RSS Feed for This Post

Generallerle karpuz siyaseti


Generallerin istifasıyla boşalan komuta kademesi sonrası oluşan hengâmede en çok ilgimi çeken “karpuz polemiği” oldu. Kimin ne yazacağının zaten üç aşağı beş yukarı belli olduğu bir ortamda insanın biraz da yaratıcı fikirlere temayül etmesinden midir, aslımızın çiftçi olması hasebiyle konunun bizi ilgilendirdiğinden midir bilinmez ilgimi bu polemiğe vakfettim. “Daha karpuz kesecektik” diye manşet atan Taraf Gazetesine bir pas da “karpuzun göbeğini sadece elitler yiyemeyecek artık” diyen Egemen Bağış’tan geldi. Bilenler bilir, karpuzun göbeğini yemek kendi içinde bir takım ritüelleri barındıran bir eylem çeşididir. Bulunduğunuz yerde karpuzun harmanı varsa sorun yoktur. İsteyen istediği karpuzu kırar ve göbeğini de çenesinden suyunu akıta akıta yer. Fakat karpuz tek, bekleyen fazlaysa bu konuda içtihat iki yolla sağlanır. Birinci yol karpuzun göbeğini paylaşmak, ikinci yolsa terekeyi tümüyle karşı tarafa vererek bir gönül tokluğu sahnesi gerçekleştirmek.

Türkiye’ye karpuz göbeğinden bakınca daha net sonuçlara ulaşabiliyorsunuz. Tek bir iktidarı paylaşmak için sıraya giren Askerler, bürokratlar, Yüksek yargı mensupları, Üniversiteler, Gazeteler ve onların Yazarları bir şekilde malın asıl sahibine rağmen haramzade züppe karakterini başarıyla oynadılar bugüne kadar. Bu işin tek hayırlı tarafı, bugünün olmasa da yarınının Edebiyat Dünyasına bırakacakları ölümsüz karakterler olacaktır. Molière’nin “cimri” karakteri, Turganyev’in “Bazarov” karakteri ne kadar ölümsüzse yeni cevherlerin bu mümbit coğrafyada yeşermesi an meselesidir.

Karakolları tek tek düşerken bunu gurur meselesi yapmayan bir cenaha, “hesap ver” denildiğinde “onurumuzla oynamaktasın, sebebi ne ola ki?” diyen bir Tatar Ramazan’daki Kirmastılı karakteri Kalem erbabı için bulunmaz bir nimet değil midir? Bana gerek Türkiye’de gerekse dünyanın herhangi bir coğrafyasında bir köşe gösterin ki oradaki özel veya tüzel kurumlar kimseye karşı bir sorumluluk hissetmesin. Ya da şöyle bir soru soralım; bana öyle bir kurum gösterin ki yıllarca işindeki performansıyla değil de iştigal ettiği başka alanlarla gündeme gelsin. Dün söyledim, bugün söylüyorum, yarın da söyleyeceğim: PKK ve onun türevi hiçbir organizasyonun Türk Silahlı Kuvvetleri karşısında başarı şansı yoktur! Dağlıca, Aktütün, Hantepe başta olmak üzere hepsinde bir ihmaller zinciri vardır.

Dağlıca’dan bahsedelim isterseniz biraz. 12 askerin şehit olduğu Dağlıca baskını sonrası Tübitak tarafından yazılan raporu okudunuz mu? Tübitak’ın açıkladığı sonuca göre telsiz konuşmaları esnasında yapılan kestirmede hata payı beş kilometre olması gerekirken Dağlıca olayında bu oran elli kilometre olarak ölçülmüş. Normalin on katı bir hatanın sebep olduğu olay yüzünden bu Ordunun, en azından ölen 12 askerin ailelerine verecek eli yüzü düzgün bir cevabı olmayacak mı? Kendi döşediği mayına basan bir ordunun ölen askerleri, kendi komutanının pimini çekerek eline verdiği el bombasının patlaması sonucu havaya uçan mevziler…

Bütün bu ihmaller zincirine ve sebep olduğu felaketlere rağmen kendisini ilgilendirmeyen iktidar mücadelesinden sessiz sedasız çekilen Askerin hikâyesini okumaktayız bugünlerde. Ne mutlu bizlere ki bu hikâyeyi, velveleye vererek ortalığı karıştırmak isteyen elitizmin son kalıntılarının kaleminden değil, giydiği üniformanın ağırlığını hisseden ve hissettiren Ordu mensuplarının kaleminden okuyoruz. Belki gerçeği görmelerinden, belki de artık yolun sonuna geldiklerinin farkına geç de olsa varmalarından, her neyse.

Namlularını, korumakla mükellef oldukları Halkının üzerine çevirip basın açıklaması yaptıkları firkateynlerden inen Komutanların kışlalarına dönmeleri geç kalınmış bir davete icabettir o kadar. Ya da bunu bir liyakat testi olarak algılayın; Brezilya’nın yağmur ormanlarında yaşayan Yerliler, nasıl ki öldürdükleri cennet kuşlarının göz alıcı tüyleriyle karşı cinse kur yaparak erkekliklerini ispat ediyorlarsa, modern toplumlarda da Askerler siyaset kurumuna müdahale etmeyerek, geçerli hukuk kurallarına herkes gibi riayet ederek medeniyet sınavlarını verirler. İkisinin arasında ölümcül bir fark vardır ki o da şudur; Yağmur ormanlarında yaşayan Yerlilerin kur yapma sevdası her yıl binlerce mavi kanatlı cennet kuşunun ölümüne sebep olurken, Ordunun siyaset kurumuna olan kur yapma sevdasından vazgeçişi belki de bu Ülkede binlerce insanın hayatını kurtaracak.

Peki, ya garip sesler çıkararak Askere kur yapanların durumu ne olacak. Ya da şöyle soralım ki ete kemiğe bürünsün sorduğumuz soru: Başı her sıkıştığında “ordu göreve” yazılı pankartlarla meydanları dolduranlar, garba bakmaz, şarkı bilmez, görgüden payesi olmayan elit azınlığın sorunu ne olacak? Aslında ekmekli konu, yazsan yazılır da bu saatten sonra müşterisi çıkmaz diye korkuyorum. Bunun için de elimde ciddi bir gerekçe var; geçende bir sitede dikkatimi çekti, bir Milletvekili üşenmemiş, yememiş, içmemiş yıllara göre Anıtkabir’e gelen ziyaretçi miktarının istatistiğini çıkarmış. Sonuç, son iki yılda geçen yıllara oranla gözle görülür bir azalma olduğu, bunun sebeplerinin de falan filan diye gidiyordu.

Belki bu arkadaşlar ciddi bir şey yaptıklarını sanıyorlar ama komik duruma düşüyorlar. Geçende internette rastladım ve çok güldüm: “1999 ANAP, MHP, DSP Koalisyon Hükümeti zamanında oruç süresi on saat, Yıl 2011 Ak Parti iktidarı oruç on altı saat. Tehlikenin farkında mısınız?” diye geyiğini bile yapmışlar bir zamanlar Cumhuriyet Gazetesinin Halkı korkutmak için TV’lerde döndürdüğü reklam filminin.

Onlara naçizane tavsiyem Türkiye’deki iktidar mücadelesinin yapılacağı tek sahayı kafalarına artık iyice sokmalarıdır. Öznelerini kaybettikleri müflis bir davanın son müdavimleridir kendileri.

Kararlarını verecekler; ya karpuzun göbeği, ya da kabuğu! Karpuzun göbeğini yemek istiyorlarsa daha çok çalışmalı, Halkın temayüllerine daha çok saygı göstermeli, en azından kendi çapsızlıklarından sebep başları her sıkıştığında Askeri çağırmamalarıdır.

Yok, hedef karpuzun göbeği değil de kabuğuysa bir şey yapmalarına gerek yok zaten. Bir anlamda tersine bir intihal durumu yani, ya da Kasımpaşa dolaylarından bir atasözü gibi: Durmak yok, yola devam…

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin