RSS Feed for This Post

Bir Teslimiyet Yolculuğu ve Trenin Tam Saatiydi*

Alper Gürkan

Gözyaşı denilen sayısız dereden meydana gelmiş hayatın tüm birikimlerini kurutup yok eden bir savaş…
İnsanların kimliksiz suretler halinde var olma mücadeleleri dışında bir anlam veremedikleri dirimsellik…
“Büyük Almanya uğruna” yığılmış cesetlerin arasına katılacağından emin olarak yola çıkan genç bir adam, bir asker…
* * *
Hayatını biraz okuyunca piyade er olarak katıldığı cephede nişanlısından ayrı kalan ve bir dönem esir düşen Heinrich Böll, belki de savaşın kederiyle yazmıştır Trenin Tam Saatiydi kitabını diye düşünmeden edemiyor insan. Çünkü savaş sonrasında yayımlanan Trenin Tam Saatiydi, hiç bitmeyeceği sanılan İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde bir haftalık bir tren yolculuğu sonunda katılacağı cephede yok olacağını bile bile giden Andreas’ın hikâyesidir. Olabildiğine kötümser bir ruh haliyle dolu Andreas’ın teslimiyeti ve bu teslimiyetinin geçmişten gelen sürekliliği üstünedir. Ya da diyebiliriz ki tepelerinde güneşi son kez gördüğüne inandığı bir randevuevinin bahçesindeki ağaçlara dökülen yağmuru seyrederken, daha önce hiç ağlamamış olduğunu fark eden bir askerin ölüme yollanırken aslında hiç yaşamamış olduğunu fark edişinin hikâyesi…

Yarım bırakılmış ya da eksik yaşanmış bir hayat değil, hiç yaşanmamış bir hayattır onunki: Ömrünün en büyük düşü olan piyanist olma arzusu, önce bitirmek zorunda olduğu lisenin sonra da araya giren görevlerin yüzünden gerçekleşmemiştir asla. Sonrasında da başlayan savaşla beraber dört buçuk yılı yok olup gitmiştir düşlerinden uzakta. Başkalarının kurduğu gibi bir hayal kurmaya girişmiş ve piyanist olmak istemişken gereklilikler, zorunluluklar, mecburî istikametlere sapılarak tükenen yıllar boyunca ellerini bir piyanonun yumuşak tuşlarına dokundurmaktan mahrum kalmıştır. İnsanlığın kara yazgısı, istemediği şeyleri yapmak, isteklerini yapamamak, başkalarının rüyalarında yaşamak, başkalarının sularında yüzmek ve boğulmak, onun da kaderi olmuştur…

Böll, Andreas’ın yolculuğu boyunca anlattıklarıyla onun bu kaderin mükerrer bir sureti olduğunu da gösterir: Yıllar sonra teyzesi olduğunu öğrendiği annesinin ona yetmeyen merhametine rağmen başka bir savaştan kalan yarası yüzünden ölen babasının kaderidir ona kalan miras. Akranı ve çağdaşı niceleri gibi gidecek, varacak ve ölecektir.

Nasıl bir sona tevcih edildiğinden emin olan genç adamın, hatırladıkça ölüme teslim oluşunu daha da kuvvetlendiren mahvolmuş hayatı; ne babasının bu mirasıyla mahduttur ne de savaşın çiğnediği diğer insanların varlığını sürdürme çabasıyla. O kendini babası kadar uzun yaşayıp, bir aile kuracak kadar şanslı görmemektedir. Diğer taraftan içlerindeki tutsakların fabrikalara gitmek için hazırlandıkları yoksul evler, ümitsizlikle yoğrulmuş bakışlara batmış askerler, kendinin de yakında yüzleşeceği ölüme hazırlanan yaşlı kadınlar ve bilmeyen, bilmediklerini de bilmeyen çocuklarla dolu şehirleri geçerken insanların varlığını sürdürme iradesine şaşar. Yarım kalmış ailesi, yarım kalmış sevgileri, yarım kalmış hayalleriyle dopdolu geçmişi sadece geride kalan bir istasyonun buğulu hatırası değil, aynı zamanda gelecekte göreceği istasyonun da tek geçerli sebebidir. Ona göre geçmişi, geleceğinin tüm kodlarını içeren bir bütündür. Bu da onda ölümün, yokluğun, yok olmanın ve bunun yakın bir zamanda olmasının tüm kabullenişi halinde bir kötümserlik olarak ortaya çıkmaktadır…

Her ölümün erken olduğu gerçeğini kendi ölümü ve kendi gerçekliği üzerinden fark eden Andreas’ın yarım bıraktığı her şeyiyse “asık yüzlü karyola”ları ve “kötü niyetli, soğuk gri bir koridoru” olan bir randevuevi bütünler. Alman olduğu halde ondan nefret etmeyen Polonyalı fahişe Olina’yla geçirdiği tek gece, onun peşi sıra özlemesini istediği aşkı olacaktır. Ardında bir kadının gözyaşlarını bırakanlara karşı duyduğu kaba kıskançlıkla sarıldığı bu genç kadında bulduğu her şey, gerçeğin hayali bir sureti ve hayalin gerçek bir hatırasına dönüşecektir…

“Geçen geceler, piyanoda ilk acı tatlı denemeler… Okul, savaş, savaş… Savaş, arzulamış olduğu o tanımadığı yüz… Bu göz kamaştıran ıslak ırmak içinde titreşen bir tablo gibi soluk, acılı, yüzüp duran biricik gerçek: Olina’nın yüzü…”

Şehvetten uzak bir sevgiyle bir gece geçirdiği Olina’da bulduğu eski -ya da hiç olmamış- sevgili, onun kendisinden üç gün erken doğmuş olmasının şakasıyla anlam kazanan anne ve kardeş özlemi, incecik parmaklarından yayılan nağmede duyduğu kendi piyanist olma hayalleri…

Sonra, tıpkı dilediği gibi ardından gözyaşı döken bir kadın bırakmanın ıstırabıyla savaşa ve yani yok olmaya doğru yollanış…

Trenin Tam Saatiydi, savaşın ağır yüklerini yüklenmiş bir Almanya’nın çocuğu olan yazarın, tarihin çıkmazındaki aynı kader ve kederden olma milyonlarca Andreas’a merhametli bir bakışının novellasıdır.

* Trenin Tam Saatiydi, Heinrich Böll; Can Yayınları, 1996, İstanbul

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin