RSS Feed for This Post

Müslüman’ın bollukla imtihanı

Eating-Too-Much“Dünya tatlı ve çekicidir. Allah sizi ona sahip kılacak ve nasıl amel ettiğinize bakacak.” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav).

Müslüman her hal ve karda bir imtihan içinde bulunduğunun şuurunda olan insandır; darlıkta da imtihandadır, genişlikte de. Başına bir sıkıntı gelir, sabreder, kazanır; bir nimete kavuşur, şükreder, yine kazanır. Terazinin kefesine sıkıntımız ya da bahşedilen nimet değil, bizim bunlar karşısındaki tavrımız, halimiz konur; şükrümüz ve sabrımız yani. Hadiseler değil, o hadiseler karşısındaki duruşumuzun bir ehemmiyeti vardır. Konuyu, seçim sonuçlarından sonra tavrımız ne oldu/ne olacak meselesine bağlamayacağım. Seçim sonuçları, evet, gerçekten sadece bir sonuçtur. Asıl bu sonucun ortaya çıkmasında bizim bir payımız var mı ona bakmak gerek. Acaba toplum olarak bir şeylerin değerini hakkıyla bilememenin neticesi midir bu durum?

Eğer bir kadirNAşinaslık olduğu düşünülüyorsa, bu sonuca belli bölgelerdeki ya da partiler arasındaki oy kaymalarına bakarak varmak, sebeplere takılıp kalmak anlamına gelir. Nicelikte meydana gelene değişikliklere bakarak yorum yapmamak gerek her zaman. Ardındaki esas sebebi görmeye çalışmalıyız. Eğer bugün Türkiye Müslümanlarının içini burkan bir seçim sonucu ortaya çıktıysa, bu acaba hangi hatalarımızın neticesi diye sorarak işe başlamalıyız. Modernitenin ve rasyonalitenin determinist anlayışı içinde değil, maneviyatımız ile neye müstahak olduğumuz arasında sıkı bir bağ olduğu itikadı ile sormalıyız bu soruyu.

Seçim sonuçlarına dair sosyolojik ve siyasal analizler bir tarafa, dindar hassasiyeti göreceli olarak yüksek toplum kesimlerinin dönüp kendisine bir bakması mecburi. Siyasetçiyi eleştirmek ve onda kusur bulmak kolay. Bu da yapılmalı hiç şüphesiz. Ama esas olarak önce kendi nefsimizi bir sigaya çekmeliyiz; sonra yakın çevremizin ve daha sonra da bir bütün olarak tüm Müslümanların hal-i pür melalini mercek altına almalıyız.

Ben lafı hiç dolandırmadan esasında ne olduğuna dair kanaatimi belirteyim. 90’lı yılların baskıcı zulüm ortamında çekilen sıkıntılardan ve ekonomik bunalımlardan sonra gelen refah ve özgürlüğün kıymetini bilemedik. İnsan refahın ve özgürlüğün kıymetini, eğer bir zamanlar bunlardan mahrum kalmışsa daha iyi bilebilir. Bazen de, bir zamanlar sıkıntılar içinde yaşamış olsa da, bunlar çok gerilerde kaldığında, unutur, gevşeklik gösterir. İnsanoğlu nankördür, zira. Hem gereğince şükredemedik, hem de geçmişten bihaber şuursuz bir gençlik yetişti bu süre zarfında. Yokluğu görmeyen, bolluğun kıymetini hakkıyla bilemedi.

Müslümanlar bu dönemde hayal bile edemeyecekleri bir güç ve servet edindiler. Fakat bunun çok azını diğer Müslümanların hayrına harcama engin yürekliliğini gösterebildiler. Güç için güç, servet için servet biriktirme telaşı sardı çoğunluğu. Örneğin, dindarların oluşturduğu iş adamları örgütlerinden hiçbirinin son 10 yıllık zaman diliminde, emekçilerin asgari sınırlardaki yaşam şartlarını nasıl daha iyileştirebiliriz diye dertlendiklerini, belli bir fedakârlığı göze alarak bunu başarmak için stratejiler geliştirdiğini, programlar düzenlediklerini hatırlamıyorum.  Bir okul yaptırarak, bir-iki derneğe, vakfa, yardım kuruluşuna destek vererek “sosyal sorumluluklarını” yerine getirdiklerini düşündüler; aslında çoğunun yaptığı vicdanlarını rahatlatmaktı. Kendi yaşamlarındaki lüks hızlıca artarken, ortaokula/liseye giden çocuğuna haftalık verdiği harçlığı, bir işçisine ailesini geçindirmek için aylık olarak veren Müslüman iş adamı bundan hiç rahatsızlık duymadı. Sosyal adaleti, gelir dağılımındaki dengeyi pek de önemsemedik. “Ellerinizin altındakilere yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin.” hadisinin kapsamını ve bugün bir sermayedara, işverene, patrona nasıl bir sorumluluk yüklediğini düşünmedik. Bu hadisi bilip de işçisine asgari ücreti reva görebilen Müslüman bir işadamı olamamalıydı.

Dinine, peygamberine, herhangi bir kutsalına en hafifinden bir dil uzatıldığında dahi yeri göğü inletmeye hazır bildiğimiz Müslümanlar, hürmetsizlik ve had bilmezlik “bizden” birinden gelince maslahat icabı suspus olmayı seçtiler. Hatta onların en güzel şekilde taltif edildiğini de gördük, görüyoruz.

Nefsini ümmet-i Muhammedin (sav) nefsi ile bir ve beraber göremeyen, onun derdiyle dertlenmekten her geçen gün biraz daha uzaklaşan bir gençlikle karşı karşıya kaldık. Boş bir hamasetten öte değil çoğumuzun nutku.

Zulme uğramanın, bir hakkın gasp edilmesinin ne olduğunu çok iyi biliyorken, aynı durumdaki başka toplum kesimlerinin taleplerinin karşılanmasında ağır davranılmasını sorun etmedik.

Hakiki nasihatçilerimiz azaldı; doğrusu daha az görünür oldular. Birbirine hayrı ve takvayı tavsiye eden birkaç kişi olduysa da, onlar da algımızda iyice marjinal bir noktaya kaydılar. Onları okurken ya da izlerken adeta iptidai, çok gerilerde kalmış ilkel bir ses işitiyormuş gibi hissettik. Kulaklarımızı hayır davetine kapattık. Sanki bize değil, başkasınaymış gibi düşündük o nasihatleri; üzerimize alınmadık.

Müslüman hassasiyeti olan bir devlet idaresinin ve idarecilerin olması bizi bir rehavete sürükledi. Onlar nasıl olsa yapılması gereken her şeyi yapıyorlardı. Biz kendi nefsimizin arzularının tatmini ile meşgul olabilirdik. Yiyeceklerimizin kalitesi, pahalı restoranlar, elbiselerimizin uyumu ve çeşitliliği, bineceğimiz aracın ne kadar lüks olduğu, oturduğumuz evin muhiti ve içerisindeki eşyalar, banka hesaplarımızdaki rakamlar, yapacağımız tatil, toplumdaki itibarımız, makam ve mevkiimiz… En başat dertlerimiz bunlar oldu.

Müslümanlığımız her geçen gün daha da yüzeyselleşti, özünden koptu. Şekilciliğe takılıp kalan, sembollerini abarttığımız ama dilimizden kalbimize inmeyen bir dinimiz oldu. Maneviyat yoksulu bir topluma dönüştük.

Alabildiğine bireyselleştirdik Müslümanlığı. Lafa gelince aksini söylüyoruz ama inancı, laikçilerin ifade ettiği gibi sadece kişisel bir vicdan meselesiymiş gibi yaşamaya başladık. Kadınıyla erkeğiyle üzerimizde, halimizde, davranışlarımızda Müslümanlığın ayırt edici nişanelerini sildik attık.

Bu zamanın Müslüman kadını-erkeği tipik burjuva adetleri geliştirdi. Zenginliğe ve refaha kavuşan Müslüman kadın-erkek, yaşamını nesneler ve göstergeler üzerinden estetize etme, farklı kılma ve farklılaştırdığı bu yaşamını teşhir etme merakına düştü. “İmaj ile takva arasında” kalmış değil; tarafını imaj olarak seçmiş bir kadın-erkek Müslüman bireyi var artık. Çok eleştirdiğimiz Batı tarzı tüketim ve gösteri toplumunun davranış ve tüketim kalıplarını benimsedik. “Süslümanlığımıza” laf ettirmedik; “Kime ne?” dedik. En güzel süsün edep olduğunu söyleyen İslam’ın şiarı, Müslümanların duygu ve davranışları üzerindeki belirleyiciliğini kaybetti.

İnsan sormadan edemiyor sahi, yıllarca Müslümanlar neyin mücadelesini verdi bu ülkede? Hepimiz içimizde gizli bir burjuva yaşamı özentisini mi taşıyormuşuz? Eğer özgürlük için mücadele edildiyse, onu elde ettiğimizde ortaya koyacağımız yaşam biçimi böyle içi boş, kof, yoz ve bayağı bir yaşam mı olacaktı?

Hani bazen bu dönemin ekonomi performansı hakkında yorumlar yapılırken, yapısal reformların yapılmadığı, para bolluğu ve siyasi istikrara rağmen önemli bir fırsatın heba edildiği eleştirisi yapılır; haksız bir eleştiri de değildir. Aynı şekilde diyorum ki, bu özgürlük ve refah ortamında, yaşadığımız şu zaman dilimini Allah (cc) ile irtibatımızı kuvvetlendirmek için bir fırsat olarak değerlendiremedik. Dünya ile olan bağlarımızı güçlendirdiğimiz bir dönem oldu maalesef.

“Size isabet eden her musibet, ancak ellerinizin kazandığı dolayısıyladır.” ( Şura/30) ayetini hatırımızdan çıkarmayalım. Ve kabul ve itiraf edelim ki: Şükrümüz eksik kaldı. Daldık, gaflete düştük. Savrulduk.

Vakit, silkinip toparlanma vaktidir.

Son bir hadis-i şerif: “Kendisini çokça zikretmek ve gizli açık çokça sadaka vermek suretiyle Rabbi’nizle aranızda mevcut olan bağı daimi kılın. Böyle yaparsanız rızıklandırılır, (düşmanlarınıza karşı) yardım görür ve güçlü kılınırsınız.” 

 

… E-kitap okumak için…

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte

Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.

İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocukları

oteki-sinemanin-cocuklariYakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6Kitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansinSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.

kapak-kucuk-2Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapakGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak

Fethullah Gülen’i iyi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin