RSS Feed for This Post

Akif nasıl öldü biliyor musun?

sirnak

1998 ağustos/ Şırnak

Herhangi bir ağustostu aslında. Hayatımda yer etmemeye namzet o kadar silik bir gündü ki, Apo’yla girdiğimiz diyalog olmasa, o günü kutsamamı gerektirecek aslında hiçbir şey yoktu. Sünnetimde Mehmet Alçelik’in mavi chevrolet’ini dün gibi hatırlıyorum. Keza, on iki yaşımda Songül’ün kepçe kulaklı olduğum için beni reddetmesi de hatırımda. Ama gönüllüsü olduğum Şırnak maceramda herhangi günlerden birinin gecesinin tam yarısıydı.

Yaklaşık otuz askere komuta ettiğim bir birlikle 1802 rakımlı tepedeydik yine o gece. Belki de milyonlarca yıldır Habur Çayına tepeden bakan, zahmet edip kendisine bir ad koymaya üşenenlerin bile terk edip gittiği o tepeyi aylardır koruyorduk. Coğrafya adına aklınıza gelen her şeyin aynı olduğu, insanların, kuşların, dağların değişime ayak diremek de ne kelime, bahsedeni recmettiği bir coğrafyaydı. Bir münzeviler beldesi desem güdük kalır, onun da ötesi bir coğrafya. Ülkenin Cumhurbaşkanının kim olduğunu, kimin şampiyon olduğunu bilmiyorduk, bilemezdik. Belki merak edenlerimiz vardı ama bir süre sonra onlar da bıraktılar işin peşini. Yoksulluk, yokluk hani o çokça anlatılan babayla oğlun hikâyesi gibiydi; Çocuk sorar babasına, ‘yoksulluk ne kadar sürer’ diye. ‘Kırk yıl’ der babası. Çocuk yine sorar babasına ‘biter mi sonra’ diye de cevap verir hani babası: ‘Bitmez, ama sen alışırsın’.  Dünyaya 1802 metre yüksekten baksak da, aslında her birimizin dünyası nohut oda bakla sofa dedikleri genişlikteydi. Ufkumuzun sınırları, etrafımızı çeviren dağlarla mahdut bir alandı, sadece bu.

Neyse, bunlar derin mevzular. Apo adlı bir askerim vardı. Cahit Sıtkı için Abbas neyse, benim için de Apo’da aynı anlamı ifade ediyordu. O benim şansımdı ama onun şanssızlığı benim ona şiir yazamayacak kadar yeteneksiz oluşumdu. O gece Apo’yla birlikte, yemyeşil ayın altında,  Orhan Veli’nin deyimiyle ‘olmaz ki, böyle de yatılmaz ki’ dizesine rahmet okutacak kadar tüm hatlarını gözler önüne seren Serabove’nin kızıla çalan güzelliğini izliyorduk. Ay yükseldikçe serabove daha bir açılıp saçılıyordu; üstündeki kayalar daha bir büyüyor, rüzgarın esiri uzun otlar hareleniyor, çatağın en diplerine giren ayın ışığı belki de aydan bile daha yaşlı bu kart orospuyu, kısrakla boy ölçüşen bir taya çeviriyordu gözlerimizin önünde. Hasan’la da bakmıştık aynı ayın mihmandarlığında uzun nöbet gecelerinde aynı dağa; o sivilde müezzindi. Belki bundan sebepti onun çatlamış dudaklarından dökülen, ‘dağ bu kadar güzelse, onu yaratan kim bilir ne kadar güzeldir’ demesi.

‘Ben bu işi çözdüm’dedi aniden Apo. Demeyeydi iyiydi ama dedi. Gözlerimi bu coğrafyada görüp görebileceğim en güzel manzaradan yavaşça çevirdim, kirden kayış gibi olmuş pantolonumun cebine elimi attım, bir sigara çıkardım ve yaktım. Dudaklarımı yuvarlayıp, dört taksitte saldığım ilk nefesten sonra nazarımı, henüz üryan kalmamış Serabove’ye yönelttim yine ve gayri ihtiyari ‘neyi çözdün Apo’ dedim. Göz ucuyla baktım ne söyleyecek diye; ancak ukala insanlarda görebileceğiniz, ama bu saf, masum Anadolu delikanlısında çiğ duracağı gün gibi aşikar bir refleksle ellerini göğsünde birleştirdi ve anlatmaya başladı: ‘Gerçi, sen de okumuş adamsın komutanım, bilgin de benden hallicedir ama İlkokulda bizim hoca anlattıydı bir kere, benim de oradan kalmış aklımda’. Konunun ne olduğu hakkında en ufak bir bilgim yoktu ama bu kadar iptidai bir yerde, dudaktan dökülen her kelimenin ne menem değerli olduğunu Şırnak bana öğretmişti. Kendinden emindi ve devam etti Apo: ‘…Dünyanın oluşumundan bahsettiydi bizim hoca. Güneş dönerken parça kopmuş sonra o parça soğumuş ya…’ Burada durdu; belki de benden bir onay bekliyordu, bekletmedim yiğidi ve son nefesimi çektiğim sigaramı yere atarken ‘eee!’ dedim. Yerinden doğruldu, kafasındaki gece görüş gözlüğünü çıkardı, elini arka cebine soktu ve kamburu çıkmış Samsun sigarasından bir dal alarak altın vuruşu yaptı: ‘Bence, dünya dönerken bir parça koptu, biz üzerinde kaldık ve bu sefer de biz savrulduk gidiyoruz. Göreceksin komutanım! Hiçbirimiz geri dönemeyeceğiz.’

                Böyle bir mantık silsilesine bugün kim olsa güler ama zor zamanlar da kendi şartlarını yaratıyordu en nihayetinde. Ben o gün, o mantığa inanmadım adeta iman ettim.

Bir melek gibi konuşmuştu. Evet, bir melek; ama saf kan iblis olanından. Burada olmamın sebebiyle ilgili kafamda kurduğum türlü çıkarımları, sığındığım tüm aforizmaları, bahaneleri tek seferde yıkıp gitmişti. Artık işim daha kolaydı; zaten benim gibi uzun boylu düşünmekten hazzetmeyen bir adamın ihtiyacı olan tek şey ‘mantıklı veya değil’ sığınacağı bir bahaneydi. Madem ki Cemil Meriç’in deyimiyle ‘her putperest eski sanemleri karşısında oldukça müsamahasız’ olabiliyordu, madem ki benim adım da peygamber dedem gibi İbrahim’di, içimde iyiye ait ne kadar put varsa kırabilir ve bu münzeviler beldesinde sonumu bekleyebilirdim. Evet, yanlış değil ‘iyiye ait’. Çünkü ben bir peygamber değil insandım ve her insan gibi insiyak içimi kemiriyordu. Apo’ya inandım, çünkü belli ki bu yollardan daha önce de birileri geçmişti ve O bunu biliyordu. Eğer geçmeseydi ‘Yeryüzü boşaldı habersiz miyiz / Güneşe göç var da kalan biz miyiz/ dizesini, hangi güç bir şairin mürekkep hokkasına zerk edebilirdi.

Aradan aylar geçti, askerlik bitti ve ben döndüm. Meğer insan hangi dünyaya kulak kesilmişse diğerine sağırmış. Bunu da öğrenmek için Şırnak’tan dönmem gerekiyormuş. Aslında çok şeyi öğrenmek için rücu etmem gerekiyormuş. Ahmet Arif’in bir şiirinde geçen ‘dışarıda gürül gürül akan bir dünya’ varmış ve biz o dünyadan gerçekten de ne kadar uzağa savrulmuşuz. Tanıdığım kim varsa körkütük sağırmış, herkesin bir dünyası varmış ve biz parya kölelerine o kapılar kapalıymış, bizi meğer kimse duymuyormuş bu yüzden. İşte o günden beridir benim, içinde vatan, bayrak geçen her türlü etkinliğe soğuk duruşum, mesafemi koruyuşum. Çünkü ben, bu toprağın insanlarının vefasını olmasa da vefasızlığını, ilk elden test etme şansı bulmuşlardan sadece biriyim.

Bu küçük hikayeme can veren kırgınlığımı çok uzun zaman kimseye anlatmadım. Hayatın cilvesi, eski dostlarla da yolları ayırıyorsun bir bir, zamanla. Hoş, ihtiyaç da kalmıyor onlara. Bir zaman sonra herkesle konuşuyorsun ama yanında rahatça saçmalayabileceğin bir insan arıyorsun. İşte ona anlattım bu hikayemi ve beni sonuna kadar dinledi. Ne zaman ki ben sustum, bana haddimi bildiren o soruyu sordu canımı acıtaraktan:

Akif nasıl öldü biliyor musun?

Bilmiyorum.

Biz kendi aramızda konuşurken, Mehmet Akif’e, ‘Akif’ diye hitabederiz. ‘O kadarlık hukuk olsun’ isteriz aramızda. Veremesek de hakkını kendisinin, olamasak da ‘Asım’ın nesli’ ayarında birer civanmert, nasip değilmiş der geçeriz. Daha bir kalender olmak içindir Necip Fazıl üstada sırnaşmamız, bugün Sakarya’yı hançereden okuyuşumuz. Yoksa biz de biliyoruz bizden adam olmayacağını, biz de idrak etmişiz artık, iş işten geçmiş bazı şeyler için.

‘Aç o kepçe kulaklarını da dinle’ dedi, bir yandan gülerek bir yandan da Songül’e bir selam sarkıtarak ‘eskimeyen yeni’ dostum: ‘ Şarkıcı Tarkan’ın dedesi Fethi Tevetoğlu üç arkadaşıyla birlikte yolda yürürlerken,  karşıdan bir at arabasının üzerinde sıradan bile olmayan bir tabut geldiğini görmüşler. Atın dizginleri hırpani kılıklı bir adamın elinde olduğu halde, onun ayak sesleri, atın nal sesleri bozuk bir ritim tuturmuşlar şehrin dar sokaklarında. Ayaküstü bir Fatiha okumuşlar cenazenin yanından geçerken hepsi bu. Neden sonra Fethi Tevetoğlu’nun içine bir kurt düşmüş ve sormuş yarenlerine: ‘Akif olmasın sakın tabuttaki’. Kimse inanmamış böyle bir ihtimale. Nasıl olabilir ki; bir hırpaninin çektiği at arabasının üzerinde iptidai bile olmayan bir tabutun içinde vatan şairi yatacak da bu İstanbul uyuyacak ha?

‘O Akif ki…’ diye başlayan, yarenlerinin onca güzellemesi bir an için ikna etmiş bizim Tarkan’ın dedesini. Ama içini de bir kurt kemirmiyor değilmiş; dayanamamış ve geri dönmüş diğerlerini de yanına alarak. Bir yandan da dua edermiş içinden. Dua edermiş ki Allah’a, yaşatmasın böyle bir zilleti İstanbul’a, dua edermiş ki vatan şairinin kimsesizler mezarlığına gömüldüğü bir memlekette nefes almanın bedbahtlığının karası çalınmasın alınlarına. Velhasıl varmışlar arabanın başına ve sormuşlar taşıdığı mevtanın kadrini bilmeze, ‘kimdir tabutun içindeki’ diye: ‘Şiir mi yazıyormuş ne, Mehmet Akif diye biri’ demiş sadece hırpani kılıklı adam.

Sonra sustu dostum ve sonrasında bir asırlık sükunet. Zahirde sükunet ama batında tüm suratı kaplayan, kızarıklığı bir ömür sürecek olan bir tokat benim için, bir yüz karası. Artık cevaplanmaya muhtaç bir sorum yoktu. Ya da Akif’in deyimiyle ‘vuzuha muhtaç bir istifham’ sahibi değildim. Demek ki yanıla yakıla şekvacısı olduğum, onca yıldır kinini güttüğüm vefasızlık bırakın beni, bu topraklarda Akif’e reva görülmüştü ve ben bunu yeni öğreniyordum.

‘Akif’e ha’, deyiverdim bir an için güldü yüzüme. Çocukların yaptığı türlü haşarılığı affeden, mazur gören bir çelebi efendiliğiyle ve aynı hızda ciddileşti. Aramızdaki hukuka binaen, Mehmet Akif’e,  ‘Akif’ dememi mazur görmediğini belli eder bir ciddiyetle cevap verdi:

Tarkan’ın dedesine göre Akif, sana göre sadece Mehmet Akif…

 

… E-kitap okumak için…

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte

Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.

İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocukları

oteki-sinemanin-cocuklariYakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6Kitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansinSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.

kapak-kucuk-2Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapakGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak

Fethullah Gülen’i iyi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Kürtlerin Tarihi Üzerine

kapak_kurt-tarihi-uzerine80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcularÇapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin