Ben”in anısı ya da bilgisidir. Onun için ahlakta ve dinde öngörülen ölümsüzlük tek başına bu tözlere uygun olan bu sürekli varoluşla sınırlı değildir, çünkü önce ne olduğunun anısı olmadan bu ölümsüzlüğün istenir bir yanı olmayacaktır. Herhangi bir kişinin ne olduğunu tümüyle unutmak koşuluyla birdenbire Çin kralı olduğunu varsayalım: uygulama ya da sezilebilen sonuçlar açısından bu durum onun yok edilmesi ve o anda bir Çin kralının varedilmesi değil midir? Bu kişinin böyle bir şeyi dilemesi için hiçbir neden yoktur.

Ruhların yüksekliği, Tanrı’nın ruhları öteki yaratıklara yeğ tutarak alışı, ruhların dünyadan çok Tanrı’yı, öteki tözlerin Tanrı’dan çok dünyayı açıklayışı. Tanrı’nın yalnızca bizim tözümüzü değil aynı zamanda kişiliğimizi de, yani kim olduğumuzun anısını ve bilgisini de (bunların seçik bilgisi bazen uykuda ve baygınlık durumunda etkin olmaktan çıksa da) koruyacağını doğal nedenlere göre yargılayabilmek için ahlakla metafiziği bağdaştırmak gerekir: yani Tanrı’yı bütün tözlerin ve bütün varlıkların ilkesi ve nedeni olarak değil, bütün kişilerin ya da düşünceli tözlerin, bütün ruhların bir arada oluşturduğu evrenin, en yetkin kentin ya da devletin mutlakyöneticisi gibi almalıyız. Tanrı’nın kendisi de bütün ruhların en yetkini olduğu gibi varlıkların da en büyüğüdür. Çünkü, hiç kuşku yok, ruhlar en yetkin ve Tanrı’yı en iyi açıklayan varlıklardır. Tözlerin tüm doğası, amacı, erdemi ve işlevi, yeterince açıklanmış olduğu üzere, Tanrı’yı ve evreni açıklamaktan başka bir şey olmadığı için, onu ne yaptıklarını bilerek açıklayan, Tanrı’yla ve evrenle ilgili büyük doğruları bilmeye yatkın olan tözlerin, doğruları bilmeye yatkın olmayan, duygulardan ve bilgiden tümüyle yoksun olan o kaba doğalarla karşılaştırılamayacak kadar açıklayıcı olduklarından kuşkuya düşülemez; düşünceli tözlerle düşünceli olmayan tözler arasındaki ayrım o kadar büyüktür ki onu aynayla aynada kendini gören arasındaki ayrıma benzetebiliriz.

Tanrı da ruhların en büyüğü ve en bilgesi olduğundan şu yargıya varmak çok kolaydır: Tanrı deyim yerindeyse kendileriyle konuşmaya girdiği ve hatta çevrelerine girdiği varlıklara duygularını ve istemlerini özel bir biçimde bildirir, öyle ki onlar kendilerine iyilik edeni tanıyabilirler ve sevebilirler, onlar Tanrı’yı ruhların araçlarından başka bir şey olmayan o geriye kalan şeylerden daha çok ilgilendirirler: tüm bilge kişilerin başka herhangi bir şeyden çok (bu şey ne ölçüde değerli olursa olsun) bir insana önem verişini gördüğümüz gibi; ve öyle görünüyor ki gerçekte hoşnut olan bir ruh için en büyük doyum başkalarınca sevildiğini görmektir: oysa Tanrı’da şöyle bir ayrım ortaya çıkıyor, yaratıkların bilgisi onun yüce ve tam mutluluğunun bir sonucu olduğundan, onun ünü ve bizim tapınışımız onun doygunluğuna katkıda bulunmak ya da onun bir ölçüde nedeni olmak şöyle dursun, bu doygunluğa hiçbir şey katamaz. Bununla birlikte, sonlu ruhlarda iyi ve ussal olan her şey de orada bulunur ve en değerli ve en az bulunur hayvanlardan birinin değil de bir insanın yaşamını korumayı yeğleyen bir kralı nasıl översek tüm mutlakyöneticilerin en aydınının ve en adaletlisinin de böyle düşündüğünden kuşkuya düşmemeliyiz.

Tanrı ruhların bir araya gelmesiyle oluşmuş en yetkin devletin mutlakyöneticisidir. Onun başlıca amacı bu Tanrı devletinin mutluluğudur.

Gerçekten ruhlar yetkinleşmeye en yatkın tözlerdir, yetkinliklerinin bir özelliği vardır, o da onların birbirlerine çok az engel olduklarıdır ya da birbirlerine daha çok yardım ettikleridir, ne var ki en erdemliler en yetkin dost olabilirler; buradan apaçık olarak şu sonuç çıkar: genel olarak her zaman en büyük yetkinliğe yönelen Tanrı ruhlara en büyük özeni gösterecek, onlara yalnızca genel olarak değil, birbirine özel olarak da evrensel uyumun olası kıldığı en çok yetkinliği verecektir.

Bu arada şunu da söyleyebiliriz: Tanrı bir ruh olmakla varlıkların kaynağıdır; öbür türlü, en iyiyi seçmekte istem eksikliği olsaydı, bir olasının bir başka olasıya yeğ tutulabilmesi için hiçbir neden olmayacaktı. Böylece Tanrı’nın bir ruh olma niteliği, yaratıklarla ilgili olarak sahip olabileceği tüm belirlenimlerin başında gelmektedir: yalnızca ruhlar Tanrı’nın imgesine göre yaratılmışlardır, onun ırkından, onun evinin çocukları gibidirler; çünkü yalnızca onlar Tanrı’ya özgürce hizmet edebilirler, Tanrı’nın doğasına öykünerek bilgiyle eylemde bulunurlar: tek bir ruh bütün bir dünyaya değer, çünkü onu tek başına açıklamaz, ancak onu tanır ve Tanrı gibi kendini dünyada yönetir. Öyle ki, her töz tüm evreni açıklasa da öbür tözler Tanrı’dan çok dünyayı açıklar; ama ruhlar dünyadan çok Tanrı’yı açıklar gibidirler. Ruhları basit yaratıklar için olası olduğu ölçüde Tanrı’ya yaklaştıran o yüce ruhsal doğa, dolayısıyla Tanrı’nın onlardan kazandığı ün geri kalan varlıklardan kazandığından daha çoktur ya da daha doğrusu öbür varlıklar Tanrı’yı yüceltmek için ancak maddeyi verirler.

Bu yüzden Tanrı’nın kendisini ruhların efendisi ya da mutlakyöneticisi kılan bu ahlaksal nitelik onu kişisel olarak pek özel bir biçimde ilgilendirir. O bununla insanlaşır, “antropoloji” lere katlanmak ister, bir hükümdarın uyruklarıyla bir olması gibi bizimle topluma girer; bu belirleme onun için o kadar önemlidir ki içinde yaşayanların en büyük olası mutluluğuna dayanan devletinin mutlu ve verimli durumu yasalarının en yücesi olmaktadır. Çünkü varlıklar için yetkinlik neyse kişiler için mutluluk odur. Fiziksel evrenin varoluşunun birinci ilkesi ona olabildiğince büyük yetkinliği vermekse evrenin en soylu parçası olan ahlak dünyasının ya da Tanrı devletinin ilk tasarımı da ona olası olan en çok mutluluğu yaymaktır.

Kuşkuya gerek yok, Tanrı her şeyi öyle bir düzene koymuştur ki buna göre kaçınılmaz bir biçimde ruhlar sürekli olarak yaşamakla kalmazlar, dünyanın hiçbir tözü yitirmemesi gibi devletinin de hiçbir şeyi yitirmemesi için ahlaksal niteliklerini de her zaman korurlar. Sonuç olarak, ruhlar ne olduklarını her zaman bileceklerdir, böyle olmasaydı ödül ve ceza almaya yatkın olamayacaklardı; oysa bu yatkınlık bir devletin, özellikle hiçbir şeyin eksik olmadığı en yetkin devletin özünden bir parçadır.

Sonuç olarak, Tanrı mutlakyöneticilerin en adaletlisi ve en iyi yüreklisi olduğundan, içtenlikli ve ciddi olmak koşuluyla iyi niyet istediğinden uyrukları daha iyi koşullar isteyemezler ve o da uyruklarını tümüyle mutlu kılabilmek için yalnızca sevilmek ister.

İsa gökyüzü krallığının gizlerini ve eşsiz yasalarını ve onu sevenlerin hazırladığı en yüce mutluluğun büyüklüğünü insanlara bildirir.

Eski filozoflar bu önemli doğruların pek azını tanıdılar; yalnızca İsa onları tanrısal bir biçimde açıkladı, o kadar açık ve o kadar içten anlattı ki en kaba ruhlar bile onu kavradılar; böylece onun İncil’i insani şeylerin görünümünü tümüyle değiştirdi; o bize gökyüzü devletini ve Tanrı ülkesi adına yaraşır olan şeyi, ruhların o yetkin ülkesini tanıttı, onun eşsiz yasalarını tanımamızı sağladı: Tanrı’nın bizi ne çok sevdiğini, bizi ilgilendiren her şeyi ne büyük uyarlıkla hazırladığını, serçelere bile özen gösteren Tanrı’nın kendisi için en değerli ussal varlıkları gözden uzak tutmayacağını, başımızdaki tüm saçların sayılmış olduğunu, yerle gök yok olsa bile Tanrı sevgisiyle kurtuluşumuzun düzeninin yok olmayacağını, Tanrı’nın bütün dünya düzeninden çok düşünceli varlıkların en küçüğüne önem verdiğini, bedenleri yok ederken ruhlara kötülük edemeyenlerden korkmamamız gerektiğini, çünkü ancak Tanrı’nın ruhları mutlu ya da mutsuz kılabileceğini, onun ruhu evrendeki bütün oluşumlardan korunmuş olduğu için doğruların onun elinde bulunduğunu, tek Tanrı’dan başka hiçbir şeyin o ruhlar üzerinde etkin olamayacağını, eylemlerimizden hiçbirinin unutulmadığını, boş sözlerden iyi kullanılmış bir kaşık suya kadar her şeyin göz önünde tutulacağını, son olarak her şeyin iyilerin en yüce iyiliği için bir sonuca ulaşması gerektiğini, dürüstlerin güneşler gibi olacaklarını; Tanrı’nın kendisini sevenler için hazırladığı mutluluğa yakın herhangi bir şeyi duyularımızın da, düşüncemizin de hiç tanımamış olduğunu bize gösteren yalnızca odur.

… Bu konuda okumak için…

Jean-Paul Sartre ile Kaliteli bir Ateizme Doğru

Böyle Buyurdu Zerdüşt / Friedrich NietzscheBöyle Buyurdu Zerdüşt / Friedrich NietzscheYokluk var mıdır? Evinizin içini dolduran boşluğu gördünüz mü hiç? Bir türlü gelmeyen şu trenin verdiği sıkıntı ya da sizi habersiz bırakan dostlarınızın sessizliği gerçek değil mi yoksa? Tutulmamış sözler, ödenmemiş borçlar… Yokluk da var aslında “var” dediğimiz şeyler kadar. Ama Yok’un varlığı sadece şuurlu insanlar için gerçektir; gelecekten, birisinden cevap bekleyenler için bir yokluktan, eksiklikten bahsedebiliriz… Artık olmayan gençlik yılları ya da henüz gelmemiş olan yaşlılık da bugünün gerçeği değil mi? Hatırlayan, ümid eden, düş kırıklığını ve gelecek korkusunu tatmış her insan için bir “yokluk” vardır, gerçektir ve bugüne dahildir.

Ateizmin ürettiği en kaliteli metinlerinden biri olan Varlık ve Hiç elinizdeki bu kitabın belkemiğini oluşturuyor. Filozof ve edebiyatçı olan Jean-Paul Sartre hiç şüphesiz Batı felsefesinin köşe taşlarından biridir. Varlık, İnsan, Özgürlük ve Ahlâk tasavvuru üzerine yazdığı eseri tanrısız bir ahlâk teorisi. “Geleneksel” dinler ile göbeğini kesmiş bir “iyi insan” arayışı içinde Sartre. Bu arayışın neticesi ateist emir ve yasaklar değil insan fıtratının önemli bir veçhesi, özgürlük şuuru:

“İnsan özgürdür ve bunun farkındadır; bu farkındalık ile, özgürlük ve sorumluluk şuuruyla yaşamaya mahkûmdur.”

Bu bağlamda Sartre gerçek bir ateist: Tanrı karşıtı değil Tanrı-SIZ. Vicdanın sesini duyma gayretinde. Görünmeyen tanrılar ile kavga etmek yerine “görünürde tanrı yok, biz insan olarak ne yapabiliriz?” diye soruyor. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin