RSS Feed for This Post

Hayek’in Kölelik Yolu’nda otostop…

 “…Demokrasi ve liberalizm ikiz olmayıp, büyük ölçüde zıt oldukları unutulmamalıdır. Liberalizm demokrasiye karşı icat edilmiştir. Liberalizmi doğuran sorun, önce merkezde, daha sonra bütün olarak dünya sisteminde tehlikeli sınıfların nasıl zapturapt altında tutulacağıydı. Liberal çözüm, kesintisiz sermaye birikimi sürecini ve onu destekleyen devlet sistemini tehdit etmeyecek düzeylerde kalmak şartıyla, siyasi iktidara sınırlı bir erişimin ekonomik artı değerin sınırlı paylaşımının bu sınıflara bahşedilmesiydi…” (I. Wallerstein)

 

Friedrich von Hayek‘in eserlerinden “Kölelik Yolu”nu biraz daha detaylıca anlamaya ve anlatmaya teşebbüs ettiğimde, her biri ciltler dolusu tartışmanın konusu olabilecek kavramların altında kalemimin ezileceğini hissettim. Çünkü kitap, liberalizm hakkında sadece bir meseleye hasredilmiş küçük bir risale değil. Liberal doktrine panoramik bir bakışla hemen hemen her şeye değinmiş, bazı konuları da fazlaca detaylandırmış, Hayek. Liberal düşünce evrenine ait ferdiyetçi anlayışa dayanan kavramlar ile kolektivist düşünceden türeyen kavram çiftlerini kıyaslayarak, hep özgürlük ve bireyi yücelttiğine inandığı fikirler lehine duruş alıyor yazar. Kitapta, demokrasiden hürriyete, planlı iktisattan serbest teşebbüse, güvenlik özgürlük ikileminden totalitarizme, faşizmden sosyalizme kadar pek çok kavramın liberalce yorumlanmasını bulmak mümkün.

Hayek’in fikriyatının özünde birbirine zıt iki temel yaklaşımın karşılaştırılmasının etkileri görülür daima. Hatta tüm tezlerini iki kavramın karşıtlığı üzerine inşa etmiştir denilebilir. Bu karşıtlığın bir ucunda, “kurucu akılcılık” (constructivist rationalizm) diğerinde ise “kendiliğinden oluşan düzen” (spontaneus order) yaklaşımları bulunmakta. Kurucu akılcılık, toplumdaki herhangi bir arızanın giderilmesi için, toplumun akıl temelinde sil baştan yeniden tasarlanması gerektiğini söyler. Bu tasarım, topluma baştan aşağı köktenci bir müdahaleyi ima eder ve Hayek’e göre bütün baskıcı, totaliter rejimlerin kaynağı burada yatar. Kendiliğinden oluşan düzen ise, bir toplumda hali hazırda geçerli olan sistemlerin/kurumların belli bir evrim sürecinden geçerek deneme yanılma yoluyla oluşmasını ifade eder ve Hayek için en makbul olan da böyle kendiliğinden oluşmuş sistemlerdir/kurumlardır. Hayek, “Kölelik Yolu”ndan itibaren tüm eserlerinde ‘kendiliğindenliğe’ karşı bu ‘kurucu aklı’ eleştirmiş ve dünya görüşünü bu eleştiri üzerine bina etmiştir.*

Kitabın ana fikri hakkında tek bir cümle kurmamız gerekirse şunu söyleyebiliriz: “İktisadi hürriyetin olmadığı yerde gerçek hiçbir hürriyetten söz edemeyiz.” Bir cümle ile biraz daha açmak istersek, şunu ekleyebiliriz kitabın esas tezi hakkında: “Avrupa önce iktisadi hürriyetini kaybetti; liberal değerlerden hızla uzaklaşınca çok kısa bir sürede kendisini totaliter, baskıcı rejimlerin kucağında buldu. Bu yola bir kere girildi mi sonunda mutlaka kölelikle karşılaşılacaktır.”

Hayek, kitabının önsözünde, onun ayak izlerini takip eden ve benzer fikirleri savunan birçok aydında göremediğimiz bir dürüstlük ve açık sözlülükle, kitabın ‘siyasi bir kitap’ olduğunu ve kitapta ‘işaret edeceği noktaların belirli nihai değerlerden kaynaklandığını’ yazmış. Bu önemli, zira her fikrin, en evrensel olduğu iddia edilenin bile önceden bir şekilde belirlenmiş epistemolojik ve ontolojik bir temel üzerine inşa edildiği hakikatini kabule pek kimse yanaşmak istemez. Hemen herkes, ileri sürdüğü fikirlerinin ön yargılardan tamamen arınmış, herkesin kabul etmesi gereken evrensel değerlere dayanan vazgeçilmez erdemler olduğunda ısrarcıdır. Bunu nasıl detaylandırırım diye düşünürken, birkaç sayfa sonra daha takdim yazısında Atilla Yayla’nın 1995 Türkiye’sinde yerel-evrensel değerler üzerine tartışmalara atıfla yaptığı bir eleştirisi ile karşılaştım. Şöyle yazıyor Yayla:

” …Sosyalleşme sürecinde insanlar yaşadıkları toplumların bireylerinde tezahür eden toplumsal değerleri ve özellikleri alırlar. Bundan kaçınmaları mümkün değildir. Ama insanların içine doğdukları veya onlara aktarılan değerlerin her zaman için değerli ve mutlaka korunması gereken cinsten olduğu söylenemez. Asıl önemli olan, insanların, kemale erdikten ve kendi değer sistemlerini yargılamaya başladıktan sonra yaptıkları bilinçli seçimlerdir. Bu bazen yerelin reddini gerektirebilir…”( s. 14)

Yerli değerleri özümsemiş kişilerin evrensel kıymeti olan şeyler üretemeyeceği iddiasına karşı yukarıda alıntıladığım pasajdaki gibi bir karşı tez öne sürülebilir. Bunda bir beis yok. Ancak bir çelişki var burada. Söz konusu pasajı dikkatle okuyunca kendi bindiği dalı kesen örtük bir varsayım hemen göze çarpıyor.

Zihninizi çocukluğunuzdan itibaren size belletilen tüm değerlerden arındırmak, fikirlerden ayıklamak istiyorsunuz. Ne için peki? İçine doğduğunuz toplum dâhil olmak üzere her türden değerler hiyerarşisini reddetmek, sorgulamak ve sonrasında “bilinçli tercihler” yapabilmek için. Peki nasıl? “Kemale erdikten”  sonra… İşte kendi içinde çeliştiğini söylediğimiz örtük varsayım tam da burası. Kemale nasıl ereceksiniz? Kemale ulaşma yolunda hiçbir değere başvurmadan, tutunmadan, elinizde alet edevat olmadan nasıl ilerleyeceksiniz? “Akıl yoluyla” cevabını kabul edemeyiz, zira akıl da belli değerler silsilesine tabi olarak işler.

Descartes’çı bir yaklaşımla bir üzüm sepeti gibi olan zihni tamamen boşaltmak ve her türlü değerden tamamen azade olmak mümkün mü? Kendi değerler sisteminizi sınamak için neleri kıstas alacaksınız? Bu sorulara yukarıda alıntılanan pasajdaki çelişkiyi ortadan kaldıracak şekilde cevaplar vermek mümkün görünmüyor. Bu yüzden karşıt iki fikir çatışmadan önce, bu fikirlerin dayandığı değerler sisteminin ve paradigmanın tahlil edilmesinin, eğer orda uzlaşma sağlanırsa sonuca daha kolay gidileceğini, aksi takdirde tarafların konuşmalarının sonuçsuz bir körler dövüşüne döneceğini düşünmüşümdür, hep. Kısacası Yayla’nın pasajda savunduğu yöntemle önce kemale ermek, ancak ondan sonra bilinçli tercihler yapmak mesnetsiz boş bir hayalden ibarettir kanaatimce.

Hayek’e dönelim.

Hayek Almanya’yı felakete sürükleyen Nazizim düşüncesinin nasıl olup da onca destek bulduğunu ve nihayetinde iktidar olduğunu tespit etmenin gerektiğini sorarak başlıyor. Cevap ararken de, böylesine zalim bir rejime Alman milletinin ‘genetik/ırksal’ fenalığının sebep olduğunu iddia etmenin tehlikesine karşı peşinen uyarmayı ihmal etmiyor; totalitarizmin aslının Alman ırkına mensubiyetle bir ilgisinin bulunmadığını, İtalya ve Rusya ile de ortak noktaları olan sosyalist fikirlerin hâkimiyeti olduğunu ekliyor. Sanayileşmiş ülkeleri ikinci bir dünya savaşına sürükleyen çılgınlığın içinde, “Alman” olan her şeye muazzam bir nefretin ortasında, bu itidali göstermesi takdire şayan bir tavır olduğunu teslim edelim hemen.

Sosyalizm/kolektivizm eşittir köleliktir ona göre. Liberalizm henüz “kemale erip nihai noktasına varıp olgunlaşmadan”, yanlış adamların dilinde yanlış tanıtılmış ve Batı, liberal değerlerden uzaklaşıp köleliğe yani sosyalizme doğru adım adım yürümüştür. İktisadi hürriyet terk edilince, onsuz düşünülemeyen şahsi ve siyasi hürriyet de kaybedilmiş. Kaybedilen sadece liberalizm değil, Batı medeniyetinin Roma’dan beri üzerine bina edildiği “bireysellik” mirası. Terk edilen yol liberal değerler ve Hayek’e göre Avrupa ülkeleri bu “erdemlerden” uzaklaştıkları ölçüde totaliter rejimlere savrulmuşlar.

Desteklediği siyasi doktrin ne olursa olsun birçok Avrupalı düşünürde olduğu gibi, ilerlemeci ve Euro-centrik tarih anlayışı Hayek’te de hemen göze çarpıyor. Bu yaklaşıma göre, Avrupa düşüncesi bir zihniyet olarak Roma’dan beri ‘kesintisiz’ bir şekilde birikimli olarak ilerlemiş ve bugünkü Avrupa’yı inşa etmiş. Avrupa Birliği gibi yaklaşık altmış yıllık ömre sahip bir örgüte rağmen, bugün için bile her bakımdan homojen ve ortak hareket eden bir Avrupa’dan söz edemiyoruz. Son krizde bunun pek çok örneğini gördük. Bu bakış, sahici bir tespitten ziyade bir temenniyi ifade ediyor sadece.

Hayek’in demokrasi hakkındaki görüşleri de bazı insanları, şaşırtabilir ve üzebilir. Şu sözlerine bakalım:

“…Maksadımız asla demokrasiyi fetiş hale getirmek değildir… Demokrasi esas itibariyle, dâhili sulhu ve ferdi hürriyeti korumak için bir vasıta, faydalı bir usuldür. Bir vasıta olarak da, asla hatadan salim değildir. Unutmayalım ki, mutlakıyetçi bir idare altında bazı demokrasilerdekinden daha fazla fikir ve kültür hürriyeti bulunduğu vakidir. ( s. 114)

İşte böyle. 20. yüzyılın liberal şahlarından olan Hayek’in görüşü bu. Kullandığımız her üç kelimeden birinin demokrasi olduğu ve neredeyse tüm fiillerin, politikaların meşruiyetini ancak demokrasi ile temin edilebileceğimize inandığımız günümüzde, yazarın bu sözleri pek çok insanı şaşırtabilir. İyiye, güzele, erdeme dair her ne varsa demokrasi çuvalına sığdırmaya çalışıyoruz. Biraz fazla yükleniyoruz galiba bu kelimeye. Hayatın ve insanın tüm karmaşıklığına ve derinliğine cevap vermesini, bütün sorunları çözmesini bekliyoruz demokrasiden.

Diğer rejimlere göre şu anda en az çatışma doğuran, kararlara ve sonuçlarına itiraz edilmeyen rejim demokrasi; bunu tarihi tecrübeler gösteriyor. Ama tek başına her şey olmadığını ve yersiz bir kutsallık atfedilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Yolumuz demokrasi yolu olabilir ve bunun için canla başla çalışabiliriz. Üstelik ikinci sınıf değil, A kalite bir demokrasi için… Ancak onun dahi fetişleştirilmemesini, hele hele kesinlikle amaç haline getirilmemesine dikkat edilmeli;  zira unutulmamalı ki, araçların amaç haline geldiği noktada, totaliterliğin kapısından içeri girilmiş demektir. Demokrasilerden diktatörlükler de doğmuştur… Yazar da şu cümlesiyle buna dikkat çekiyor:

“Demokrasinin en fazla tehdide maruz kıymet sayılması ve bütün dikkatlerin münhasıran demokrasi üzerinde toplanması yolundaki moda, tehlikeden ari değildir…(s. 115)

Yazarın demokrasi hakkındaki görüşlerini aktarmaktaki amaçlarımdan biri de, şu zamanda liberalizm ve demokrasinin birbirine özdeş kelimeler olarak kullanılmasına bir itiraz getirebilmek. Bugün liberaller için bu iki kelime ayrılmaz bir ikilidirler ve onları totaliter rejimlerin tam karşısında konumlandırarak tekellerine almışlardır. Hayek onları doğrulamıyor gördüğümüz gibi.

Düşünsel düzeyde liberalizm-demokrasi tartışmaları ara ara yapılıyor. Tarihsel olarak da liberalizm ve demokrasi özdeşliği konusunda meselâ Wallerstein‘ın da bazı itirazları var. “Modern Dünya Sistemi”nin yazarı ve sistem karşıtı hareketlerin önemli isimlerinden Immanuel Wallerstein’ın, “Liberalizmden Sonra” isimli kitabından Muhafazakârlık, Liberalizm ve Sosyalizm akımlarını nasıl tahlil ettiğine bakalım. Bu üç ideoloji, Wallerstein‘a göre Fransız Devrimi ertesinde ortaya çıkan yeni siyasi ve ekonomik düzenle ilgili sorunların üstesinden gelebilmek için geliştirilen cevaplardır:

 “…Bunlardan liberalizm evrenselci olduğunu iddia ederek, kendisini daima siyasi arenanın merkezine yerleştirmiştir…”

“Ulusal planda liberal devletin ve dünya çapında liberal devletlerarası sistemin ana teması, öncelikle devlet vasıtasıyla, akılcı reformculuktu… Liberaller devleti, reformlar dalgasının sürekli kılınabilmesi ve doğru yönde ilerletilebilmesinin tek etkili ve akılcı mekanizması olarak görmeye başladılar.”

 “1848-1914 döneminde liberal program, merkez bölgelerdeki çalışan sınıfları genel oy ve refah devleti vasıtasıyla uysallaştırmaktı. 19. yüzyıl liberalizminin kapitalist dünya ekonomisinin merkez ülkelerine yönelik siyasi projesi, üç yönlü bir akılcı reform programı sunarak tehlikeli sınıfları uysallaştırmaktı: Oy hakkı, refah devleti ve ulusal kimlik. Beklenen ve tahmin edilen, sıradan insanların bu sınırlı mükâfat artışından memnun olacakları ve dolayısıyla eksik “insan hakları” için gerçek bir baskı yapmayacaklarıydı. Sloganların atılması – insan hakları ya da özgürlük ya da demokrasi – tehlikeli sınıfları uysallaştırma sürecinin bizzat parçasıydı.”

“Demokrasi ve liberalizm ikiz olmayıp, büyük ölçüde zıt oldukları unutulmamalıdır. Liberalizm demokrasiye karşı icat edilmiştir. Liberalizmi doğuran sorun, önce merkezde, daha sonra bütün olarak dünya sisteminde tehlikeli sınıfların nasıl zapturapt altında tutulacağıydı. Liberal çözüm, kesintisiz sermaye birikimi sürecini ve onu destekleyen devlet sistemini tehdit etmeyecek düzeylerde kalmak şartıyla, siyasi iktidara sınırlı bir erişimin ekonomik artı değerin sınırlı paylaşımının bu sınıflara bahşedilmesiydi.”

“…Demokrasi liberallerin değil, radikallerin hedefiydi; ya da en azından gerçekten radikal sistem karşıtı olanların hedefiydi.”

Kitaptan parçalı alıntılar yaptım. Sanırım yazarın bu konudaki görüşlerinin anlaşılması için yeterlidir. Wallerstein gördüğümüz gibi bugünkü genel algının tam aksini iddia ediyor. Bu üç ideolojiye ezber bozan bir bakış açısıyla yeniden bakmak istiyorsanız kitabı baştan sona muhakkak okumalısınız.

Wallerstein’ın bu düşüncelerini okurken aklıma, Nobel ödüllü Thomas Mann‘ın bir burjuva ailesinin yükselişini ve çöküşünü anlattığı “Buddenbrooklar” romanından, bu fikirleri teyit eden bir sahne geldi. Yıl 1848… Avrupa’nın birçok kentinde ihtilaller var. Buddenbrooklar’ın yaşadığı kentte de bir hareketlilik başlar. Sokaklar işçilerle, sıradan halktan insanlarla dolup taşar. Bu kaynama üzerine, birçoğunu şehrin burjuvalarının oluşturduğu meclis olağanüstü toplanır. Halk da bu arada meclisin kapısına dayanmıştır. İçeri girmeleri an meselesidir. Meclis üyelerini müthiş bir korku sarmıştır. Telaşlanır ve ne yapacaklarını bilemezler. Dışarıdan insanların bağrış çağırışları duyulur, içerde ise üyeler gergindir. Bu duruma daha fazla dayanamayan kahramanımız Konsül Johann Buddenbrook öfkeyle dışarı, kalabalığın karşısına çıkar ve en önde duran bir depo işçisiyle aşağıdaki diyalog yaşanır:

…Konsül Buddenbrook küçük ve çukur gözlerini, elinde şapkası ve ağzı ekmek dolu olarak merdiven basamaklarının hemen önünde kendinden emin bir şekilde duran yirmi iki yaşlarındaki depo işçisine çevirerek, “Corl Smolt, hadi konuş bakalım! İşte tam sırası! Bütün öğle sonu boyunca böğürüp durdunuz…” dedi

Corl Smolt ağzındaki ekmeği çiğneyerek, “Evet, Bay Konsül…” dedi. “Bilmem nasıl söylesem… istediğimiz şey… Daha fazla bekleyemeyiz… şey… ihtilal yapmak istiyoruz.”

“Neler saçmalıyorsun sen, Smolt!”

“Evet, Bay Konsül, belki de haklısınız, ama başka çaremiz yok… biz yeni bir düzen istiyoruz, hepsi bu, başka bir şey istediğimiz yok…”

“Beni dinle Smolt, sizler de dinleyin beni! İçinizde biraz aklı olan varsa, hemen evine gitsin, bırakın ihtilal yapmayı, düzeni bozmaya kalkışmayın…”

Bay Gosch ıslık çalar gibi bir sesle, “Kutsal düzen!” diye laf attı…

“Düzeni bozuyorsunuz, diyorum size!” dedi Konsül Buddenbrook kararlı bir ses tonuyla. “Sokak lambalarını bile yakmadınız… ne ilgisi var bunun ihtilalle?”

Corl Smolt ağzındaki ekmeği sonunda yutmuştu, sırtı kalabalığa dönük ve kendinden emin bir şekilde duruyordu, Konsülün söylediklerine itirazı vardı…

“Evet, Bay Konsül, siz de biliyorsunuz! Bütün bunlar herkese eşit seçim hakkı tanınması için…”

Konsül, “Tanrım, neler söylüyorsun öyle sersem herif! Söylediklerin bütünüyle saçma…” diye bağırdı ve öfkesinden Kuzey Almanya lehçesiyle konuştuğunu unuttu.

Biraz gözü korkmuş olan Corl Smolt, “Evet, Bay Konsül” dedi. “Hepsi bu kadar, söylediğim gibi başka şansımız kalmadı, ihtilali mutlaka gerçekleştireceğiz. Bu kesin. İhtilal her yerde var, Berlin’de ve Paris’te…”

“Smolt, ne istiyorsunuz siz? Bunu bana bir söylesenize!”

“Evet, Bay Konsül, söyleyeyim öyleyse: Cumhuriyet istiyoruz, cumhuriyet istiyoruz biz…”

“Ama sen ne istediğini bilmiyorsun ki… isteğiniz yerine getirildi ya!”

“Evet, Bay Konsül, ama ben bir tane daha istiyorum.”

Konsülün çevresini saranlardan biraz daha akıllı olanlar, ağır ağır ve tüm içtenlikleriyle gülmeye başladılar…( Buddenbrooklar, s. 172)

 

Aktardığım bu sahne elbette bir romandan alınmış hayali bir sahne, bir kurgu. Ancak, romancının bilgisi ve sezgisiyle bir devri ve zihniyeti tespit etmesi ve yansıtması bakımından şahane bir sahne.  O tarihte Avrupa’nın herhangi bir şehrinde bir burjuva ile bir işçi arasında gerçekte buna benzer bir konuşma geçmiş midir, bilmiyoruz. Fakat bir dönemin siyasi atmosferi hakkında, iki kesimin/sınıfın de düşüncelerini çok net bir biçimde yansıttığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Liberal fikirde olanlar, felsefesine inanarak bir ilkeye sıkı bağlılık çerçevesinde değil, mecbur kaldıklarında gıdım gıdım vermişlerdir özgürlüğü, eşitliği, demokrasiyi… Liberalizm karşısında sosyalizmi demokrasi ve ferdiyetçilik testine soktuğunuzda sınıfta kalması olağandır. Fakat bunun sizi hemen liberalizm eşittir demokrasi düşüncesine itmesi gerekmiyor.

Hayek’in Tocqueville’den yaptığı bir alıntıya bakalım bir de. Bir cümlesi şöyledir: “…Demokrasi her insanın kıymetini mümkün olan azami hadde kadar yükseltir; sosyalizm her insanı bir vasıta, bir alet, bir rakam haline getirir…” Cümlenin kalıbının işaret ettiği anlam size de tanıdık geldi değil mi? Demokrasi lehine sosyalizm aleyhine söylenenleri kabul edelim, fakat liberal felsefeye dayanan kapitalist bir ekonomik örgütlenme içinde bireyin durumu sosyalizm için söylenenden ne kadar farklıdır? Yeni küresel kapitalizmde, insanlar sadece kredi kartlarından, banka hesaplarından, sosyal güvenlik numaralarından, maaş bordrolarından vs. ibaret değiller midir? Tükettiği kadar var olabilen ve hesapsız harcadığı kadar insanlığı muteber olan bir nesneye indirgenmiş değil midir insan? Nesne demişken, bu noktada kültür endüstrisinin ayartıcılığı ve sahteliği üzerine çok keskin eleştirileri olan Adorno ve Horkheimer‘a da kulak verelim:

“…Endüstride insanla yalnızca müşterisi ve çalışanı olarak ilgilenilir… Çalışanlar olarak insanlara rasyonel örgütlenme hatırlatılır ve sağduyu yardımıyla bu sisteme uyum gösterebilmeleri için teşvik edilirler. Müşteriler olarak da onlara, hem basında hem de beyazperdede, insanlarla ilgili özel olaylar aracılığıyla seçme özgülüğü ve sisteme dâhil olmanın çekiciliği gösterilir. Her iki durumda da birer nesne olarak kalacaklardır…” (Aydınlanmanın Diyalektiği, s. 196)

Pasajdaki teşvik edilmenin ne anlama geldiğini özel bir şirket çalışanı iseniz çok daha iyi anlarsınız; teşvik ve tehdit ( terfi edememe, işten atılma vs. ) daima iç içedir. Seçme özgürlüğü ise bir yanılsamadan ibarettir sadece. Seçeceğimiz şeyler önceden tayin edilmiş ve bize çeşitli yollarla belletilmiştir zaten.

Yeni sorular sormalıyız artık. 20. yüzyılın tozlu topraklı kölelik yolunun yerini, cillop gibi asfalt döşenmiş, bariyerleri “yoldan çıkma” ihtimalini hemen hemen sıfıra indirmiş bir başka göz boyayan kölelik yolu almış olabilir mi? Sosyalizmin “büyük bir kurnazlıkla” vaat ettiği hürriyeti, iktidarı ele geçirdikten sonra tam tersine çevirdiğini inceden inceye tahlil eden Hayek, benzer şeyleri 21. yüzyılda liberalizm için de söyler miydi acaba? Totaliterlik karşısında 1944 model, hatta 19. yüzyıl mezarlığında medfun liberal değerler manzumesi, vaat ettiklerini günümüz insanına tam olarak sunabilmiş midir? “Tarihin sonu” ilan edildikten sonra Avrupa’nın göbeğinde yaşanan katliamlara, ABD’nin dayanaktan yoksun fütursuzca ve hiç hesap verme endişesi taşımadan gerçekleştirdiği işgallere, gelişmekte olan birçok ülkede meydana gelen krizlere ve son küresel finans krizine bakarak ne söylerdi acaba, bunları görmeye ömrü vefa etmeyen Hayek? Yoksa yine, “durun hele, bizim savunduğumuz liberal erdemler kâmil manada tatbik edilmiyor henüz; bir türlü tam anlaşılamıyor söylediklerimiz, anlayan da yanlış anlıyor” diyerek bizden biraz daha mı mühlet isterdi? Neden sınırsız bir kredi tanımalıyız liberalizme?

Bir sosyaliste “bak falan sosyalist ülkedeki baskıyı, zulmü, insanlık trajedilerini görmedin mi, görmüyor musun?” dediğinizde, “ama o ülkede ‘gerçek’ sosyalizm uygulanmıyor kii” diye itiraz ederek, size sosyalizmin dayandığı soyut fikirlerden bahsedecek, çözümlemelerini sayıp dökmeye başlayacaktır uzun uzun. Bir liberale de 90’larda zaferini ilan eden ve hemen hemen alternatifsiz kalan liberalizmin/liberal devletlerin, son 20 yılda dünya çapındaki türlü çeşitli ekonomik, siyasi sorunlarla ilişkisindeki sorumluluğundan dem vurduğunuzda, o da muhakkak bu sorunların zaten liberal değerlere tam tekmil riayet edilmediği için çıktığını birçok örnekle ispatlamaya çalışacaktır. Yani suç hiçbir aman için o “muhteşem, fevkalade” doktrinlerimizde değildir. Kesinlikle uygulanmasında bir sorun vardır. Kimse toz kondurmaz düşüncelerine. Ancak diğerleri arasında liberalizmin neredeyse sınırsız bir kredisi vardır. Neden peki? Çok basit cevabı; “çünkü dünya egemenlerinin rejimidir.”

Hayek tezlerindeki açıkları kapatmak için karşımıza hep totaliter/kolektivist rejimlerin en kötü hallerini gözümüze sokuyor. Sanki ölümü gösterip sıtmaya razı olmamızı bekliyor bizden. Örneğin rekabete dayalı bir sistemde fakirin şansının çok az olduğunu kabul ediyor, ama “ama” diye ekleyip sosyalizmde ise hiçbir şansının olmadığını, kendi şansını yakalama şansına dahi sahip olmadığını söylüyor. Ya da özel mülkiyet konusunda, bir milyonerin kişinin üzerindeki hâkimiyetinin, devletin hâkimiyetinden çok daha az olduğunu belirtiyor. Şüphesiz bunlar doğru. Ama bugün geldiğimiz noktada liberalizm hala hayali öcülerle ne kadar ikna edici olabilir?

Belki liberalizm de bir doktrin olarak anlatıldığı biçimiyle, savunulanın aksine, sosyalizmden daha az ütopik ve daha çok uygulanabilir değildir. Liberalizm, hala ikinci dünya savaşı ve soğuk savaşla neticelenen kolektivizm/sosyalizm, ‘ufukta görünen yakın bir tehlikeymiş’ gibi savunulamaz. Artık çok farklı türden eleştiri okları ile karşı karşıya. Ne tür yeni eleştiriler olabileceğine dair giriş mahiyetinde fikir edinebilmek için DD’ de yayımlanan “Liberalizmin Kara Kitabı” okunabilir.

Nasıl ki sosyalizmin yazılı vaatlerini fiilen uygulamak için kullandığı yöntemler, bir süre sonra onu, umulandan farklı olarak totaliter baskıcı bir rejime dönüştürüyorsa, belki liberalizm de kulağa hoş, akla uygun gelen ilkelerini gerçekleştirmek isterken takip ettiği yolun sonunu bambaşka bir köleliğe çıkarıyordur. Bir farkla ki, ikincisinde dışarıdan bakıldığında herkes özgür, herkes her konuda fırsat eşitliğine sahipmiş gibi görünüyor. Yeni bir totalitarizm biçimi ile karşı kaşıya olabilir miyiz? Bu soruyu cevaplama da bize yardımcı olacak DD’ de yayımlanmış “Liberal Totalitarizm” yazılarını şiddetle tavsiye ederim.

Hayek’in bu kitabı yazdığı dünyada totaliter rejimlerin sebep olduğu insanlık trajedileri vardı. Liberalizmi savunmak 1940’lar Avrupa’sında anlaşılabilir. Tek kurtuluş yolunun liberalizmin özgürlükçü ve bireyselci anlayışında görmesi tabiidir. Yazıldığı tarihte can simidi gibi sarılabilecek önermeleri olan kitabın, 1980’lerden, özellikle 90’lar ve 21. yüzyılda tarihin sayfalarında yerini alan tüm insanlık trajedileri ile yeniden yüzleştirilmesi ve sınanması gerekmektedir. Liberalizm için” o da olmadı, tutmadı, saadet getirmedi, bunu da bir kenara koyalım” diyebilme ihtimalini tartışmalıyız. Belki sosyalizm ve faşizmden sonra liberalizm de sırasını savmıştır.

Kitap hakkında söylenecek daha pek çok şey var. Bu kitabı okuyun. Hem liberalizmi birinci elden öğrenmiş hem de hakiki bir liberalin gözünden esaslı bir sosyalizm/kolektivizm eleştirisi okumuş olursunuz ( sosyalizmden ürkmeniz ve hatta nefret etmeniz garanti ). İster liberal ister anti-liberal isterseniz tarafsız olun, bu kitabı okumalısınız. Çünkü eleştirmek için de savunmak için de bu kitapta yazılanlar iyi bir başlangıç noktası olabilir sizin için. Ayrıca bugünün liberallerinin saplanıp kaldığı ve bir türlü ele¨stiremedikleri fikirleri öğrenmiş olursunuz. Son 30 yılda sosyalisti de değişti muhafazakârı da. Bir tek, değişime en açık olduğunu her fırsatta dillendiren liberaller değişmedi. Belki de değişime en kapalı olanlar onlardır. Hayek’in aşağıdaki sözlerinin silkinip kendine gelmelerinde bir yararı dokunabilir;

“Liberalizm prensiplerinde, liberalizmin değişmez bir dogma haline gelmesini icap ettirecek hiçbir cihet yoktur; liberalizmin bir defaya mahsus olmak üzere tespit edilmiş sabit kaideleri mevcut değildir.” ( s. 41)

 

 

* Bu konular hakkında daha detaylı bilgi için ‘İktisadi Felsefeyle Düşünmek’ ismili kitapta yer alan Ragıp Ege’nin ‘Friedrich A. Hayek’in Descartes’ı Okuması’ başlıklı makaleye bakılabilir.

 

 

… Bu konu ilginizi çekiyorsa…

Liberalizm Demokrasiyi Susturunca

Halkın iradesi liberalizm ile çatışırsa ne olur? 2008′de başlayan ekonomik kriz sürmekte. Eğitim, sağlık ve güvenlik hizmetlerine ayrılan bütçeler kırpılırken batan bankaları kurtarmak için yüz milyarlarca dolar harcanıyor. Alın terinin finans kurumlarına peşkeş çekilmesini istemeyenler protesto ediyor. Ama batılı devletler polis copuyla finans sektörünü savunmaktalar. Ne oldu? Bütün nüfusun binde birini bile temsil etmeyen bankacıların çıkarları geri kalan %99.99′un önüne nasıl geçti? Alıp satma, üretip tüketme özgürlüğü nasıl oldu da halkı finans sektörünün kölesi yaptı? Mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı uğruna halkın iradesi çiğnenebilir mi? Okuyacağınız kitap demokrasi ile  liberalizmin savaşı üzerinedir. Buradan indirebilirsiniz.

Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

Liberalizmin Ak Kitabı

1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.

Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:MY Tarih: Eki 14, 2011 | Reply

    Selamlar Mehmet Salih,

    Öncelikle aramiza hos geldin diyorum, yaklasik 7 sayfa uzunlugunda bir kitap tanitimi ile “saglam” bir baslangiç oldu, çitayi asagiya düsürmezsin artik 🙂

    Yazini ilgi ve merak ile okudum. Kitap tanitmanin ötesinde “Demokrasi = Liberalizm” seklindeki ezberi bozan bir çalisma. Liberal kelimesi “özgürlük” ile akrabaligindan dolayi kafalari karistiriyor.

    Evet… Yazini ilgi ve merak ile okudum, bazi saptamalari takdir ettim hem isabetli hem de kisa, öz bir biçimde veriyorsun. Meselâ su cümle ve izleyen paragraf:

    “Hayek, kitabının önsözünde, onun ayak izlerini takip eden ve benzer fikirleri savunan birçok aydında göremediğimiz bir dürüstlük ve açık sözlülükle, kitabın ‘siyasi bir kitap’ olduğunu ve kitapta ‘işaret edeceği noktaların belirli nihai değerlerden kaynaklandığını’ yazmış.”

    Ayni sekilde Atilla Yayla’nin ezberlerinden birine parmak basman bu yaziya kiymet katiyor:

    “Yerli değerleri özümsemiş kişilerin evrensel kıymeti olan şeyler üretemeyeceği iddiasına karşı yukarıda alıntıladığım pasajdaki gibi bir karşı tez öne sürülebilir. Bunda bir beis yok. Ancak bir çelişki var burada. Söz konusu pasajı dikkatle okuyunca kendi bindiği dalı kesen örtük bir varsayım hemen göze çarpıyor.

    Zihninizi çocukluğunuzdan itibaren size belletilen tüm değerlerden arındırmak, fikirlerden ayıklamak istiyorsunuz. Ne için peki? İçine doğduğunuz toplum dâhil olmak üzere her türden değerler hiyerarşisini reddetmek, sorgulamak ve sonrasında “bilinçli tercihler” yapabilmek için. Peki nasıl? “Kemale erdikten” sonra… İşte kendi içinde çeliştiğini söylediğimiz örtük varsayım tam da burası. Kemale nasıl ereceksiniz? Kemale ulaşma yolunda hiçbir değere başvurmadan, tutunmadan, elinizde alet edevat olmadan nasıl ilerleyeceksiniz? “Akıl yoluyla” cevabını kabul edemeyiz, zira akıl da belli değerler silsilesine tabi olarak işler.”

    Özelden de yazdigim gibi Hayek’in hayatina, tahsiline ve kariyerine dair çok mühim bazi olaylar var. Kanli diktatörlere açikça verdigi destek var. Hiç unutamayacagim bir sözü sudur:

    “Sahsen anti-liberal bir demokrasi yerine bir diktatörü tercih ederim, Sili’deki diktatörlük evrilerek liberalizme dönüsecektir”

    Bu liberal ütopya hiç süphesiz Karl Marx’in bir idealini hatirlatiyor. Proletarya diktasi vasitasiyla mükemmel(?) olan Sinifsiz topluma erismek. Senin de yazinda açikça belirttigin gibi farkli ideolojilerden olsa da insanlar ZOR KULLANARAK bir yeryüzü cenneti kurma hayali içindeler. Fransiz ihtilalinden sonra HALKA RAGMEN HALKIN iYiLiGiNi iSTEYEN(?) jakobenler ile “ordo-liberaller” ne kadar da benziyorlar birbirlerine ve tabi Marx’a, Ukrayna’yi açliktan kivrandiran Stalin’e, çin’i mahveden Mao’ya… (Bkz. Komünizm ile Yamyamlık İlişkisi)

    Yazinin son kisminda “tarihin sonu” denilen aldatmacaya vurgu yapman ve bugünkü refah(!) ve baris(!) ile liberalizm arasindaki iliskiye dikkat çekmen de önemli. Evet, liberaller de herkes gibi “ama bizim ütopyamiz henüz uygulanmadi ki” demekteler. Oysa WTO, IMF ve Dünya Bankasinin bize 1980’den beri neler dayattigina yakidan bakilirsa konu hemen netlesiyor.

    Son olarak “Krizi ABD çikarmadi, zaten ABD liberal degil ki” diyen liberaller bankalarin kanun üstüne nasil çikarildigini görmeliler artik. bunun için iki seye bakmak gerek:
    1) 1933’te konulan bir yasaya Glass-Steagall Act .
    2) Bu anti-liberal yasanin adim adim devre disi birakilmasina ve bunun 2007-2008 krizi üzerindeki tetikleyici etkisine.

    ileride belki yine liberalizm ve Hayek üzerine yazarsan George Stigler, Milton Friedman, Ronald Reagan, Margaret Thatcher gibi isimler ile etkilesimi ele alirsin ins.

    Bu güzel makale için tekrar tesekkür ediyorum. Muhabbetle

  3. Yazan:MehmetSalihDemir Tarih: Eki 14, 2011 | Reply

    Selamlar üstadım. Hoşbulduk. Teşekkür ederim.

    Ben de çıtanın hiçbir zaman düşmemesini diliyorum 🙂

    Hiç şüphesiz Hayek önemli bir isim ve onun hakkında çok daha fazla şey söylenebilirdi. Ama yazıyı başlangıç için gereksiz yere uzatmamak daha doğru olur diye düşündüm.
    Zaten çok uzun olduğu düşünülecektir kuvvetle muhtemel.

    Siz de yorumunuzla faydalı bir katkıda bulunmuş, konunun nerelere kadar temas edebileceği hakkında bir fikir vermişsiniz.
    Bu faydalı katkı için de ben teşekkür ederim.
    Saygılar.

  1. 6 Trackback(s)

  2. Eki 15, 2011: Batı’da Liberalizm Demokrasiyi Yenebilecek mi? : Derin Düşünce
  3. Eki 26, 2011: Küçük Güzeldir (Ernst Friedrich Schumacher) : Derin Düşünce
  4. Ara 7, 2011: Son 90 günde en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce
  5. Ara 27, 2011: Liberalizmden Sonra (Immanuel Wallerstein) : Derin Düşünce
  6. Ara 27, 2011: gönlüm | denemee
  7. Nis 1, 2012: Kriz çıkarma özgürlüğü : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin