RSS Feed for This Post

Emine Uçak ile sohbet

Suzan Nûr Başarslan – Alice sordu: ” Hangi yoldan gitmem gerektiğini bana söyler misin? ”
Cheshire kedisi cevapladı: ” Nereye gitmek istediğini biliyor musun? ”
” Neresi olduğu fark etmez.”
” O zaman hangi yol olduğu fark eder mi? ”
” Bir yerlere gittiğim sürece, etmez.”
” O zaman eninde sonunda bir yere varırsın. Eğer… yeterince yürürsen.”

Gitmek istediğiniz yer neresi/olmak istediğiniz, masaldaki gibi bir yerlere gittikten sonra gitmek istediğiniz yerin neresi olduğu önemli değil mi?

Emine Uçak – Gitmek istediğim diye bir yer yoktu, varsa da oradayım çok şükür. Çocukluğumdan itibaren yazmak istiyordum, bir de iyi insanların yanında olmayı. Çok şükür yazıyor ve okuyorum ve bu dünyada iyi insan diyebileceğim çok kişi var yakınımda. Ama alıntıladığınız klasikteki gibi ‘gidilen yerden’ çok ‘gitmenin’ önemli olduğunu da düşünüyorum. Gitmek yola çıkmak demek, yola çıkmak da varmanın hemen öncesi. Allah yolculuklarımızı derin ve manalı kılsın.

SNB – Edebiyatın has bahçesinde yol almak çok zordur, birçok sıkıntıyı omuzlamak, fedekarlık yapmak anlamına gelir. Sizin yazarlık yolculuğunuz nasıl başladı ve gelişti?

EU – Klasik olacak ama ben de çocukluktan itibaren yazanlardanım. Ama genelde yazdıklarımı hele de edebiyat alanında olanları daha çok kendime sakladım. Yazı hayatım gazetecilikle başladı, özel haberler, röportajlar, köşe yazıları, denemeler. Yazmanın asıl uğraşım ve işim olması için çok badireler atlattım tabi. Hem gazetecilik alanında hem de edebiyat alanında var olabilmenin ağır şartları var ve herkes kıyısından köşesinden nasibini alıyor bu süreçlerde. Ama henüz yolculuğumun başındayım diye düşünüyorum.

SNB – Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I’de: “Sanatçı, nesneyle hesaplaşan adamdır. Sanatçı, nesneyi yorar. Şu esrarlı yolculukta, nesne, Musa, sanatçı, Hızır’dır.” Siz bir yazar olarak ne’yle hesaplaşıyorsunuz, neden? Sizin Musa’nız kim?
EU – En çok ‘anlamama’, ‘ötekileştirme’, ‘duvarlar örme’yi aşmaya çalışıyorum. İnsan bilmediğinden korkuyor, bilmediğini ‘bilir’ kılmaya çalışıyorum. O’na ne kadar benzer olduğunu, benzer korkuları, sevgileri, üzüntüleri olduğunu hatırlatmaya çalışıyorum.

 

SNB – Sanatçı tercih etmek zorunda, ‘ne istediğini’ ya da en az bunun kadar önemli olanı, ‘ne istemediğini. Siz bu hesaplaşmayı yaşarken, bir sanatçı olarak neyi tercih ediyorsunuz ya da başka bir açıdan neleri tercih etmiyorsunuz gittiğiniz yolda?

EU – Öncelikle biraz önce bahsettiğim bilinir kılma çabasını kendimi taraflardan birine yakın durarak değil tamamen merkeze alarak, mevcudun tüm parçalarını anlamaya çalışarak yapmaya çalışıyorum. Ve sanırım en çok da kolay olanı tercih etmiyorum. Kolay olandan kastım aşırı betimlemeler, kişiselleştirmeler, ajitasyonlar, acı yarıştırmak vs.

SNB – Magda Szabo, Kapı adlı eserinde yazar olan kahramanına ‘…ilhamın gelip gelmemesi en elverişli ortamların hüküm sürdüğü günlerde bile lütfa bağlı değil miydi?’dedirtir. İlham bir yazar için lütuf ama tek başına yeterli değil. Keje’nin yazılış öyküsünden bahsederek tek başına ilhamın yeterli olmadığını bahsetseniz okurlara. O süreci bana anlatmıştınız ama sanırım okurlar da bilmeli en elverişsiz koşullarda bile yazılabileceğini.

EU – Eskiden yani Keje’deki öykülerden önce edebiyatın sadece ilhamla oluştuğunu düşünürdüm. Ve bir şekilde kelimeler içimden döküldüğü halde doğru zamanın o olmadığını bir gün ilham denen şey her neyse oturup bütün içimdekileri kaleme dökeceğini düşünürdüm. Oysa edebiyatın,  yazmanın ilham kadar hatta ondan daha çok bir disiplin olduğunu, çalışmak gerektirdiğini ve uygun ortam, şart gibi öncelikleri olmadığını Keje’yı yazma sürecinde bizzat deneyimledim. Edebiyatı, yazmayı hep bir şeyleri temize çektikten sonra, hayatı düzene koyup, yapılacakları yapıp sonra masa başına oturmak olarak algılamamak lazım. Hele de benim gibi tek uğraşı ve hayatı yazmak olmayanlar, çocuk büyütmek, ev, iş gibi öncelikleri olanlar için. Kısacası uygun vakit, ilham değil çalışmak ve olana razı olmak var.

SNB –  . Çanakkale Savaşı’nda Kürt Civanlar, Keje ve Özlem Yağız, Yıldız Amca, Nejla Saydam’la beraber hazırladığınız Malan Barkirin: Zorunlu Göç Anlatıları. Yazarken neden spesifik bir tema seçtiniz? Bunun bir yazar olarak sizi sınırlandırdığını düşünmüyor musunuz?

 

EU –  Kürt Civanlar ile Malan Barkirin benim için aslında sosyal sorumluluk gibi anlamları da olan çalışmalar. Yukarıda bahsettiğim ötekileştirmeler, yok saymalar gibi durumların ortadan kalkması gibi bir derdim var. Yazmayı sadece yazmak olarak da gören biri değilim, yara sarmak, bilinir kılmak vs gibi önemli bir duruşu da var. Her iki kitap da kendi alanında ilk ve özgün çalışmalar.

 

SNB – Gazeteci yazarlık, aktivistlik, yazarlık… Hangisi öncülünüz (elbette sebebiyle) ve bir şansınız olsaydı bir sanatçı olarak şunu yapmak isterdim dediğiniz şey ne olurdu?

 

EU – Aktif gazeteciliği bir süredir bıraktım, köşe yazılarını da bırakmayı düşündüğüm bir aşamadayım. Kendimi aktivist olarak tanımlamıyorum, yapabileceğim bir şey varsa yapma derdindeyim. Aktivistlik çünkü giderek internet kalemşörlüğüne evriliyor ve bundan çok rahatsızım. İnternetten katılımlara baktığımızda herkes katılıyor, geliyor ama sokakta yahut bazı davalarda mahkeme önünde kimseyi bulamadığımız çok oluyor. Şu anda çocuklarımı hakkıyla, maneviyatla büyütebilmek ilk önceliğim diyebilirim. Sonrasında da yazmak.

 

 

SNB – Jerusalem’de Markar Esayan: …ayrılığın en acısını çocuklar yaşar, küçük çocuklara her şeyin boylarından büyük gelmesi gibi, ayrılığın acısı da devasa gelir…’ diyor. Keje’deki kahramanlarınızı çocuk olarak seçmenizde, çocukların acıya ve ayrılığa bakışındaki perspektif mi etkili oldu, yoksa daha özel nedenleri var mı bu seçimin?

 

EU – Çocukluğun naifliğinin, saflığının anlatmaya çalıştığım durumu daha berrak bir şekilde hissedilmesini sağlayacağını düşündüğümden. Dediğiniz gibi çocukların acıya, ayrılığa bakışı büyükler gibi yargılar şekilde değil. Ve bu yüzden taraf tutmaları, öfkelenmeleri çok kolay değil, kırılganlığı anlatmak istiyordum ve kırılganlığı en saf yaşayanlar da çocuklar yine.

 

 

SNB- Keje’yi incelediğimde ilk fark ettiğim şeylerden biri, ki eserin en büyük başarısı buydu, ilk kırılmaları çok güzel yakalamış olmasıydı, gözden kaçan anları… Hayatın içinde dediğimiz ve normalleştirdiğimiz, ama aslında normal olmayan durumların insanda, özellikle de çocuk ruhunda açtığı, açabileceği durumları/hâller… Bu anları, nasıl yakaladınız?

 

EU – Bu anların çoğu tanıklıklara dayalı, hem kendi tanıklıklarım hem çok yakınımdakilerin tanıklığı. Sanırım başarının asıl sebebi bu. İnsanın deneyimlediği bir duyguyu aktarması daha içten oluyor. İçinden geçilmemiş yahut geçenin duygusunu iyi hissedememiş bir tasvir okuyucuya da etki etmiyor zaten.

SNB – Bir yarım-kalmışlık, asker ve dışarıdakiler tarafından kapana kısılmışlık, gözyaşı ve ağıt… anlatılırken çok rahat konuyu, insanları, olayı nesneleştirme tuzağına düşebilir hatta popülizmin kıskacına yakalanabilirdiniz. Bunu nasıl aştınız?

EU – Başlarkenki niyetim halisti; yani bu pastadan ben ne kapabilirim yahut bu yangını nasıl harlarım diye düşünmeden. Tamamen saf ve samimi bir şekilde çocukluğumdan itibaren bende olanları edebiyata sığınarak çoğaltmak ve paylaşmak bilinir kılmak istedim. Öyle bakınca unuttuğumu düşündüğüm çok tanıklığım, paylaşımım, izlenimim de tekrar canlandı, yazdıkça hatırladım.

SNB – “Kim dokunacak ben gibi ihtiyara? Ne kimseye el uzatmışlığım var ne dil uzatmışlığım. Öleceksem de baba ocağında öleyim.” diyen, kekliklerinden başka hiçbir şeyi olmayan Tahir Dede. Bir okur olarak beni en çok etkileyen kahramanınız. Yazar olarak sizi en çok etkileyen kahramanınız hangisi Keje’de, çünkü yazarlar da kahramanlarına bağlanırlar hatta çoğunlukla okurların tercihinden farklı bir kahramana.

EU – Keje’deki kahramanlarımın hepsi benim çok yakınımdaki parçalar, satırların çoğu gözyaşıyla yazıldı. Ama tabi benim asıl kahramanım Tahta Papuç’taki Naze.

 

SNB – Öyküyü tercih ettiniz Keje’de. Neden öykü? Roman yazma planlarınızda var mı?

EU – Geçtiğimiz günlerde Hece dergisinin de bu minvalde bir sorusu vardı orada da aynı şeyleri söyledim. Keje’yi ilk okuyanların bir bütün olarak bakıldığında roman olmasıyla ilgili yönlendirmelerine rağmen bilinçli olarak öykü olmasını istedim. Çünkü yazmak benim için bir hatırlama aracı. Öykü hatırlamak için çok iyi bir form, kısacası öykü benim için hatırlamak demek. Aslında çoğu zaman ‘uyusak ve unutsak’ diyen biriyken, hatırlamayı bu kadar istemenin tezat olduğunu da düşünmüyor değilim. Ama hatırlamak sadece unutmamak  değil, anlamlandırmak, görmek, bakmak, yakın kılmak gibi bir çok işleve bürünebiliyor. Hatırlamak aynı zaman da paylaşmayı da sağlıyor.  Ve bütün bunlar için öykü araç olarak bulunmaz bir nimet.

Aslında çok uzun zamandan beri süren bir roman projem var. Bu aralar her gün meşgaleleri, rutin işleri bir kenara bırakıp ona başlamak için niyetleniyorum. Ama nedense o an hiç gelmiyor. Umarım en kısa zamanda gelir.

SNB – Ömer Erdem, Avluda Beklerken şiirinde : ‘tabutta yatan acep görüyor mudur bizi/
gidip kulak versek duyulur mu nefesi / ve dudaklarında kalmış mıdır son bir dünya dileği’ diye soruyor. Malan Barkirin’de, dudaklarda kalmış, hiç gerçekleşemeyecek dileklere şahit oldunuz. Ne istiyordu insanlar, nelerle yüzleştiler? Bu soru çerçevesinde Malan Barkirin’den bahsetseniz bize, şahit olduklarınıza…

 

EU – Malan Barkirin 1990’larda zorunlu göçe tabi tutulan insanların o günlerde yaşadıklarını ve hayatlarının nasıl değiştiğinin izini sürüyor. Onların tanıklıklarıyla hayatlarının nasıl darmadağın olduğunu ve sonrasında bir türlü eskiye dönemediklerini, savruldukları yeni mekan ve zamanlarda yaşadıklarını dile getiriyor. Çok yakıcı tanıklıkların, kırılmaların, acıların, olayların yer aldığı bir çalışma haliyle. Sadece Kürtlerin değil o coğrafyada yaşayan Süryanilerin, Ezidilerin de değişen hayatlarının izini sürüyor. Bütün bu tanıklıklarda en çok şahit olduğumuz travmanın ve acının henüz çok taze oluşu. Bazen anlatırken o anı yaşar gibi oluyordu çoğu tanıklarımız. Diyarbakır’ın zorunlu göçlerle büyüyen 450 evler mahallesinde tandır başında ekmek pişirirken sohbet ettiğimiz teyze bunlardan biri mesela. Kitabın kapağında yer alan Selamet’in öldüğü olayda korucular tarafından öldüresiye dayak yiyen ve ayakları kırılan Hediye de anlatırken o günü yaşıyor gibiydi. Bütün bu görüşmelerde insanların her şeye rağmen kendilerini, yaşadıklarını anlatma çabası içinde olduklarını da gözlemledim. Zorunlu göç bütün yönleriyle çok iyi görülmesi ve değerlendirilmesi gereken bir durum. Yaşandı bitti olarak bakamayacağımız bir durum. Biraz önce söylediğim gibi travmalar çok taze ve bunun görülüp, giderilmesi hayatiyet taşıyor.

SNB – Malan Barkirin’e ait son sorum şu. ‘Dünyayı anladıkça daha çok hayal kırıklığına uğruyorum.’ diyor Jane Austen. Siz, aktivist uğraşılarınızda, o kadar çok hayal kırıklığıyla karşılaşıyorsunuz ki, vazgeçmek istediğiniz olmuyor mu hiç? Bırakıp gideyim, benim derdim bana yeter dediğiniz?

 

EU – Malan Barkirin’de değil ama bazı toplumsal olayları kişiselleştiren, öfkeleriyle hareket eden, kamplaştıran, acı yarıştıran kimseleri görünce ‘uyusak ve unutsak’ moduna geçtiğim oluyor. Ama sonra ‘iyi atlara binip gitmeyen’ insanlar olduğunu gördüğümde ‘bu da geçer’ diyorum. Fakat yukarıda dediğim gibi aktvist uğraşılar olarak tanımlamıyorum bu konulardaki çabalarımı, duyarlılık gösteriyorum sadece.

SNB – Acıların nesneleştirildiği ve ölülerin istatikleştirildiği bir öğütme mekanizmasının içindeyiz. Oysa Macbeth’in kral olmasının yetmemesinin ve tüm vicdani sorgulamasının -korku, güvensizlik, yükselme hırsına yenik düşmenin verdiği sabit fikirlilik- öğreteceği bir şeyler olmalı bu öğütme mekanizmasına. Sizce, hangi kesimden olursa olsun, insanların diğerini ötekileştirmeden ve yabancılaştırmadan gerçekleri dile getirmesi mümkün mü? Mümkünse, nasıl?

EU – Mümkün. Eğer olaya siyasi veya politik bakmayı bırakıp tamamen insani olarak bakabilirsek ötekileştirme ve yabancılaştırmadan kurtuluruz diye düşünüyorum. İnsan kendine yakın olarak gördüğünü, sevdiğini, kıymet verdiğini kolay kolay ötekileştirmez. Sorunumuz insanın tek başına kıymetli görülmeyişi, durduğu yer, mevkisi, politik duruşu ve daha nice konumla değerlendirilmesi. Oysa insanın biricik olduğunun altını çizen bir inancı taşıyoruz. Bunu günlük hayatımızda daha çok hatırlamamız lazım.

 

 

SNB – Bir dönem ‘ya…ya’ propagandası o kadar artmıştı ki,

‘Elmayı mı seviyorsun, armutu mu?
Cevap: Çikolatayı.’şeklinde, ikisini de sevmek, seçmek zorunda değilim’in alegorisini yazmıştım bir sosyal ağda. Özellikle katıldığınız panel, forum… gibi tartışma programlarında bununla yüzleşiyor olmalısınız. Nasıl cevap veriyorsunuz bu tarz dayatmalara?

EU – Çok nadir olsa da bu dayatmalarla karşılaşıyorum. Asıl rahatsız olduğum durum ise bu seçmek durumundan öte dış görünüş itibariyle otomatikmen Ak Parti’nin temsilcisi olarak değerlendirilmem. Ve söylediklerimi bu konuda itibarsızlaştırma çabaları. Hepimizin sıkça rastladığı ‘başörtülüysen Ak Partilisin’ tavrı. İlk başlarda bu dayatmalar karşısında ısrarla öyle olmadığını, hayatın siyah ve beyaz gibi sert çizgileri olmadığını, belirleyici gibi duran özelliklerin kişiyi tanıtmaya yetmediğini anlatmaya çalışıyordum. Ama sürekli kendini anlatma, tanıtma çabası beni yordu. O yüzden istediğiniz gibi düşünmekte serbestsiniz diyerek onları kendi senaryoları ve iç hesaplarıyla baş başa bırakıyorum çoğu zaman.

SNB – Yukarıda dudaklarda kalan dileklerden bahsetmişken, sorum, mutluluğa dair olsun. Filibeli Ahmet Hilmi, Amak-ı Hayal’da mutluluktan bahsediyor ve ‘Her insan, her akıl ve vicdan sahibi, hatta… bir hayvan bile bu varlıklar dünyasında ihtiyaç duyduğu andan başlayarak mutluluğu araştırmaya başlar… İnsan! Birçok şeye sahip olur, sahip oldukça da hırsı artar. Acaba mutluluk nedir? … Mutluluk; hayatı olduğu gibi kabul etmek, ağır işlerine razı olmak ve bunların iyileştirilmesine çalışmaktır… Kısmetinde ne varsa kaşığında o çıkar…’diyor. Mutluluk Emine Uçak için ne anlama geliyor? Kısmetinde olana razı mı Emine Uçak? Bazen bunun ikilemini yaşamıyor mu? Yaşıyorsa kendini nasıl o çıkmazdan kurtarıyor?

 

EU –  Çok şükür. Allah’ın bana verdiği nimetler için, aile için, çocuklarım ve yukarıda saydığım gibi iyi dostlar için. Açıkçası çok büyük ikilemler yaşamıyorum. Ama bazen özellikle yorgun zamanlarda kendimi gergin ve mutmain hissetmediğim oluyor. O zamanlarda genelde çocuklarımla vakit geçiriyorum. Çocuklar insanın gelecek kaygılarını, geçmiş hesaplaşmasını, yaşanan andaki doyumsuzluklarını çok iyi gideriyor. Sevgileri çok gerçekçi, dokunuşları, şefkatleri insana iyi geliyor. Zaten kişi ne zaman mutmain olsa ve ne zaman kendisi için hayırlısı olanı dilediğinde, Allah mutlaka yeni yollar, yeni kapılar açıyor. Bunu çok şükür her seferinde deneyimliyorum.

 

 

SNB –  “Yine de kalbimin bir tarafı o kadar yalnız ki!’’ diyor Leyla İpekçi Maya’da. Tüm bu koşuşturmanın, kalabalığın içinde yalnız kaldığınızı hissediyor musunuz?

 

EU-  Üç çocuk annesi olunca öyle hissetmek pek mümkün olmuyor. Hatta bazen yalnız kalmak istediğim oluyor. Çünkü gece uykularında bile yalnız kalmak mümkün olmuyor çoğu zaman her gece uykunuzun içinde bile sizinle olmak için bir bahaneleri var. Çocuklu hayat hem çok hızlı yorucu hem de yukarıda bahsettiğim gibi insani zinde ve keyifli tutan çok güzel hayat.

 

 

SNB – Aşkta hedef, ’ Allah benim kalbimde, değil; ben, Allah’ın kalbindeyim’, demektir… “Zira aşk kâfidir aşka” diyor Halil Cibran Ermiş’te. Aşka bakışınız nasıl? Sizin için aşk nedir? (hiç aşık oldunuz mu?)

 

EU – Cibran gerçek aşktan bahsediyor. Aşkın farklı tezahürleri var. Aşk benim için iliklerine kadar samimi olmak. Bakanın diğer tarafını gördüğü kadar berraklık.  Umarım bir nebze yaşayıp yakınlaşmışımdır.

 

 

SNB – Roshomon filminde, kahraman, İnsan ömrü ne kadar da kısa, tıpkı bir çiğ damlası gibi… diyor. Sizin çiğ damlanızda, yapmak istediğiniz ama yapamadığınız ve sizi bu yüzden en çok etkileyen şey ne?

 

EU –  Tasavvufi ve ilmi anlamda derinleşmek isterdim. Ve Kur’an okuduğumda anlayacak kadar Arapça öğrenmeyi. Bunun üzüntüsünü çok yaşıyorum.

 

 

SNB – Sanırım bu soruyu tüm söyleşilerde soruyorum ama kadın, anne ve yazar olmak? Dengeyi nasıl kuruyorsunuz? Zorlamıyor mu sizi bu dengeyi sağlamaya çalışmak?

 

EU – Çocuklarım çok küçük olduğu için dengeyi sağlamak zor. Evdeyken ağırlıklı olarak onlarla ilgileniyorum. Yazmam gereken durumlarda genelde evden çıkmam gerekiyor. Bu hem vakit kaybı demek hem de daha çok yorulmak demek. Çocuklar bilgisayarımı kendilerine rakip olarak görüyor. Bazen kendi aralarında oynadıklarında, arkadaşları olduğunda veya çizgi film izlediklerinde bilgisayarımı açacak oluyorum. Hepsi yaptıklarını o anda bırakıp kucağıma doluşuyor. Onlar uyuduktan sonra gecenin ilerleyen saatlerinde yazmaya çalışıyorum genellikle. Bu da tam bir panik atak sendromu. Üçünün de uykuya dalmaları çok zor oluyor ve farklı ritüelleri var. Tam hepsiyle başa çıkıp uyuttuğumu düşünüyorum, çayımı ya da kahvemi yanıma alıp bilgisayarı açacak oluyorum bakıyorum elinde oyuncağıyla biri geliyor. Sil baştan yine aynı ritüeller uyudu uyuyacak derken çoğu zaman onlardan önce uyuyup kalıyorum.

 

 

SNB – Çocuklarınız için ‘yazar anne’ ne anlama geliyor?

 

EU –  Çok farkında değiller. Ama kitapları onlara ithaf ettiğim için bir yandan da ilgililer. En büyük kızım daha çok farkında bu durumun. Geçtiğimiz gün arkadaşlarına ‘benim annem hikaye yazıyor ama büyükler için’ gibi bir cümle kurdu. 2 yaşındayken onunla Bursa Tüyap Fuarı’nda imza gününe katılmıştık. Benimle birlikte kitap imzalamıştı halen bazen kitap imzaladığım zaman ben de imza atacağım diyor. Pencereler buğulandığında imza atma aşamasında şu an.

 

SNB –  Bir okur olarak bazı kahramanlara çok bağlanırım. En son bağlandığım kahraman Gonçorov’un Oblomov’u. Benim sevgili Oblomov’um, Rus edebiyatının Don Kişot’u, ironinin sevimli yüzü, kızmaktan çok bağlanılan bir karakter o. Sizin bağlandığınız kahramanlar var mı? Hangileri?

 

EU –  Kahramanlarım zamanla değişiyor.  Çocukken Polyanna’yı severdim. İlk gençlik yıllarında Çalıkuşu’nun Feride’si çok güçlü ve etkileyici gelirdi bana. En keyifle okuduğum kahramanlardan bazıları Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarında yer alıyordu. Sokak satıcıları, bohçacı kadınlar, iç içe geçen hayatlar. Huzur’un Nuran’ı da beni etkileyen kahramanlardan. Ama Yüzüklerin Efendisi’nin Sam’inin yeri bambaşka. Oradaki ilk sırada adı geçen kahramanlardan değildir. Ne Elfler gibi güçlü, ne de Hobbit arkadaşı Frodo gibi başrolde. Yakışıklı değil, yemeğe düşkün, saf diyeceğimiz biri. Bir kahraman olmak için görünür özellikleri yok bir bakıma. Ama kararlılığı, sadıklığı, korkmasına rağmen arkadaşı için hayatını tehlikeye atacak kadar cesur davranabilmesi, bir anne gibi yemek yapmaya özenmesi. Daha çokça özelliğiyle benim kahramanım.

 

 

SNB – Dünya ve Türk edebiyatından sizi en çok etkileyen yazarlar hangisi? Özellikle yazar kimliğinize katkısı olanlar.

 

EU –  Çok uzun bir liste bu tek tek sayamayacağım. Ama özellikle son yıllar için Leyla İpekçi, Cihan Aktaş, Markar Esayan, Orhan Pamuk, Müge İplikçi, Özlem Narin Yılmaz’ı sayabilirim. Daha eskilerde Rus klasiklerinin ve yazarlarının ben de yeri ayrıdır. Evrim Alataş’ın kendi hayatını mizaha varan bir anlatımla ele aldığı Her Dağın Gölgesi Denize Düşer ve Haydar Karataş’ın Gece Kelebeği’ni de beni çok etkileyen ve yazarlık konusunda katkıları olanlar arasında ilk sırada sayabilirim.

SNB – Geçmişten bugüne kendinize bir projektör tutsanız. Emine Uçak Erdoğan kim, çocukluğu, gençliği, olgunluğu… Neler yaşadı, bugüne nasıl ulaştı?

EU –  Bu soru çok uzun, ben tutmayayım projeksiyonu : )

SNB – Etkisini uzun süre devam ettiren bir anınızı paylaşsanız bizimle, mümkün mü?

 

EU – Bu yazın umredeyken Mescid-i Nebevi’nin hemen yakınında Hz. Ebubekir’e ait olduğu belirtilen bir bahçeye gittik eşim ve rehberimizle birlikte. Büyük binaların içinde küçük bir vahayı andıran bir bahçeydi burası. (Peygamber Efendimiz’in Hz Aişe ile yaptığı anlatılan koşu yarışının yapıldığı bahçe aynı zamanda) Ortasında bir küçük havuz olan yeşillik içinde bir bahçe. Önce kedilerle karşılaştık Medine’de gördüğüm ilk ve son kedilerdi, haliyle çok sevinmiştim karşılaştığımıza. Bahçenin içinde Pakistanlı bir grup kadın ve erkek ayrı bir şekilde oturmuştu ve bir görevli sohbet yapıyordu. Az ötede de çocuklar keyifli bir şekilde koşturuyorlardı. Biz de oturduk yanlarına bir süre sohbeti dinledik. Bahçenin iki görevlisi vardı içlerinden biri akşam ezanının yaklaştığını, bahçeyi kapatacaklarını söyledi ve çıkmamızı istedi. Önce grup çıktı biz fotoğraf çektiğimiz için bahçeden biraz daha ağır bir şekilde çıkmaya çalışıyorduk. O sırada iki kadın geldi ve bizi görünce, bahçede reyhan yetiştiğini ve o reyhanların her derde deva olduğunu ve onlar için bir iki dal koparmamızı, istediler. Bitkilerle biraz ilgili olduğum için bahçeye etraflıca bakmış ama hiç reyhan görememiştim. Ama onların ısrarıyla bir kez daha bakındım. Bir şey bulamadığım söyledim kadınlar ısrarcıydı ama görevli onları içeri almadı. Kadınlar üzgün bir şekilde ayrıldılar. Bizden de çıkmak için daha hızlı hareket etmemizi istediler. Eşim önde yürüyordu ben arkadaydım. Bahçenin kapısının kapatıldığını duydum ve o sırada biri hafifçe sırtıma vurdu. Korktuğum için bir an epey yüksek sesle bağırdım. Dönüp arkama baktığımda bahçenin görevlisi elindeki bir demet reyhanı bana uzatarak gülümsüyordu.

 

 

SNB – Rüyalar… Her yazarıma soruyorum rüyalarını. Rüyaya bakışınız nasıl ve unutamadığınız bir rüya var mı? Suyla değil bizimle paylaşabileceğiniz.

 

EU – Benim rüyalarım fantastik edebiyata girecek gibi rüyalar. Bir de çok sık gördüğüm rüyalar var, mekan olarak aynı yerde geçen ve birbirinin devamı gibi olan rüyalar. Bazen rüyanın içinde o mekanı hatırlayıp burayı daha önce rüyamda görmüştüm diye düşündüğüm oluyor. Bu kadar hareketli rüyalar olunca dejavu denilen şeyi çok sık yaşıyorum hatta bazen bunu rüyamda mı görmüştüm yoksa gerçekte miydi diye sorduğum oluyor. Kötü olan bu rüyaları kısa bir süre sonra unutuyor olmam. Aslında özellikle fantastik olanları yazsam iyi bir sinema filmi olur. Unutmadığım rüyalarımdan biri şu; üniversite yıllarının hemen ardından bir rüya görmüştüm. Ayakkabılarım ayağımdaydı ama ben üçüncü tekini arıyordum. Çok doğal bir şeymiş gibi. Uzun süre etkisinde kalmıştım; ayakkabının üçüncü teki nedir? diye…

SNB – Son bir soru. Yazamasaydınız ne yapardınız?

Çok eksik kalırdım, çok daha ağır ve yaralayıcı olurdu her şey. Yazmak insanı hafifletiyor, güçlü kılıyor. Aynı zaman da iyileştiriyor.

Emine Uçak Erdoğan Hakkında

1973 yılında Siirt’in Şirvan ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Şirvan’da tamamladı. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden 1994 yılında mezun oldu. Çağrışım dergisi ve TGRT’nin ardından uzun yıllar İhlas Haber Ajansı’nda editör olarak görev yaptı. 2001 yılında Türkhaber gazetesinin kuruluşunda yer aldı. 2002-2011 yılları arasında İSTON AŞ’de yayın sorumlusu olarak görev yaptı. Çanakkale Savaşı’nda Kürt Civanlar isimli kitabı 2008 yılında yayımlandı. Evli ve üç çocuk annesidir. Nil Mutluer’le birlikte İMC Televizyonu’nda Öteberi isimli bir program hazırlıyor.

Eserleri:

Çanakkale Savaşında Kürt Civanlar,

Keje: Bir Gecede Büyümek,

Malan Barkirin

HATİME

‘Anlamama’, ‘ötekileştirme’, ‘duvarlar örme’yi aşmaya çalışan; unutmamak değil, anlamlandırmak, görmek, bakmak, yakın kılmak, paylaşmak için öykü yazan bir yazar. Kendi ifadesiyle aktivist değil, duyarlı bir insan. Olaylara, siyasi veya politik bakmayı bırakıp tamamen insani olarak bakabilirsek ötekileştirme ve yabancılaştırmadan kurtulacağımız inancını taşıyan bir insan. Belki de rüyasındaki ayakkabının üçüncü teki budur. Ona bu kadar normal gelenin toplum içinde olmayan bir şeye tekabül etmesi. İnşallah o üçüncü ayakkabıyı bulur ve sadece düşlerinde değil, hayatın gerçekliğinde de.

Yüzüklerin Efendisi’ndeki Sam’e olan hayranlığı da bize çok şey anlatıyor aslında. Bu noktada azıcık hatırlatma yapmalıyım:

Bir yüzük, ama güç yüzüğü, Kıymetlimiss. Bir yüzük, altın’dan, dünyayı simgeleyen yüzük… insanın elindeyken bile, elinde olan insanı günden güne tüketen yüzük. Bir yüzük, tek bir yüzük, Kıymetlimiss. Kaçımız hayatımızı tek bir yüzük yüzünden harcıyoruz ölümüne ya da kaçımız ondan kurtulabiliyoruz? Doğru soru bu olmalı. Kaçımız ondan kurtulabiliyoruz? Frodo’ya bir Sam lazımdı. Güce talip olmayan, sadık bir dost. Dostluktan başka bir isteği olmayan. Frodo dostsuz aşabilir miydi? Güçlü olan kim, Frodo mu, Smeagol mu, Sam mi? Sam; dostluk, sevgi, vefa, fedakârlık, azim, çaba… Sam, düştüğümüzde bizi kaldıran, ümit veren bir el. Son yemeğini veren, son damla suyunu veren, geri dönemeyeceğini bilerek yola devam eden… Her zaman bir Sam’e ihtiyacı vardır insanoğlunun, “bu benim” dediğinde hayır’ı hatırlatacak. Yoksa Frodo’dan Smeagol’e geçmek an meselesidir ve o anın hangisi olduğunu bilmek, insan için zoru başarmaktır ve bu yüzden, zoru başaramadığımız için çoğunlukla, Frodo’nun kopan parmağı gibi, bir bedel ödeyerek ve bir parçamız eksilerek tekrar doğru olana döneriz.
Ve yazar Sam’i seçişiyle tercihini yapmış oluyor yani dostluk, sevgi, vefa, fedakârlık, azim, çaba… düştüğümüzde bizi kaldıran, ümit veren bir el, son yemeğini veren, son damla suyunu veren, geri dönemeyeceğini bilerek yola devam eden…
Umarım Sam gibi yoluna devam eder Emine Uçak ve birileri ‘bu benim derken’ insana hayır’ı hatırlatır…

 

 

 

 

… E-Kitap okumak için…

 

Kitap Tanıtan Kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

Kitap Tanıtan Kitap 2

Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.

Kitap tanıtan kitap 3

İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

Kitap tanıtan kitap 4

Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitap Aktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

Trackback URL

  1. 6 Yorum

  2. Yazan:Derin Düşünce (@DDGrubu) Tarih: Şub 2, 2013 | Reply

    Emine Uçak ile sohbet: http://t.co/866xYTTp

  3. Yazan:@chn_aktas Tarih: Şub 2, 2013 | Reply

    RT @bhevran: Suzan Nur Başarslan’ın @eucak ile söyleşisi için buyurun: http://t.co/oTpqdhxw

  4. Yazan:@dkoryurek Tarih: Şub 3, 2013 | Reply

    RT @DDGrubu: Emine Uçak ile sohbet: http://t.co/866xYTTp

  5. Yazan:yıldız ramazanoğlu Tarih: Şub 3, 2013 | Reply

    sevgili emine nin keje sini okuyunca zihnimden bir perde kalktı sanki. hikayenin önemini bir kez daha müşahade ettim. yaşamın hızına ve tecrübemizi çöpe dönüştürme eğilimine karşı koyan bir tür. emine içtenliği ve yalın uslubuyla çok vaatkar bir hikayeci. suzan da konuşturma sanatıyla emine nin iç dünyasını aralamış bize. sağolsunlar.

  6. Yazan:@timasyayingrubu Tarih: Şub 3, 2013 | Reply

    Emine Uçak Erdoğan’ın Derin Düşünce röportajı:
    http://t.co/BcfS9zjZ

  7. Yazan:emine uçak erdoğan (@eucak) Tarih: Şub 7, 2013 | Reply

    RT @timasyayingrubu: Emine Uçak Erdoğan’ın Derin Düşünce röportajı:
    http://t.co/BcfS9zjZ

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin