RSS Feed for This Post

İslam’ın vizyonu (5) / Hamza Yusuf

Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in ‘İslam’ın vizyonu’ kitabı üzerinden yaptığı konuşmanın deşifresidir.   

 İslam’da hadisten bir sonraki aşama kıyas’tır, analojik akıl yürütmektir. Şeriatın büyük bir kısmı kıyas üzerine şekillenmiştir. Müslümanların birçoğu bunu bilmiyor. Şeriatın büyük bir kısmı doğrudan Kur’an ve hadisten oluşmuş değildir. İnsan anlayışı ile şekillenmiştir. Bu ana kaynakları yorumlamada en yetkin kişiler, başta Hz.Peygamber (SAV)’in mealen ‘İslam’ı anlamada ve yaşama geçirmede en iyi nesil benim neslimdir’ buyurduğu sahabelerdir. Daha sonra, sonraki nesil ve ala meratibihim ondan sonraki nesil gelir. Üçüncü nesil imamların çıktığı nesildir. Her şeyi yazıya geçirenler bu nesilde yetişenlerdir. Bu nesilden önceki nesil, öğrenmek istediklerini doğrudan sahabelere sorma imkanına sahipti. Sahabeler ise bizzat bu dini yaşayanlardı. Herbir nesil bir öncekine göre geleneğe daha az bağlı hale geldi. Hz.Peygamber (SAV) bu yüzden mealen “öyle bir zaman gelecek ki Rabbinize kavuşana kadar herşey giderek daha da kötüleşecektir” buyurmuştur. Bunun anlamı her nesilde anlayışın, yaşayışın, ve Allah’a yakınlığın giderek azalmasıdır. Ulema her nesilde istisnalar olacağını söyler, bu yüzden sonraki nesillerde de öncekilerden daha fazıl, daha alim olanlar çıkabilir, ama nesil olarak bir iyiye gidiş olmayacaktır. En üstün olanlar ilk üç nesildi. Bu, sonraki nesillerde büyük insanlar olmadığı anlamına gelmez ama onların sayısı gittikçe azalmakta ve bu durum giderek hızlanmaktadır. Hz.Peygamber (SAV) bu durumun, “insanların ortalık yerde münasebette bulunmasına” kadar süreceğini ve en hayırlı insanların o günlerde “bunu başka bir yerde yapamaz mısınız?” diyenler olacağını söylüyor. Evet bunu söyleyen hadis var. Bir ahlaki çöküş olacağı alenen söyleniyor.  

 Mezhep, farklı yorumlara açık hadislerin bulunması ve kelimelerin birden fazla anlama sahip olmasından kaynaklı görüş farklılıkları ile ortaya çıkmıştır. Mezhep imamları içtihad ile kural çıkarmak konusunda yetkindirler. Bu yanlış yapmamaları anlamına gelmez. Bunun anlamı yanlış yapma otoritesine sahip olacak kadar yüksek bilgi düzeyine ulaşmış olmalarıdır. Bir cahil, söylediğinde haklı da olsa hatalıdır; bilgili ve âlim biri ise yanlış bir karar verse bile haklıdır, çünkü bu kararının arka planında derin bir tahlil ve ilmî çaba vardır. Görüşlerine bilgisizlikle değil, yoğun bir gayretin sonucunda ulaşmaktadır. Günlük gazeteden edindiği yarım yamalak bilgiyle ahkam kesen adamla, bir konuda yoğunlaşmış ve uzman olmuş bir kişinin görüşleri farklıdır, uzman kişi otorite sahibidir, bir ağırlığı vardır. Sadece haber başlıklarını okuyup yorum yapan adam da, onun yorumlarına itibar eden de cahildir. İşin gerçeği budur. Kur’an “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” der. Uzman kişi hatalı bile olsa câhil gibi değildir. Hatalı ama bilgi ile konuşan bir adam; haklı ama cehaletle konuşan bir adamla bir olamaz. Derin bilgi ve anlayış sahibi birinin yanlışını benimsemek bile daha güvenlidir. Çünkü bu insanlar prensipleri bilirler, bu yüzden hiçbir zaman ana çizginin dışına çıkmazlar.

 Antik çağda Grekler, evrensel olanın çözüldüğünde, parçaların daha kolay anlaşılabileceği inancına sahiptiler. Modern insanın özelliği ise detaylarla ilgili obsesif olmaları ve evrensel, genel olgular konusunda bir şey bilmemeleridir. Genel prensipler bilindiğinde detaylarda büyük hatalar yapılmaz. “Zarar verme ve zarar verene karşılık verme” genel prensibini bilirsen, bu seni birçok sorundan kurtarır. Bu İslam’ın bir prensibidir. “Ameller niyetlere göredir” prensibini bilirsen bu insanların eylemlerini değerlendirmek için sana bir ölçü verir. “Zaruretler esnekliği gerekli kılar” prensibini anlarsan , insanların yoğun baskı altında olduğu durumlarda bu yüklerini azaltmak için işlerini kolaylaştırmak, onlara yardımcı olmak gerektiğini bilirsin. Çünkü stres yüklü durumlarda insanlar mental olarak çözülmeye başlar, Bu yüzden büyük zorlukların bulunduğu zamanlarda kurallar değişecektir. Bunu bilen alimler, Şeyh Abdullah bin Bayyah gibi, diğer alimlerin göremediği bir çok şeyi görür, çünkü genel olgunun farkındadır, özel durumlarla nasıl başa çıkacağını bilmektedir, şeriatın detaylarına eğilen, a için b’yi yap, c için d’yi yap kurallarını ezberlemiş, c’yi görüyorsa otomatik olarak d’ye yönelenen insanlar gibi değildir. Bu yetkinliğe sahip insanlar diğerlerinden çok farklıdır, bu imamlar bu yüzden temayüz etmişlerdir. Şeriatın arkasındaki derin felsefeyi çözmüş olduklarından, kural insanlara zarar veriyorsa bu kuralı değiştirirlerdi. Bunu birçok müslümanın anlaması zordur, çünkü esneklikleri yoktur. Tahammülsüzlük genellikle cehaletten gelir. Tahammülsüzlüğün kökü budur. Tahammülsüzlüğü ortadan kaldırmak için önce cehalet ortadan kaldırılmalıdır.

 Mezhepler bu anlayış farklarına dayanır. Cihadın sebebi konusunda görüş ayrılığı vardır. Dört imamdan İmam Malik, Ebu Hanife, İmam Ahmed savaşmanın meşru kılınmasının sebebinin kavganın, cedelin izalesi olduğuna inanır. İmam Şafi, hayır der, cihad küfrü kaldırmak içindir, küfürden kurtulmak içindir. Yorum farkı vardır. Genellikle İslam tarihinde yönetici devletler Hanefi ve Maliki mezhebini desteklemişlerdir. Bunun sonucu olarak bu ülkelerde, gayr-i müslimler için inanılmaz bir hoşgörü ortamı oluşmuştur. Şafi’nin otorite olması durumunda bile diğer imamların prensibi uygulanmıştır. İmam Şafi’nin prensibi de olsa, Şafi mezhebi alimlerinin uygulaması bu yönde olmamıştır.

 İslam ve iman bahsine dönelim. İslam ve imanın farkı nedir? İslam Arapça’da “salimah” kelimesinden gelir ve “salimah”ın anlamı bütün olmaktır. İbranice’deki Şalom da şalama’dan gelir. Selam bütünlüktür, Allah’ın bir ismi es-Selam’dır, bunun bir anlamı Allah’ın parçasının olmamasıdır. Bütünlük olduğunda barış olur. Savaş ayrılık olduğunda ortaya çıkar. Barışın nasıl bütünlük anlayışından geldiğini görüyor musunuz? İnsanlar bütünse, insanlar arasında bağlılık varsa savaş ortaya çıkmaz. Ama insanlar ayrılıkçı olursa, kavga başlar. Müslümanlar geleneksel olarak Yahudi ve Hristiyanların ve diğer din mensuplarının dinlerini yaşama hakkı olduğuna inanmışlardır. Bazı farklı durumlar söz konusu olmuştur ama genel olarak bu inanca sahip olmuşlardır. “Onlar farklı bir dine inanıyorlar ve inandıklarını yaşamakta özgürler” diye düşünüyorlardı. Fakat diğer din mensuplarının anlayışı bu değildi. Kendi dinlerinden olmayanların hiçbir hakkının olamayacağını düşündüler ve çok farklı toplumlar oluşturdular. Bu durum ayrılığa ve savaşa sebep oldu. Müslümanlar bunun yanlışlığını hep gördü.

 İnsan vücuduna baktığımızda vücudun bazı parçalarının bütün halinde bedene hizmet etmediğini görürüz. Ama vücudun bir parçasıdır. Mesela vücudunuzda izler olabilir. Bunlar vücudun bir parçasıdır, bundan kaçınmak için daha fazla oymazsınız, olduğu gibi bırakırsınız. Hoşlanmadığınız bir şey de olsa yine de bir bütünlük vardır ve bunu tolere edersiniz çünkü bedeninizden bir parçadır. Müslümanlar, geleneksel olarak diğer dinleri aynı statüde görmeseler de insaniyette ortak bir payda yakalamışlardır. “Onlar da Allah’ın kulları, Müslüman olmalarını isterdik ama değiller, onlar da sosyal vücudun bir parçası ve onlara hoşgörü göstermek durumundayız” diye düşünmüşlerdir. Kur’an onların ailemizin bir parçası olabileceğini, evlilik bağı kurabileceğimizi, onlara asaletle ama müşfik, arkadaşça muamele edilmesi gerektiğini söyler.

 İslam ve imanın farkı “salimah” kelimesindedir, bunun anlamı İslam’ın dışarıya dönük bütünlüğüdür. İslam dediğimizde dışarıya dönük pratiği anlarız. Bu yüzden müslüman en basit anlamda ben müslümanım diyendir. Bunu söylemenin yolu “la ilahe illallah”tır. Kim “Tanrı yoktur yalnız Allah vardır ve Muhammed onun elçisidir” derse Müslüman kabul edilir, dini yaşasa da yaşamasa da böyledir. Bu söz İslam’a girmek için yeterlidir ve bu sözü söyleyenlere Müslüman olarak muamele edilir. Bunu reddetmedikçe Müslüman olarak gömülürler.

 İslam’a göre dini hâlis bir şekilde yaşadıkça imanınız kuvvetlenir. İman bâtınî bir hassadır. Görülebilir bir şey değildir. İslam’ı ise kolayca görebilirsiniz. İman’ı yalnız Allah görür. Bu insanın sırrıdır. İnancın görünmeyen unsurudur. Bu yüzden Kur’an’da bedevilerin Hz.Peygamber (SAV)’e gelip “iman ettik” demelerine karşılık Allah Resülünden onlara “iman ettik demeyin teslim olduk deyin çünkü iman henüz kalplerinize girmedi” diye uyarması istenir. Kur’an açıkça islam ve imanı ayırıyor. İslam’ı iman ve ihsanı içine alan büyük bir başlık olarak da görebiliriz. Yani özel bir şekilde bakılabildiği gibi kapsayıcı bir kelime olarak da bakılabilir. Burada biraz mutezile düşüncesine giriyor. Genellikle sünni alimler imanın kalben tasdik, tüm kalple inanmak olduğunu savunurlar. Dille ifade edilmesinin zorunlu olup olmaması konusunda görüş farklılığı vardır. Örneğin dilsiz biri şehadet getiremez. Ama yapabiliyorsan bu bir zorunluluktur ve buna göre davranılır.

 Bu Protestanlar ve Katolikler arasında da tarihsel bir tartışmadır: İnsan iman ve amelleri ile mi kurtulur, yoksa sadece imanıyla mı? sorusu. Protestanlar “sadece iman yeterlidir” der, “ameller olmasa da iman yeterlidir” diye düşünürler. Bu, bir yönden İslamî geleneğe yakındır, Müslümanlar Allah’a imanın insanı kurtaracağına inanır ama ahirette bu insanların bir arınmaya maruz kalacakları düşüncesi vardır ve bu çok tehlikelidir, Amelsiz imana sahip olan bir kişinin durumu şüphelidir. Malik bin Dinar, bir cenaze gördüğünü ve bu insanı gömmek için yardıma gittiğini söyler. Onu çukura indirmeye yardım eder ve bu ona çok etki eder. Cenazelere sık giderseniz bunun etkisini anlarsınız. Özellikle müslümanların cenazeleri çok etkilidir çünkü vücut bir bezin içindedir. Tabutla gömülmez, kişiyi toprağa bırakırsınız ve üzerine toprak atarak kapatırsınız. Evine gider ve uykuya dalar. Rüyasında adamla birlikte mezardadır. Rahmet ve azap melekleri gelirler. Adama bakarlar, azap meleği “bu adam benimdir” der. “Gözlerine bak, Allah’ın haram kıldıklarıyla dolu. Kulaklarına bak, hiç dinlememesi gereken şeylerle dolu. Diline bak, hep diğerlerini çekiştirmiş, aldatmış ve yalanla ömür tüketmiş”. Sonra der ki “midesine bak, haram dolu, tenasül uzuvlarına bak, harama bulaşmış”. Sonra rahmet meleği yaklaşır, der ki “ama kalbine bak, iman dolu, o benimdir”…

 Bu fikrin özü, kişinin amelleri ne olursa olsun kalbindekini yalnız Allah’ın bilebileceği ve insanın kalbindekiyle imtihan edileceğidir. Amellerimizden hesaba çekilecek olsaydık Hamlet’in “insanların hakettiklerini verseydin kim kırbaçtan azade kalırdı?” dediği gibi çaresiz kalırdık. “Onlara hakettiklerini değil, alicenablığını bahşet” diyor. Hadis-i şerifte Allah’ın merhametini 100 parçaya böldüğü ve sadece bir parçasını dünyaya indirdiği buyrulur. Bu tek parçadır ki anneler çocuklarına merhamet eder. Kısraklar bu merhametle taylarını besler. Dünyadaki tüm iyi ameller bu parçadandır, ve sonra Hz.Peygamber (SAV) müjde verir:  “Allah 99 parçasını kıyamet gününe ayırmıştır”.

 Dil ile şehadet etmek müslüman olmanın şartıdır. Bu, iki müslüman şahit huzurunda yapılır, aynı evlenen iki insan gibi. Resmi nikah gibidir. Müftüye gidip şehadet getirilir, resmi nikah yapılır. Müslümanlar buna biraz ihtiyatlı bakarlar ama her halükarda kabul ederler, çünkü İslam bizden bunu yapmamızı ister. Tarihte Muhacir ümmü Kays adındaki bir kadın için hicret etmiş bir adam vardır. Adam kadına “seninle evlenmek istiyorum” der, o da “Müslümanlarla Medine’ye hicret edersen seninle evlenirim” der. Evlenmebilmek için bunu yapar. Muhacir ümmü Kays deniyor. Yani birisi dıştan bir şey yapıyorsa, iç niyeti farklı da olsa zahire göre hüküm vermekle emredilmişiz. Kur’an “sinelerde ve kalplerde olanı ancak Allah bilir” der. İslamda ameller imanın tasdikçisidir. Bu yüzden yardımın ismi sadakadır, kelimenin kökü doğruluktan gelir, çünkü yardım imandaki doğruluğun işaretidir. Yardım edebiliyorsanız, imanınızın doğruluğunu sergiliyorsunuzdur.

 Bu yüzden bir insanın amelleri onun imanının tasdikçisidir. Hz. Peygamber (SAV) “içinizden birini mescidde sık sık gördüğünüzde, onun imanını tasdikleyin” buyurmuştur çünkü ameller imanın göstergesidir. Ama illa böyle olmak zorunda değildir. Riyakarlar, gösteriş meraklısı insanlar da çıkabilir.

 Küfürden bahsediyor. İmanın zıddı, küfr. Küfr genellikle imansızlık veya kafirlik olarak tercüme ediliyor. Kök kelimeye bakarsanız, küfr, kefere’den gelir, manası örtmektir. Bir şeyin üzerini örtmektir. Kefir, kumaş örtülerek yapılan bir çeşit yoğurttur. Kafir Arapça’da aynı zamanda çiftçi demektir, çünkü çiftçi tohumları toprakla örten kişidir.Kur’an’da kafir sözcüğü çiftçi anlamında da geçer. Birisi İmam Ali’yi (K.V.) bir sebze ekerken gördü ve ona ne yapıyorsun diye sordu, “ben bugün kafirim” yanıtını verdi, yani “bugün çiftçiyim” dedi. İnsanlar gerçeği biliyorlar ama yaptıkları şey bunun üzerini örtmek. Yani Allah (CC) kendini o kadar açığa vuruyor ki, Allah’ı reddetmek âşikar olanı reddetmek halini alıyor. Bu yüzden kelime literal olarak nankörlük anlamına da geliyor. Küfrün diğer bir karşılığı nankörlük. Küfran nankörlüktür. Yani kafir aslında nankör olan kişidir. Allah’a karşı küfrân-ı nimet eden, şükranda bulunmayan kişidir. Din de borçtur. Allah’a borçlu olduğun şeydir din.

 Kitap, küfr için “gerçeği örtücü” tabirini kullanmış. Diyor ki “birisi gerçeği örtmek kelimesine şu şekilde itiraz edebilir: “Ben bu gerçekleri bilmiyorum veya bunların gerçek olduğunu kabul etmiyorum, neden gerçek örtücü olayım?”. Müslümanlar, geleneksel olarak bunu Kur’an’ın anlattığının anlaşılmaması şeklinde algılamışlardır. Bir diğer deyişle eğer bunu anlasalardı reddetmezlerdi, reddediyorlar çünkü anlamıyorlar. Çağrıya dikkat etselerdi, önyargısız baksalardı anlayacaklardı. İslam’ı kabul etmeyen insanların birçoğuna sorsanız İslam’ın yanlış olduğu konusunda önyargılı bir bakışa sahiptirler. Hiçbir araştırma zahmeti içine girmemişlerdir, hiçbir incelemede bulunmamışlardır, yaptıkları sadece yanlış olduğunu varsaymaktır. Yargılarının bir aslı, bir temeli yoktur. Yani eğer ki hristiyansam, hayır derim, Hristiyanlık doğrudur. Neden? Çünkü annem söyledi ve annem yalan söylemez. Tamam da, Sri Lanka’lı Budist anneler de Buda’yı çağır diyor, onların anneleri de yalan söylemez. Mısır’daki Müslümanın annesi de “Allah’ım o Resule (SAV) salat eyle der”, o da yalan söylemez”. İyi de kim haklı?

 Birçok insan inançlarını miras almıştır. Onlar hakkında düşünmemiştir. Hiçbir incelemeye tabi tutmamıştır. Bu yüzden böyle insanların, fanatiklerin inançları sarsıntılıdır çünkü inançlarına meydan okunmasından o kadar korkarlar ki, muarızlarını öldürmeyi isterler. Bu insanların inançları için meydan okuması söz konusu değildir çünkü imanı köklü olan kimseler bundan hiçbir zaman korkmaz, Ebu Hanife gibi bir insan, büyük oditoryumlarda oturup ateistlerle tartışabilir çünkü korkusu yoktur. O kendisinin, inancının ve görüşünün yanlışa karşı ayakta durabileceğini düşünür, ama inancı sağlam olmayan kimse inançsızlığın cephanesinden korkar, uzak durur.

 Sahip olduğu şey daha çok kişisel bir inançtır, İslam inancı değildir. Şahsi görüşüm şu ki, birini yargılamak için gereken değişkenler o kadar karmaşıktır ki en doğrusu kişilerle ilgili kesin yargılardan kaçınmaktır. Allah’a bırak, çünkü onun ayakkabılarıyla dolaşmadın, onun çocukluğunu yaşamadın, neler yaşadığını bilmiyorsun. Onu yeterince tanımıyorsun. İnsanların filtreleri genellikle ailelerinden mirastır, veya toplumları şekillendirmiştir. Genellikle zahire bakarak hükmederiz. Ama yapılacak en doğru şey hükmü ahirete bırakmaktır, çünkü Allah birçok ayette, O’na döndürüleceğimizi, ve O’nun nefsimizle ilgili bilmediklerimizi bize açıklayacağını bildiriyor. Sabretmeliyiz. Herşey açığa çıkacak, ve defterler açılmadan önce yargıda bulunduğunuz kişinin durumunu asla tam olarak bilemezsiniz.

 Buna bir örnek olarak Michael Wolf’u verebilirim, size bunu anlatabilirim çünkü kendisi de televizyon programında bunu anlattı. Müslüman olmak için tam 20 sene düşündüğünü söyledi, yani bu 20 sene boyunca kafir miydi? Sonuçta müslümanlığı seçti. Spektrumda nerede duruyor? Bu bulanık mantık sorusu. Hangi noktada küfürden imana geçiyorsunuz veya tam tersi. Bulanık bir mantık, çünkü bir hayat kendi bütünlüğü içinde değerlendirilebilir. Birini hayatında bir noktadan yola çıkıp değerlendiremezsiniz çünkü hayatının tamamını bilmiyorsunuz. Günün sonunda tövbe edip ölürse ve Allah tövbesini kabul ederse, yaşamış en kötü insanoğlu da olsa, mümin olarak göçmüştür, kurtulmuştur. Yani insanları hayatlarındaki belirli bir noktadan hareketle yargılayamazsınız. Tüm yaşantısını bilmeniz gerekir. Bunu ancak Allah yapabilir. İnsanları yargılamayın ama adam hırsızlık yapmıştır, o problemle ilgilenirsiniz. Bu bir problemdir ve bunun bir yargısı vardır. Hatta bu durumda bile onları affedebilirsiniz. Bir dükkanım varsa ve birisi hırsızlık yaptıysa, birisi tutup al, bu senindir diyebilir. Hz.Peygamber (SAV) demiştir ki “yeryüzündekilere merhamet edin..” ,”yeryüzündekilere…” Bu belli kişilere demek değildir. Yeryüzü üzerindekilere merhamet edin, şefkat gösterin ve O da size merhamet etsin. Thomas Jefferson diyor ki “İnsanlara baktığımda ilahi adalet istiyorum. Sonra kendime bakıyorum ve merhamet dilenmeye başlıyorum”. Bu güçlü bir ifade. Dışarıya bakıp adalet istiyorsun. İçe bakıyorsun ve merhamet istiyorsun. Size başka bir şey söyleyeyim, insanlar bunu farketmiyor, dışarıda gördüğünüz her hata sizdendir. Bu ya açığa vurduğunuz bir hatadır veya gizlediğiniz. İnsanın diğerlerinde kusur görmesi, aynı illetten kendisinin de malül olduğunun göstergesidir. Bir diğer deyişle, o insanın hayatını yaşamış olsaydın tam da onun yaptığı şeyin aynısını yapıyor olabilirdin.İnsan olmak hasebiyle hata yapmaya açığız. Bu yüzden birinde hata görüyorsan bu açığa vurduğun veya gizlediğin bir hatandır. Böyle bakarsan merhamet duyarsın. İnsanlara farklı bir ışıkla yaklaşırsın. Doğru bakış şekli budur, çünkü onun neler geçirdiğini, ne acılar geçirdiğini bilmiyorsun.

 Şimdi tevhidle ilgili üç prensibe giriyoruz. Birincisi uluhiyettir, ikincisi peygamberlikle ilgilidir ve üçüncüsü eskalatoji ile ilgilidir. Eskatoloji, öldükten sonra olacaklardan bahseder. Yani teoloji, vahiy ve eskatoloji. Bunlar tevhidin üç dalıdır.

 Her şey Allah’a dayanır. Melekler kozmik hiyerarşide Allah’a en yakın mahluklardır ve Allah ile insan arasındaki ilişkide merkezî bir rol oynarlar, aracıdırlar. Ölçülülük yani kader, Allah’ın mahlukatına teveccühüdür. Allah her şeyi ölçülü yaratmıştır, iyilik de kötülük de O’nun yaratmasıyladır. Herşey çiftler halinde yaratılmıştır çünkü sadece Allah çift değildir. Dünya iyilik ve kötülüğün, aydınlık ve karanlığın karışımıdır. Tüm dünya gölgelidir, dünyada saf ışık yoktur. Gözlerimiz görebilmesini ışığa, ama bir yandan da ışıksızlığa borçludur. Sadece ışık olsaydı gözlerimiz kör olurdu. Dünyada ışık ve karanlık karışmıştır. Allah “bu dünyayı sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için yarattım” diyor, yani dünyada gölgeler boyunca hareket ediyoruz. Aydınlığa çıkmaya çabalıyoruz. Bu bir süreçtir. Karanlıklardan bahsediliyor, yani farklı derecelerde karanlıklar var, ve bunlar bir ışığa çıkıyor, bir rehber ışığa. İnsanoğlu dine sarıldıkça ışığa yaklaşıyor, herşey açığa çıkmaya başlıyor, çünkü daha fazla ışık geliyor. Madde dünyanın karanlığına ışık giriyor. Ruhsal alan madde alanına sızıyor. Vahiy dediğimiz şey de budur. Gayb olandan şehadet alemine bir harekettir, mutlak ışığın madde dünyasına girmesidir. Madde dünyası saf değildir, çünkü çürüyücü niteliktedir, bozulmaya teşnidir. Madde dünyası Allah’a, tevhide işaret eder.

 Şehadetin ilk bölümü tevhiddir, ikinci kısmı risalettir. Şehadete bakın, la ilahe illallah. Bunun söylenme şekli çarpıcıdır. Tüm şehadette üç harf vardır hepsi bu, sadece üç harf. Elif, hemze, lam ve ha ki ilah anlamına gelir, Tanrı demektir, ve bu ilahın tanımıdır. Şehadetle ilgili bir diğer şey, la ilahe illallah darken sesi indirip kaldırırsınız. Bu sıkışma ve genleşmedir. Sıkışma la, genişleme la ilahe illallah. Sıkışma, genişleme. Bu şehadetin iki yönüyle ilgilidir, nefy ve isbat. Nefy (red) var, bunu isbat (kabul) izliyor. Bir diğer deyişle kabul edebilmek için önce reddetmeniz gerekir.

 Arapça’da bir şeyi red ettiğinizde “lâ” dersiniz. Kabul ettiğinizde “eyva” dersiniz. “Lâ” reddir, “eyv” kabuldür. Araplar “eyva, eyvallah” der, bu bir şeyi kabul etmektir. Reddettiğinizde “lâ” dersiniz. Birçok kültürde çocukların ilk öğrendiğini şey reddir çünkü en çok duyduğu sözler “yapma, hayır hayır” dır. Hızlı öğrenilir, güçlü bir şeydir. Çocuklar bunun güçlü bir şey olduğunu farkederler ama redden daha güçlü olan şey ise kabuldür. Önce reddetmekle başlıyorsun ve kabulle bitiriyorsun. “La ilahe illallah” diyerek başlarsınız. Bu tevhidin başlangıcıdır. Red “la ilahe”, Tanrı yoktur. Bunun anlamı ne? İbadete değer bir tanrı yok. Bir diğer deyişle ibadete değer hiçbir şey yok. Bu yüzden Araplar “hakikatte Tanrı dışında ibadet edilen hiçbir şey yoktur’ derler. Bunun anlamı budur. Gerçekte O’ndan başka ibadet edilen şey yoktur. Bu yüzden “la ilahe illallah” dediğinizde, gerçekte hiçbir tanrı yok sadece gerçek tek bir Tanrı var demiş olursunuz. Ayrıca “kendimi adayacağım Allah dışında hiçbir şey yok” dersiniz. Para yok, para tanrı değildir, şöhret tanrı değildir, gelecek tanrı değildir, güzellik tanrı değildir, madde dünyası tanrı değildir, Tanrı dışında hiçbir şeye ibadet etmeye değmez. Sadece tek bir ilah vardır, Allah’tır. Tevhidin özü budur çünkü bu kendinden görünen bir şey değildir. Bunu çıkarımsamanız gerekir çünkü kendinden açık gerçekler aslında çok açık gerçekler değildir. Bu yüzden bağımsızlık bildirgesine bakarsanız, “tüm insanlar eşit olarak yaratılmışlardır” der. Bu herkesçe açık olan bir şey değildir ama bunu yansıtmak için başlarsan, bu kendinden açık bir gerçek olur. Kendini ispat için dışarıdan bir kanıta ihtiyaç duymaz.

 Tanrı’nın mevcudiyetinin kendinden açık olması tek Tanrı olgusunun herkesin anlayabileceği kadar açık bir gerçek olması değildir. Aslında birçok kültürde çok tanrıcılığa kolayca düşülür çünkü tek bir Tanrıdan daha fazlasının bulunması kolay kabul edilebilecek bir şeydir. Bu yüzden Brahman aslında birçok insanın Allah’ın tekliğini anlamak konusunda aptal olduğunu düşünür. Gerçi en yüksek varna veya sınıfta, Hinduizmde tek bir Tanrıya inanılır. Putlara inanmazlar ama daha düşük sınıftaki insanların bunu anlayacak zekalarının olmaması sebebiyle onlara yapışabilecekleri formlar vermeye ihtiyaç olduğunu söylerler. Bu durum diğer dinlerde de böyledir, ikonalara ve ibadet edecek nesnelere ihtiyaç duyarlar, çünkü soyut olana ibadet etmek güçtür. Müslümanlar dışında Yahudiler istisnadır çünkü Hristiyanlar hızlıca formlara ve ikonlara tapmaya başlamışlardır. Yahudilikte Tanrının bir formu yoktur, bu yüzden Roma imparatoru Kudüs’ü aldığında Kuds’ül akdas’ta boş bir odadan başka bir şey bulamadı. Kudsül akdas’a girdiler. Buraya girdiklerinde bir şeyler bulacaklarını sanıyordu ama bulduğu şey Kâbe gibi boş bir odaydı. İbadet ettikleri böyle bir şey miydi? Tam olarak böyleydi. Bu dünyada değil. Bu zordur, soyuta inanmak insanlar için zordur. Bu yüzden tevhid yüce bir şeydir. Dıştan çok kolay görünür, la ilahe illallah diyeceksin, bunu çocuklar bile yapabilir. La ilahe illallah çocukların söyleyebileceği ilk sözlerden biridir. “Lullaby” Grek kelimesi “lulin”den gelir anlamı sakinleşmektir. Bu yüzden ninnilerde lalala bulunur. Bu yüzden “la ilahe illallah” insanı sakinleştirir.

 Bazı psikiyatristler ilahi ismi söylemenin yatıştırıcı etkisi olduğunu söylüyor ki bu doğru. Bir keresinde tanıştığım biri, esma almış, farkında bile değil, ne olduğunu bilmiyordu, ona depresyon tedavisi olarak sürekli “la ilahe illallah” denilmesi söylenmiş. Depresyonu iyileşti ve bu kişi sonunda müslüman oldu. Birine psikiyatristinin bu muhteşem formülü verdiğini söylemiş. Ona bu kelimeyi güneş doğmadan önce ve yatmadan önce yarım saat kadar yapması tavsiye edilmiş. Bunu yapacaksın ve daha iyi hissetmeye başlayacaksın denmiş. Bu kelimenin anlamı neydi diye sormuş. Bunun müslüman inancı olduğunu söylemişler. Bu hikaye değil gerçek, o kişi öldü Allah rahmet eylesin, onunla İngiltere’de tanışmak fırsatım oldu. Liverpool’lu bir İngiliz hanımefendisiydi.

 Vurguladıkları noktalardan biri Allah’ı anlamak konusu ve bu çok önemli. Bazı Müslümanlar Tanrının başka bir şey olduğunu ve bazı gayr-i müslimler Allah’ın başka bir şey olduğuna inanıyor. Bir Hristiyanla müslümanın diyaloğuna denk gelmiştim. Hristiyan şöyle diyordu: “Söylemem gerekiyor ki sizin inandığınız tanrıya inanmıyorum”. Hristiyanların bazı kitaplarında müslümanların başka bir tanrıya inandıklarını söylerler, ay tanrısı , bilmem ne tanrısı. Bazı müslümanlar da Hristiyanlar teslise inandıkları için farklı bir Tanrıya inandıklarını düşünürler. Kur’an haydi aramızdaki anlaşma noktalarına bakalım, hepimiz tek bir Tanrıya inanıyoruz der. Buradaki anlayış şu ki yerin ve göklerin Yaratıcısından mı  konuşuyoruz? Evet. O halde aynı tanrıdan bahsediyoruz. Ayrıştığımız noktalar detaylar, evrensel olanda anlaşıyoruz. Bu tek olan ilaha bakışımızda farklılıklar var.

 Hristiyanlar da Tanrının birliğine inanıyor, Tanrı üçtür demiyorlar. Hayır bunu demiyorlar. Tanrı üçtür, O Tektir ama mistik sırlı bir yolla üç parçadır diyorlar ve bunu hiçbir şekilde açıklayamayacaklar ve tek bir Tanrıya inanıyorlar. Putperest gibi değiller, tek bir Tanrıya inanıyorlar ve Yahudiler de kesinlikle tek bir tanrıya inanıyorlar. Yahudilikte biraz antropomorfizm var, Tanrıyı elleri, ayağı, kolları vs. olan bir şekilde tasvir ediyorlar, bunu yapmak haramdır. Bunu yapamazsınız. Gazali’nin söylediği şeylerden biri Arapça’da elleri ifade eden kelimenin 17 farklı anlamı vardır, seçtiğiniz mananın Allah’ın kastettiği olduğundan emin misiniz? Bir diğer deyişle bunu yorumlamamak gerekir. Olduğu gibi bırakmak gerekir ama biliyoruz ki mutlak bir kesinlikle bu anlama geldiğinden emin değiliz. Biliyoruz ki tanrı Allah’ın eli dediğinde, bunun gibi bir elden bahsetmiyor. Bunu biliyoruz. Hiçbir şey tanrıya benzemez, o yüzden böyle değildir çünkü bunu söylersem Tanrının yarattıkları gibi olduğunu söylerim ki bu imkansızdır.

 Kur’an’da Tanrıyı ifade eden kelime “Allah”tır. Oryantalistler bunun ilah’tan geldiğini söylüyorlar. Bu müslümanlarca bu kadar net değil.  Müslüman teologlar Allah’ın ilah’tan geldiğini düşünmezler. İnsanlar aynı harflerden oluştuğunu söylüyorlar. Bu Arizone’nın arid zone’dan (kurak bölge) geldiğini söylemek gibi bir şey. Bulunmayan bir etimolojiyi oluşturuyorsun. Bu yüzden müslümanlar sadece Allahu Alim, Allah isminin nereden geldiğini Allah bilir diyor. Bazıları ul illah’tır idgam diyorlar, Allah’ı söylediğiniz yerdir. Birçok ulema ve İmam Suyuti der ki Allah kelimesi başka bir kelimeden gelmez. Türetilmiş bir sözcük değildir. Alem’dir, özel isimdir.

 Gerçekten Allah’ı nasıl anladığımızdan önce, Allah’ı nasıl anlamadığımız önemli. Bu yüzden şirk konusuna giriyor. Parmak bastığı konulardan biri ilah konusu. Kur’an’da ilah, çoğulu âlihat, tanrılar ve tanrıçalar. İlah kelimesi bazen olumlu olarak kullanılıyor, bazen ise olumsuz bir kullanıma sahip. Tapınılan nesne anlamına geliyor. Kur’an’da bazılarının kendi isteklerini Allah yanında Tanrı edindiği belirtilir. Hz.Peygamber (sav) bir hadiste İmam Kurtabi’den rivayetle şöyle söyler: “Allah’ın dünyada putlardan daha nefret ettiği bir şey varsa o da insanın kendi arzularına tapmasıdır.” Bu çok ilginç çünkü birçok insan için putperestlik iç dünyamızla ilgili bir şey değildir, dışarıda olan bir şeydir. Bir taş veya ahşap formunda bir şey, bir inek, tapınma objesi olarak düşünülür ama Kur’an der ki “kendi arzularını ilah edineni görmedin mi?”. Kaprislerini, heveslerini. Bu çok ilginç çünkü bu giderilmesi en güç olan şey bunlar aslında. Gerçek ve zorlu olan şirk bu. Kendi benliğimize tapıyoruz. Arzularımızı hiçbir şey için terketmek istemiyoruz. Hatta onlar uğruna ölüyoruz. Bu Allah’ın yanına bir ilah yerleştirmektir. Müslümanlar içinde böyle birçok putperest var, Allah onlardan olmaktan bizleri muhafaza eylesin. Birçok müslüman bu kategoriye düştüğünün farkında değil. Hz.Peygamber (SAV) demiştir ki “uyuşturucuya mübtela olan puta tapan gibidir” çünkü Tanrınız uğruna her şeyi yaparsınız. İnsanlar uyuşturucu uğruna adam öldürüyorlar, adam öldürüyorlar ! Para, insanlar para için adam öldürüyor. Arzular, sadece arzular, arzu nesnesi değil. Birini çalmaya iten nedir? Içindedir, dışında değildir. Nesneye “cause occasionalis” deniyor, mantık ilminde kullanılan güzel bir latince kelime, nadir sebep demek, derin sebep değil. Derin sebep arzudur çünkü başka biri nesneyi görür, paraları yoktur, onu ister ama çalmaz, neden? Çünkü arzularını kontrol etmektedir. Nesne dıştaysa, sevkeden istek “buna sahip olmalıydım” duygusudur. Bana bunu yaptıran budur. Bu istek içtendir, arzu oradandır Derin sebep tamahkarlıktır.

 Arapça’da şirkin anlamı ortaklıktır, ortak olmaktır, paylaşmaktır, birini bir başkasıyla bağdaştırmaktır. Şârik, literal olarak, ticaretteki ortaktır. Müşerka, yiyeceği, sohbeti vb. paylaşana denir. Yani Allah’ın olan bir şeyi Allah ile ilişkilendirmek veya paylaşmak. Bu yüzdendir ki hadis-i kudsi’de Allah “ben ortakların hayırlısıyım, bana şirk koşarsanız aradan ayrılırım” demiştir. Allah’a ortaklar koşarsanız, Allah’a O’nun ihtiyacı olmayan bir şeyi izafe etmiş olursunuz. Neden ortaklığa giriyorsun? Çünkü onlara ihtiyacın var. Ticarette neden ortak alırsın? Çünkü onlara ihtiyacın vardır. Allah diyor ki Bana Benim ihtiyacım olmayan bir şeyi ortak koşuyorsun, bu yüzden bâtıldır çünkü bir amacı yoktur. Bu yüzden şirk tevhidin tersidir. Kişi Allah’a ortak koşma bilincinde olmalı ki suçlu olsun. Birisini tanımıyorsam ona nasıl ortak verebilirim? Bu aslında doğru ve bu yüzden Kur’an der ki “Bildiğiniz Allah’a ortak koşmayın”. Bu yüzden bir kişi bilgisizse affedilir. Ama size bir kere anlatıldıysa bundan sonra bilginin sorumluluğunu yüklenirsiniz. Bu yüzden Hz.Peygamber (SAV) gizli şirk konusunda “Allah’ım Sana şirk koşmaktan Sana sığınırım ve bunun farkındayım, bilmediklerimden de affımı dilerim” diye dua etmemizi öğretmiştir.

 Modern psikolojinin bilinç altı dediği ince şeyler vardır. Müslümanlar bunu anlar. Kur’an der ki “onlar bilmiyorlar, Allah’ı aldatmaya çalışıyorlar ama ancak kendilerini kandırıyorlar ama farkında değiller”. Modern Arapça’da bilinç altını ifade eden kelime “la şuur” dur, bu Allah’ın ikiyüzlülük durumunu tanımladığı kelimedir.

 İslam geleneğinde la şuur’la, yani bilinçaltı ile ilgili şeylerden birisi şudur ki samimi olarak derunuzunda olanın farkındasınızdır. Bu bir mazeret değildir. Bu yüzden Kur’an ahirette insanların “bizlere anlatılanları duymuş veya anlamış olsaydık bu sefil yerde olur muyduk?” diyeceklerini söyler. Sonra Allah der ki “böylece hatalı olduklarını itiraf ederler”.

 Bu inkar etmelere, bu bakışa, savunma mekanizmalarına sahip de olsa insan yaptıklarından sorumludur. Çünkü Allah bizlere büyük bir kuvvet bahşetmiştir. Onu kullanmazsak, ancak kendimizi suçlayabiliriz. Sana tüm alet, edevat verilmiş, tarla verilmiş. İnek var, pulluk var ve sadece oturup seyrediyorsun. Hasat zamanı geldiğinde ve başkaları hasadı toplarken, sen “hiçbir şey çıkmadı” diyorsun. Senin tohumların vardı, pulluğun vardı, öküzün vardı, neden hiçbir şey yapmadın? Yani bir şey mi yapmam gerekiyordu?

 Rumi’nin kıyamet günüyle ilgili bir şiiri var. O gün boynu eğik olarak gelirsin ve Peygamberlere bakarsın ve beni bu karmaşadan, bu hayatımın çamurundan kurtarın dersin, çünkü hayatın çamuruna saplanıp kaldım. Onlar der ki “Sen sabanını tarlanın ortasında bıraktın ve şimdi bizden hasadını yapmamızı istiyorsun”. Bütün bunlara vaktin vardı, bütün bunları yapmaya gücün vardı.

 İslam’da tevhidin insan fıtratından olduğuna dair bir inanç vardır. Bunu derin olarak biliriz. Vicdamızda kodlanmıştır. Bu yüzden çocukların kabullenmesi çok kolay olur. Tamamen kabul ederler. Tevhidi kabul ederler. Onlara çok mantıklı gelir.

 Gizli şirk konusunda İbn Mace’den alınan Hz.Peygamber (SAV)’in bir hadisi var. İnsanlar deccalle ilgili konuşuyorlar ve O (SAV) diyor ki “size deccalden daha korkunç bir şeyi haber vereyim mi?”. “Nedir?” diye soruyorlar. “gizli şirktir, riyadır, bir adam ibadetini başka izleyenler bulunduğu için güzel kılar” diyor. Sâdi camide namaz kılan bir adamın hikayesini anlatır, adam kapının açıldığını duyar ve gelen adama gösteriş için uzun sure namaz kılmaya karar verir, namazını bitirdiğinde o adam kendisini gördü mü diye bakar ve camiye girenin bir köpek olduğunu farkeder. Görüyorsunuz hepsi kafanızdadır. Dışarıda bir yerlerde değil, tamamen sizin kavrayışınızdadır.

 Şimdi en sevdiğim bölüm geliyor, Allah’ın delilleri. Kur’an’a kelamullah denir, Allah’ın insanoğluna hitabıdır, bu yüzden Kur’an’da söylenenlerin Allah’ın bizzat ifadesi olduğuna inanırız. Konuşurken kendimizi ifade ettiğimiz gibi… İnsan konuşurken kendisini ifade eder.  Bir rol oynuyor olabiliriz ve başka kimse bu rolü aynı şekilde oynayamaz. Oynadığımız her bir rolde kendimize dair bir şeyler ifade ederiz. Kenneth Branagh’ın Hamlet’i Laurence Olivier’inkiyle aynı değildir. Aynı metindir ama farklı yorumlardır. Yani aktör aynı repliği bile telaffuz etse kendisini ifade ediyordur. Yani Kur’an’a göre kelimeler nefsin ifadesidir, Allah’ın Kur’an’dak kelamının O’nu ifade ettiğine inanırız. Kur’an Allah’ı ifade eder. Onu ifade eden tek şey değildir. Diğer metinler de onu ifade eder , Onun yarattıkları da.

 İfade nedir? Konuştuğumda yaptıklarımdır, Sembolleri kullanırım. Benim dilimi konuşuyorsan, buna aşinasındır. “şu ağaca bak” derken ağaca bakmama gerek yoktur. Siz o ağacın olduğu tarafa bakarsınız. Bana hangi ağaç olduğunu sorabilirsiniz ama ağaç dediğimde zihninizde gövdesi, dalları ve yaprakları olan bir imaj canlanır. Gövdesi, dalları ve yaprakları yoksa o başka bir şey demektir. Çalılık olabilir ama ağaç dediğimde aklınıza gelen budur. Bir Arap, ağaç dediğimde bana neden bahsediyorsun diye bakar. Ona şecere derim, anlar. Şecere İngilizce konuşan birine bir anlam ifade etmez ama Arapça konuşan birinin zihninde, size ağaç dediğimde oluşan imaj oluşur. O halde paylaşılan nedir? Ağaçtır ama orada başka ne var? Lisanın doğası bu, lisan bir semboldür, başka bir şeye işaret eder bir semboldür. Arapça’da buna ayet deniyor. O halde ayet başka bir şeye işaret eden bir şeydir. Tanrının işaretleri var diyoruz, bazı şeyler var ki bir olan Allah’a işaret ediyorlar. Nebevi işaretler var, vahyi işaretler var ama doğal işaretler de var, yani Kur’an’da ayet denildiğinde başka bir şeye işaret eden şeyler genel olarak anlaşılıyor. Başka bir şeyi işaret eden şeyler. Ayetin manası budur. Bu genel anlamdır. Kur’an’da gökler ve yerdeki herşeyin birer işaret olduğu söyleniyor. Bu yüzden “Gece ve gündüzü delil kıldık” diyor. Gece ve gündüz iki işarettir, neyin işaretidir? Allah ölü yeryüzünden yaşamın çıkmasını misal veriyor. Bu Allah’ın bir işareti, bu başka bir şeye işaret ediyor. Onun işaretlerinden biri deniz üzerindeki gemilerdir, okyanustaki işaretler gibidir, dağlar gibidir, bütün bunlar işaretlerdir. Yeryüzünde ve nefsinizde işaretler vardır. Yeryüzünde işaretler vardır, kendi içinizde de. Görmüyor musunuz? Bir başka deyişle, bağlantıyı kurmuyor musunuz, ağaç dediğimde gövdesi, dalları ve yaprakları olan bir şey ile bağlantı kurduğunuz gibi. Allah böyle söylüyor, bütün bu işaretleri görmüyor musunuz neyi işaret ediyorlar? Ne anlama geliyorlar.

 İkinci daha dar anlamda mucizeler ve Peygamberlere indirilen işaretler var, yani Peygamberlere iki tip işaret veriliyor:

  1. Delil olarak vahiy,
  2. Normal olay zincirini kıran şeyler, Hz.musa’nın asası gibi. Bu onun işaretiydi ve sihirbazlar tanıdı. Bu yüzden gördüklerinde “Onun Rabbine inandık” dediler çünkü biliyorlardı. Firavun “bu bir komplodur” dedi, dediği buydu. “Bunu planladınız, bu başka bir yerde tertiplediğiniz bir komplodur”. İnanamazdı çünkü onlarla aynı şeyi görmüyordu.

Bir diğeri vahyin kendisidir. Hz.Peygamber’e (SAV) dediler ki “sen de bizim gibi beşersin, bizim gibi ölümlüsün. Doğru sözlü isen bize bir delil göster” diye işaret istediler. İnsanlar işaret isterler. Hazreti İsa’dan da (S) istedikleri buydu. O dedi ki “işaretler isteyen bir nesil kötüdür”. Bir diğer deyişle, o kadar aşikardır ki, Hz.Lut’a sordukları gibi, “Tanrıya delilin nedir?” diye sorduklarında o “güneşi görmek için lamba soruyorsunuz” demişti. Araplar der ki “gün ışığı için delil istiyorsan sana hiçbir şey mantıklı gelmez”.

 İşaret fikri ilginçtir çünkü 20.yüzyılın öz felsefesi semiyolojidir. İşaretlere takıntılıdırlar. Bu yüzden felsefe buna indirgenmiştir. 20.yüzyılın büyük filozoflarından biri Japon fesefeci Izuzu’dur. Hayatını Kur’an’ı ve işaretlerini araştırmaya vakfetmişti, Kur’an’daki simbiyoloji üzerine kitabı vardır. O bu fikirden çok etkilenmişti.

 Kur’an’ın sözdizimsel parçaları, herbiri bir manaya işaret eden ayetlerdir. İşaretlerle ilgili ilginç bir konu şudur, bunu düşünmenizi istiyorum, hepiniz yaşamışsınızdır, bir kelimenin anlamını bilmezsin, sözlükte anlamına bakarsın ve öğrenirsin, sonra her yerde karşına çıkmaya başlar. Bu inanılmazdır, “ne tesadüf ama !” dersin. Neden birden her yerde karşına çıkmaya başlar? Çünkü şimdi ne anlama geldiğini biliyorsun. Daha önce senin için çok bir şey ifade etmeyen o kelime birden senin için anlamlı hale gelir. Artık referans çerçevenin içindedir, içeri girmesine izin vermişsindir.

 Yol işaretlerini severim. Dün San Jose’de bir trafik cezası yedim. Aslında aşağı inerken hızımı azalttım, çünkü arkadaşıma buranın çılgın bir şehir olduğunu söyledim, şarkıda da “San Jose yolunu biliyor musun?” demiyor mu. Dikkat etmek lazım, çılgın bir şehir burası dedim. Polis “işareti görmedin mi?” diye sordu. “Hayır işaret görmedim” dedim. “Neden görmedin, tam önündeydi”dedi. Gerçekten görmedim. Gün ışığı kadar açıktı halbuki dedi. Melekler de insanlara böyle derler, işaretleri görmedin mi? Tam önündeydi. Neden? Neden işareti görmedim biliyor musun, önümde giden bir postacı vardı, şöyle gidiyordu, arkamda polis var, sola döndü. İşareti görmemi engelledi. İblisin yaptığı da budur, işaretleri göstermez sana.

 Kanun önünde bilmemek mazeret teşkil etmez. Sürücü belgeniz vardır, bir araç kullanıyorsun. İşaretler var, ne anlama geldiğini bilmen gerekir. Onların ne anlama geldiğini bildiğini ispat eden bir teste girdin. Sonra bilmeme mazeretini ileri sürüyorsun. Görmedim. “Daha dikkatli olmalısın”. Söylediği buydu, sonra cezamı kesti. Cezayı ödemek zorundasın. Ben hey yapma ama, dediğimde, o “benim işim ceza kesmek” dedi. Melekler de böyle der, “ben işimi yapıyorum. İşim seni cezalandırmak”. Bana söylediği buydu. “Görevim burada oturup seninle tartışmak değil. Yasaya karşı geldin. Bu bir ihlaldir ve bu benim görevim ve üzgünüm”. “Sana ceza verdiğim için üzgünüm ama bu benim işim. Sen bunu yaptın ne yapabilirim mi?” Kenara çek, yoksa polis çekecek. Uyarıları ihmal edersen, bu sadece uyarıdır dersen, bunun karşılığı olacaktır. Giderek kötüleşecek, kötüleşecek ve daha da kötüleşecektir.

 Otoyolda biri düşünün. Sürüş halindesiniz. İlk gördüğün tabela Lustville (şehvetistan), 100 mil. Birden hızlanıyorsun, sadece 100 mil, saatte yüz mil yaparsam oraya 1 saatte ulaşırım. Yol üstünde Cennet diye bir tabela var ve dönüş gösteriyor. O işareti gördün mü? Hayır çünkü Lustville’e odaklanmışsın. Cennet işaretini göremiyorsun. Ve sonra bir başka işaret oburistan. Oburistan ben geliyorum… Gazı köklüyorsun, yemek için oraya gitmeyi dahi bekleyemiyorsun ve bu yüzden Cennet tabelasını göremiyorsun. Çünkü seçtiğin hedefe o kadar odaklanmışsın ki diğer işaretleri farkedemiyorsun ama o hedefi kendin seçiyorsun.

 Sanırım bunu Thackeray yazmıştı. Çarşı hikayesi… Adama Kral tarafından bir iş veriliyor ama işini yapmak için giderken yolun kenarında bir çarşı görüyor Güneş batana kadar vaktim var nasıl olsa diyor, şimdi duracağım ve gösteriyi izleyeceğim diyor. Bazı eğlendirici şeyler var, biraz eğleneceğim ve sonra Kralın benden istediği şeyleri gidip yapacağım diyor. Ve giriyor,  çarşı eğlendirici şeylerle dolu. Çok güzel vakit geçiriyor ve o kadar dalıyor ki bu arada güneş batıyor ve Çarşı kapanıyor. Yapması gerekenleri yapmamış oluyor. Şimdi saraya geri gitmesi ve Krala durumu açıklaması lazım. Kral diyor ki “seni sabah gönderdim, bunu yapmak için gün boyunca zamanın vardı”. Kral yol kenarında çok güzel bir çarşı gördüm mazeretini kabul eder mi? Bana ayırman gereken vakitte çarşı mı gezdin? Benim verdiğim süreyi oyun oynaşla mı geçirdin, demez mi?

 Birisi Fedex’te çalışıyor ama kumar problem var, sabah tüm paketleri yüklenip çıkıyor ve casino’ya gidiyor. Sadece girip bir defa slot makinesinde oynayacağım diyor. Bir kere giriyor ve sonra bu bir defa ikinciyi tetikliyor ve sonra gün bitiyor, dışarı çıkıyor ve elinde dağıtılması gereken kargo paketleri var Bunları dağıtması lazım, işini koruyabilir mi? Hayır. Bu dünyanın doğasıdır. Görev son derece açık ama işaretler ihmal ediliyor. Orada sanki yok gibiler. İhmal ediliyor ve bu yüzden göklerde ve yerde ne kadar çok açık işaretler de olsa yanından geçip gidiyorlar, ondan yüz çeviriyorlar. Hepsi orada. Çok açık. Kur’an böyle diyor. İnsanlar işaretleri önemsemiyor çünkü onlar için vakitleri yok. Dünyevi işleriyle o kadar meşguller ki, daha fazla para kazanmakla, daha büyük bir ev almakla, portföyünü genişletmekle, CV’sini zenginleştirmekle…

 

 

 

… Biraz okumak için…

  İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü  sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

 Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî  tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.

 

 

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:hayrii Tarih: Tem 31, 2012 | Reply

    Sayın editör çok faydalı bir yazı dizi oldu bu.Bitti mi yoksa daha devamı varmı e-kitap olursa çok iyi olur. Emeği geçen başta Ekrem Senai bey olmak üzere herkesten Allah razı olsun…

  3. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Ağu 1, 2012 | Reply

    devamı gelecek ve kitaplaşacak inş. DD halkını dualarınızdan eksik etmeyin, hayırlı Ramazanlar 🙂

  4. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Ağu 10, 2012 | Reply

    Bir ramazan arası verdik. Allah ömür verirse devamı bayramdan sonra inşallah.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin