RSS Feed for This Post

28 Şubat bir orman yangınıydı…

 

 Yusuf Ekinci

“… Pazarlama ve halkla ilişkilerde şöyle bir söz vardır; “Ormanda bir kuş ötse ve hiç kimse o kuşun öttüğünü duymasa, o kuş öttü sayılmaz.” Ormanda yaşanan ağaç katliamları devam ederken, hiç kimsenin bu sesleri duymaması durumunda onurlu bir tepki geliştirmenin mümkün olamayacağı açıktır. […] Eğer yanan bir ceylan için kılımızı kıpırdatmıyor ve yapmamız gereken müdahaleyi yapmıyorsak, o ormanı yakanların sıfatından başka bir sıfat nitelemez bizi.Zira yaşanan bir zulmün yaşanıyor olmasının bir sebebi zalimlerse, diğer bir sebebi de zulmü izlemekle yetinen, “zulüm karşısında susan” insanlardır…”

Bu ülkenin Cumhuriyeti korumakla görevlendirilmiş ordusu ve gizli örgütlenmeleri, halkın iktidara geldiği ve kendilerince Cumhuriyetin kuruluş felsefesine ve kodlarına aykırı bir iktidarın vücut bulduğu her durumda darbe yapmayı asli bir görev olarak bildiler. Kendi darbelerini meşrulaştırmak adına ya “Cumhuriyetin kazanımları” dediler, ya irticayı tehdit olarak gördüler, ya “bölünme korkusunu” koz olarak kullandılar ya da “şartları olgunlaştırarak” halk iktidarını devirmek için türlü türlü planlar hazırlama yoluna gittiler.

Cumhuriyet tarihinde ilk olarak Adnan Menderes örneğinde de görüldüğü gibi bu ülkenin iktidarı hiçbir zaman muktedir olamadı. 15 yıl önce aktörleri tarafından Post-modern darbe olarak adlandırılan 28 Şubat darbesini ve son yıllarda ortaya çıkan darbe planlarını da bu şekilde değerlendirmek zor olmasa gerek.

Tavandan tabana bir toplumsal mühendislik projesi olan Kemalist ideoloji, cumhuriyetin yönetici kadrosunun planladığının aksine, çoğunluğu mütedeyyin olan bu halkın bünyesiyle pek uyuşan bir yapıda değildi. Zira halkı, değer yargıları ve kültürlerine (“laiklik” ilkesi ve “çağdaşlık” ideali doğrultusunda) tepeden inme ve zorba bir biçimde yabancılaştırmaya çalışma düşüncesi, eşyanın tabiatı gereği, vücuda giren yabancı bir mikrobun antikorlarla yaşadığı uyumsuzluk gibi halkta da belirgin bir refleksin doğmasına sebebiyet vermişti.

Bu refleks, halkı ya direnişlerle kültürlerini koruma yoluna zorlayacaktı ya da halkın alternatif bir siyasi örgütlenme aracılığıyla temsil edilebilme yoluna başvurmasına vesile olacaktı. Tek parti dönemi alternatif siyasi örgütlenmenin mümkün olmadığı bir dönem olması münasebetiyle halkın, değerlerini korumak adına ve temsiliyet noktasında alternatifsiz kalması sebebiyle direndiği ve yeri geldiğinde katledildiği bir dönem olarak yaşanageldi.

Çok partili dönemle birlikte halk artık bünyeye aykırı gelen tepeden inme ideolojiden kurtulmak adına farklı örgütlenmeler arayışına girdi ve 50’li yıllarla birlikte artık siyasi görünürlüklerde ciddi dönüşüm meydana geldi. Bu dönem, totaliter tek parti döneminin ardından ilk defa halkı gerçek anlamda temsil edebilecek ve “yeter söz milletindir” gibi halka halk olduğunu hatırlatacak bir parti dönemine tekabül etmekteydi. Bu dönem, artık halkın kendi iktidarını kendi belirleyeceği bir milat olmuştu.

1960 yılında yaşananlar, bize bir şeyleri kanıtlar nitelikteydi.

Önce iktidarına tahammül edilemeyen halkın seçtiklerine bir darbe yapıldı, ardından halkın seçtiği başbakan ve bakanlar zorlama gerekçelerle idam edildi. Bu darbe ile birlikte anlaşılmıştı ki, “10 yılda 15 milyon genç” yaratma iddiasında olan cumhuriyetin kurucu kadrosu, 15 milyon genç yaratamadığı gibi, mühendislik mayasının tutmaması üzerine bundan sonra başka türlü engel olunamayacak halk iktidarlarını darbe ile devirme yolunu seçmişti.

Bundan böyle hiçbir zaman tek parti döneminde olduğu gibi tek başlarına iktidarlarını sürdüremeyecek ve sürdüremedikleri iktidarı da darbeler yoluyla sekteye uğratıp halka yar etmeyeceklerdi.

27 mayıs 1960 darbesinin ardından, siyaset ve iktidarın halkın lehine şekillendiği her durumda cumhuriyeti koruma görevinin kendinde bulan ordu darbe yapmak için fırsat kolladı. 12 Mart 1971’de muhtıra verdi, 12 Eylül’de şartları olgunlaştırıp iktidarı lehine çevirdi ve 28 Şubat’ta “post-modern” olarak tanımladığı darbeyi cumhuriyeti 1923 zindeliğine kavuşturmak adına gerçekleştirmekten geri durmadı.

28 Şubat ve Sonrası

Şubat 1997‘de Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla başlayan ve irticaya karşı olduğu iddia edilen hareket, ordu ve bürokrasi merkezli süreci hakim kılma adına bir darbeyle sonuçlanmıştı.

Bu darbe, 12 Mart’ı da sayarsak ordunun vazifesini yerine getirmek için işe koştuğu Cumhuriyet tarihinin 4. Darbesi’ydi.

Zira halkın istenilen formatta biçimlenemediği ve iktidarın halk lehine bir örgütlenme biçimine evrildiği her durumda müdahaleyi bir vazife olarak gören ordu, yine kendinden beklenileni yapmakta gecikmemişti.

Fakat 28 Şubat darbesinin aktörleri, bu güne kadar yapılanların aksine kendilerine farklı bir hedef seçmiş ve Mütedeyyin halkın ‘kamusal’ görünürlüğünün  belirgin bir şekilde ortaya çıktığı bu dönemi bahane ederek, gerekli müdahaleyi kendilerince meşrulaştırmışlardı.

28 Şubat darbesi halka öyle bir yerden vuracaktı ki tüm inanç ve değerler altüst olacak, despotik yapılanma 1923 zindeliğine terkar dönecek ve aktörlerin 1000 yıl sürecek dediği bu darbe halkı nevrotik bir bunalımla imtihan edecekti.

Zira bu darbenin akabinde halk toplumsal, ekonomik, ruhsal anomalilerle birlikte uzun süreli travmalar yaşayacaktı.

 28 Şubat döneminin özellikle toplumsal alandaki sonuçlarının ne tür travmalara yol açtığını anlamamız için darbe mağduru olmuş insanların neler yaşadığını gözler önüne sermek faydalı olacaktır.

Mesela 28 Şubat döneminin ne tür nevrozlara yol açtığı ile ilgili, Rizeli Hızır Ali Erkan öğretmenin işinden edilmesiyle yaşadığı ağır travma ve bunun sonucunda kendisini yakarak intihar etmesi olayı bize durumun vahameti noktasında ipuçları verir cinsten.

Hızır Ali Erkan bir öğretmendi.  28 Şubatın “bin yıl devam edecek” denildiği bir dönemde, birilerinin kendilerince rejimi korumak ve kurtarmak adına  “ülke nüfusunun yarısını bu rejime feda edebiliriz” dediği günlerde öğretmenlik yapıyordu.

 

Öğretmen Hızır Ali Erkan ise henüz çiçeği burnunda bir öğretmendi. Darbenin ardından fazla sürmedi ve El Ezher Üniversitesi mezunlarına vurulan “irtica” yaftası ile öğretmenlik hakları ellerinden alındı.

Derken öğretmen Hızır Ali Erkan, eşi ve çocukları ile ekonominin en berbat olduğu bir dönemde işsiz güçsüz bir hayat mücadelesine başladı. Eşi çalışıyordu, fakat kendisi işsizdi. İşsiz bir eşin ruh hali nasılsa Hızır Ali öğretmenin de durumu aynen o şekildeydi.

Hayatın bütün acımasızlığına isyan bayrağını çekmişti ve artık geri dönüşü yoktu.

Girdiği psikolojik buhran sonucu eşinden aldığı bir miktar parayla benzin aldı, benzini üzerine döktü ve kendisini yaktı.

Rize’den Samsun’a kadar yolda hayat mücadelesini veriyordu. Kurtarılma ümidiyle ambulansla Samsun’a yetiştirilmeye çalışılırken şuuru yerindeydi. Ne var ki Hızır Ali öğretmen yanmış vücudunun verdiği acıya daha fazla dayanamadı ve ambulanstayken hayata gözlerini yumdu.

İnançlı bir öğretmen olan Hızır Ali öğretmenin ölmeden hemen önce, intihar girişiminin verdiği hayal kırıklığıyla söylediği son sözleri şunlar oldu:

“Ben bunu nasıl yaparım, Allah’a bunun hesabını nasıl veririm!”

 

28 Şubat dönemi sadece bir darbe girişimi değildi. Ali Hızır öğretmen ve onun gibi on binlerce hayatın solmasına ve ailelerin dağılmasına sebebiyet vermişti bu darbe.

Binlerce başörtülüye üniversite kapıları kapanmış, üniversitelerde başörtüsü yasakları başlamıştı. Öğrenciler ikna odalarında başlarındaki örtünün çıkarılması yönünde laisist baskılara maruz kalıp ağlayarak dışarı çıkıyordu. On binlerce imam-hatip’li üniversiteye girişte katsayı zulmüne maruz kaldı. Yaş kararları sonucu yaklaşık 2000’e yakın ordu mensubu görevden uzaklaştırıldı. 20 bin civarında memur hakkında soruşturma açıldı. Denklikleri iptal edilen (Hızır Ali öğretmen dahil) 115 öğretmen görevden alındı. Onlarca cemaat, tarikat ve Müslüman sivil toplum örgütü baskı dolu yıllar yaşadı. Ülke tarihinin en büyük vurgunuyla birlikte borsa tarihinin en büyük krizi yaşandı.

Bir Orman Yandı

28 Şubat mağduru bir doktor ise, anısını anlattığı bir yazısında şöyle söylüyordu:

“Pazarlama ve halkla ilişkilerde şöyle bir söz vardır; “Ormanda bir kuş ötse ve hiç kimse o kuşun öttüğünü duymasa, o kuş öttü sayılmaz.” Ormanda yaşanan ağaç katliamları devam ederken, hiç kimsenin bu sesleri duymaması durumunda onurlu bir tepki geliştirmenin mümkün olamayacağı açıktır. Katledilen “orman” içerisinde kesilen ağaçlar, yıkılan yuvalar, yanan ceylanlar ve duyguları incinen, hayalleri kaybolan, daha nice canlılar vardır. Ormandaki bu sessiz çığlığı her halde en iyi anlayan, bu orman yangının ortasında kalan insanlardır.”

 

Evet Doktor’un da dediği gibi bir orman yandı ve bu orman içerisindeki canlılar bu yangının en acı tecrübeleriyle yoğruldu.

Ormanda yaşanan katliamın boyutunu ve derecesini en iyi anlayan elbette ormanda yaşayanlardır.

Zira 28 Şubat’ın akabinde başörtüsü eylemi sırasında karnına polis tekmesi yediği için bebeğini düşüren Nuray Canan Bezirgan’ın yaşadıklarını anlamaya hiçbir empati yeterli olmayacaktır.

Ne var ki orman yangınına ve yol açtığı tahribatın sonucu olarak yaşanan zulme tepki vermek için illa ki yangının kurbanlarından olmak da gerekmez.

Yanan bir ormanın içerisindeki zulme tepki vermek, orman dışındaki ‘izleyicilerin’ asli görevidir.

Eğer yanan bir ceylan için kılımızı kıpırdatmıyor ve yapmamız gereken müdahaleyi yapmıyorsak, o ormanı yakanların sıfatından başka bir sıfat nitelemez bizi.

Zira yaşanan bir zulmün yaşanıyor olmasının bir sebebi zalimlerse, diğer bir sebebi de zulmü izlemekle yetinen, “zulüm karşısında susan” insanlardır.

Hızır Ali öğretmen kendisini yaktığı sırada, Nuray Canan Bezirgan karnındaki bebeği kaybettiği sırada, başörtülülere okul kapıları duvar olduğunda, askerler mütedeyyin oldukları bahane edilerek görevlerinden uzaklaştırıldığında…

bizler mazlumun sessiz çığlığını kulaklarımızı kapatıp işitmedik,

zalimin haki zulmünü kör olduk görmedik,

zulmün dayanılmaz ağırlığına lal olduk sustuk!

Sustuk ve 28 Şubat’ın üzerimizden bir silindir gibi geçmesine göz yumduk.

Hızır Ali öğretmen kendisini yakarken sessiz kalmış olan bizler bugün başımızı öne eğmeli ve Muhammed Bouazizi’nin kendisini yakması olayına sessiz kalmayıp zulme başkaldırmış olan Tunus, Mısır, Libya, Suriye ve diğer Arap halklarına bakıp uzunca bir süre utanmalıyız.

 

 

… Kemalizm ve CHP konusunda daha fazla okumak için …

 

  Kadın hakları ve Kemalizm

 “Kemalizm Türk kadınına özgürlük verdi” gibi sloganlarla düşünmeye daha doğrusu ezberlemeye itildiği için sık sık  şaşırmaya mahkûm bir kuşak bizimki. Tarihi, belgeleri, siyasî söylemleri ve sloganları aklın imtihanına tabi tutan herkes hayretler içinde kalıyor. “İyi de biz bunu bunca sene nasıl yuttuk?” diye sormaktan alamıyoruz kendimizi.  Kemalist düşüncenin, çağdaşlığın ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi “çağdaş Türk kadını’nın sesi” Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı olan Yunus Nadi kadınların siyasete atılmasına nasıl tepki vermiş meselâ?  “Havva’nın kızları, Meclis’e girip yılın manto modasını tartışacak”  Kadınlar Halk Fırkası kapatılınca yerine Türk Kadınlar Birliği kurulmuş. O da kapatılınca Cumhuriyet Gazetesi’nde şu başlık atılmış:  “Türk Kadınlar Birliği kapatıldı, fesat çıkaran hatun kişilere haddi bildirildi.” Derin Düşünce Fikir Platformu yakasını resmî tarihten kurtarmak isteyen okurlarına ezber bozan bir kitap öneriyor : Kadın hakları ve Kemalizm ilişkisine alternatif bir bakış

  Türk Solu 

Kendini « sol » olarak tarif eden hareketler hiç olmadıkları kadar zayıf ve bölünmüş bir tablo çiziyorlar bugün.  Türk Solu Dergisi’nin ırkçı söylemlerinden CHP’nin darbe çağrılarına uzanan bir kafa karışıklığı hakim. Muhalefet boşluğunun müzmin bir hastalığa dönüştüğü şu dönemde Türk solu bu boşluğa talip olabilir mi? Daha önce Dikkat Kitap kategorisinde yayınladığımız Pozitivizm Eleştirisi gibi bu kitap da Türkiye’deki sola tarafsız bakan bir çalışma. İyimser görüşler kadar geçmişe dönük ağır eleştiriler de var. İlginize sunduğumuz 82 sayfalık bu kitap Türkiye’deki “sol” grupların sorgulamalarına, projelerine ışık tutmak amacıyla derlenmiş makalelerden oluşuyor. Kitabı buradan indirebilir ve paylaşabilirsiniz. Kitapta ele alınan başlıca konular: Solda özgürlükçü hareketler, 68 Kuşağı, Devrimci sol, Kemalizm, ulusalcı sol akımlar, Sol ve İslâm, Cumhuriyet Gazetesi.

 

Kendi ülkesini işgal eden ordu

Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler.  İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek  KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.

 

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

 

Tarih şaşırmaktır

Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin