RSS Feed for This Post

Liberal Totalitarizm(1): Karl Marx’ın hayaleti

 “Ulusal Borç” denen silah atom bombasından daha büyük yıkımlara yol açtı. Avrupa Birliği’nin borçlu üyeleri savaşmadan mağlup oldular ya da Osmanlı gibi “yenik sayıldılar”. AB üyesi ülkelere “haciz” geliyor. Küresel sermayenin takım elbiseli askerleri köşe başlarını tuttular. Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İrlanda’nın misket gibi “ütüldüklerine” tanık oluyoruz şu günlerde. 70-80 milyar dolar gibi komik(!) rakamlara boyun eğdiriliyor halklar. “Ülkemiz” dedikleri kara parçası fizikî olarak ayaklarının altında durmaya devam ediyor tabi ama bir ülkeyi “ülke” yapan haklar, garantiler, serbestlikler güneşteki kar gibi erimekte. Doğmamış Yunanlı, Portekiz İspanyol bebeklerin ayaklarına “Ulusal Borç” zinciri vuruldu. Küresel Sermaye’nin elleri ulusal sınırları aştı, ana rahmine uzandı!

 İstila etmek silahlı kuvvetlerin işiydi eskiden. Para tek başına bir güç değildi, “nihaî güç” olan orduları beslemek için kullanılırdı. Meselâ Iraklıların petrolünü çalmak için Amerikan ordusu ile bazı firmalar ve medya işbirliği yapmıştı. Sonradan “kolaylaştırılmış” ihaleler ve BM’nin “zarar gören firmaları tazmin” programları yoluyla çalıntı Irak petrolü aklandı, Amerikan dolarına çevirildi. Ama 2008 krizinden itibaren netleşen yeni manzara farklı. Para artık tek başına bir silah olarak “sahibine” yetme iddiasında. Para’yı elinde tutanlar siyasî iradeyi, medyayı ve askerî gücü bir ORTAK değil MEMUR olarak görüyor. Rüşvet, lobicilik, propaganda varlığını sürdürecek elbette ama artık yeni bir çağ başlıyor: “Liberal Totalitarizm“.

 “Totalitarizm”  diyorum çünkü alışılmış zengin-fakir farklarının ötesinde bir mesele bu. İdeolojisi, propagandası, sahte peygamberleri, totaliter yöntemleri ile yeni bir “totalitarizm” türü ile karşı karşıyayız. Çelişkili gözükebilir ama gerçekten hem liberal hem totaliter bir rejim. Totaliter tabiatlı çünkü İnsan’sız bir rejim, nazizim, faşizm ve komünizm gibi insanları politik hayatın dışına itiyor. Geçmişte tecrübe edilen totaliter rejimler gibi insanları şeyleştiriyor, kendine ve birbirine yabancılaştırıyor. Diktatörlük değil çünkü şiddet kullanmakla yetinmiyor, dili ve düşünceyi felç ederek aklı, vicdanı devre dışı bırakıyor. Aynı zamanda “liberal” çünkü akıl ve kalplerdeki ÖZGÜRLÜK‘ün yerine ekonomik faaliyetlerin serbestliğini dayatıyor. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…  ) Alıp satma, üretip tüketme serbestliğinden başka bir değer tanımıyor. “Liberal” çünkü ekonomik faaliyetlere katılamayacak durumdaki insanları İnsan’dan saymıyor:

 “Ticaretin kanunları tabiat kanunlarıdır yani Tanrı’nın kanunlarıdır.” (Edmund Burke, Thoughts and Details on Scarcity, 1800)

 19cu asırdan günümüze hiç değişmeden gelen bu “amentüyü” bütün liberallerde görmek mümkün aslında: Smith, Mandeville, Mill, Hayek, Friedman, Mises… (Bkz. Liberalizmin Kara Kitabı) Bir başka deyişle ekonomik serbestliğin ideolojileşmesi, seküler bir iman haline gelmesi yeni bir olgu değil. Yeni olan ekonomik aktörlerin diğer güç odaklarını tahakküm altına alması: Siyasetçiler, sanayiciler, medya patronları, askerler, düşünürler, akademisyenler, sanatçılar, din adamları…

 Karl Marx’ın Hayaleti

Daha önceki bölümlerde Kapital’den bolca bahsettik, hatırlayacaksınız. Komünizmin bitmemiş senfonisi olan bu devasa kitap bir ideolojinin temellerini atıyor tabi ama aynı zamanda Marx’ın fikrî seyir defteri gibi de okunabilir. Birinci cillteki Filozof Marx’tan üçüncü ciltteki Ekonomist Marx’a uzanan bir seyir gibi… Her insanın isyan etmesi gereken sömürüye, zulme isyan eden bir vicdanın sesini duyuyorsunuz; özellikle birinci ciltte. Ama işçilerin haline üzülen hatta kahrolan Marx ile birlikte bir de aklın sesini duyuyorsunuz. Olaylar ile arasına mesafe koyabilen, gözlemlerini Zaman ve Mekân çerçevesinde yerleştirebilen, 19cu asra hakim olmuşfikirlere pozitivizme (ki 21ci asırda hâlâ sürmektedir), maddeciliğe itiraz eden bir akıl. Tabi Marx da neticede bu “geminin bir yolcusu” ve sorduğu DOĞRU sorulara materyalist duruşundan kaynaklanan YANLIŞ cevaplar vererek devam ediyor yoluna. Bu mevzuları eski bölümlerde ele almıştık:

Ama Marx’ın hayaleti liberallerin kâbusu olmaya devam ediyor bir yandan. Neden?

Çünkü Kapital kuru kuruya yazılmış bir “istemezük manifestosu” değil. Çünkü Karl Marx günümüz solcuları gibi kolaycı ve ezberci bir insan değil. Meselâ yukarıda Edmund Burke’den aktardığım cümleyi Kapital’deki bir dipnotta görmüştüm. Marx yaşadığı coğrafyanın içine sürüklendiği çalkantıların farkında, çağının ve coğrafyasının kaygısını taşıyor. Gerektiğinde 1300’lere kadar geri giderek İngiltere ve Fransa’daki sermaye-siyaset ilişkilerini inceliyor. Kendisi ateist bir Yahudi olduğu halde İncil’de ve Hristiyan din adamlarının eserlerinde vicdanî mihenk noktaları arıyor. Bu bakımdan Kapital okumaları 21ci asrın hastalığı olan liberal totalitarizmi anlamak için gerekli çünkü Marx’ın gözüyle 1800’lerin Avrupasına bakmak bugünleri anlamak için büyük kolaylık sağlıyor.

Gelecek bölümde başta Karl Marx olmak üzere Arendt, de Tockeville ve Soljenitsin’in yardımıyla 21ci asrın içine sızmış olan 19cu asrı deşifre etmeye çalışacağız. Bir başka deyişle totalitarizmin “liberal” versiyonunu mümkün kılan fikrî ve vicdanî zemini anlamaya gayret edeceğiz. Ancak öncelikle tarihî anlamda “zemin katı” incelemek çok daha verimli olacaktır.

Kapital’i yeniden okumak…

İnsanların Para ve Teknoloji ile kurdukları sapık ilişkinin nasıl olup da LİBERAL TOTALİTARİZM’e dönüştüğünü anlamak için Marx’tan daha iyi bir yardımcı bulabileceğimizi sanmıyorum. Bu sebeple gelecek bölüme kadar okurları Kapital alıntıları ile başbaşa bırakıyorum. Koyu renk yazılmış konu başlıkları bana aittir. Kapital’deki paragrafların isimlerini parantez içinde belirttim. Bu bölümlerin seçilmiş olması iki noktaya dikkat çekmek içindir:

Halka hizmet etmek için kurulmuş devletin sermaye tarafından gasp edilişine dikkat çekmesi,

Yasama, yürütme ve yargının sermayenin hizmetine verilişini örneklendirmesidir.

 Bir başka deyişle bu metinler İyilik ile Fayda’nın ayırd edilmesine, ahlâken hatalı olan fiillerin, hırsızlığın, cinayetin “yasal” hale gelmesine dikkat çekmektedir.

Not: Koyduğum alıntıların bazıları Marx’ın Kapital’e başka eserlerden aktardığı metinlerdir, Marx’ın verdiği kaynakları köşeli parantez içinde belirttim. Konu başlıkları şöyle:

  1. Kamu borçlarının bir sömürü aracı olması
  2. Ekonomik sömürünün de bir cinayet olması
  3. İyilik ve fayda kavramlarının farkı
  4. Sendikaların “insan haklarına aykırı” ilân edilmesi
  5. Halka hizmet etmesi gereken devlet güçlerinin halka karşı kullanılması
  6. Sermaye – Şiddet ilişkisi
  7. Ahlâka aykırı fiilerin yasallaştırılması
  8. İnsanların devlet eliyle köle yapılması
  9. Halkın Ticaret ve Endüstriye kurban edilmesi
  10. Teknik ve Ticarî ilerlemenin tarım ve köylü üzerindeki etkisi

 

Liberal Totalitarizmin tarihi zemini ile ilgili alıntılar

(Kapital, Cilt I, Karl Marx)

Kamu borçlarının bir sömürü aracı olması

(MY: Marx’ın saptamaları ile günümüzdeki borç silahı arasında bir çok “teknik” fark var. Ayrıca Marx bir ekonomist değildi ve bazı tahlilleri basitleştirici, kestirmecidir. Ancak eleştirilerini çevirdiği yön doğru bir yöndür. Eksik olan “teknik” bilgidir.)

Köklerini daha ortaçağlarda Cenova ve Venedik’te bulduğumuz kamu kredisi, yani devlet borçları sistemi, manüfaktür dönemi sırasında, genellikle bütün Avrupa’yı sardı. Deniz ticareti ve ticaret savaşları ile birlikte sömürge sistemi, bunun için itici bir güç hizmetini gördü. Böylece de ilk kez Hollanda’da kök saldı. Kamu borçları, yani devletin yabancılaşması -bu devlet ister mutlakiyet, ister meşrutiyet ya da cumhuriyet olsun- kapitalist çağa damgasını vurdu. Ulusal zenginlik denilen şeyden, modern halkların ortak mülkiyetine gerçekten giren kısmı, bunların devlet borçlarıydı. Bunun zorunlu sonucu olarak, bir ulus ne kadar borçlu olursa o kadar zengin olur şeklindeki modern öğreti ortaya çıktı. Kamu kredisi, sermayenin kredosu oldu. Ve devlet borçlanmasının doğuşu ile birlikte, devlet borçlarına olan inançsızlık, kutsal ruha karşı işlenmiş, bağışlanmayan günahın yerini alır.

 Kamusal borçlanma, ilkel birikimin en güçlü kaldıraçlarından birisi halini alır. Bir büyücü değneğinin dokunması gibi, kısır paraya üreme gücünü kazandırır ve onu sermayeye çevirir; ve bunu, sanayide ve hatta tefecilikte kullanıldığında bile kaçınılmaz olan zahmet ve tehlikelerle karşı karşıya bırakmaksızın yapar. Devlet alacaklıları, aslında hiç bir şey vermemişlerdir, çünkü borç verilen meblaâ, ellerinde tıpkı nakit para gibi iş görmeye devam eder, kolayca devredilebilir devlet tahvillerine çevrilmiştir. Böylece yaratılan ve yıllık geliriyle geçinen bir aylaklar sınıfı ile, hükümet ve halk arasında aracılık eden bankerlerin aniden biriken servetlerini -ve gene, her devlet istikrazının büyük bir parçasının kendilerine gökyüzünden inen bir sermaye hizmeti sağlayan, vergi mültezimlerinin, tacirlerin ve özel manüfaktürcülerin zenginliklerini- bir yana bırakalım, devlet borçlanması, bir de, anonim şirketlerin, her türlü menkul hizmetler üzerinde yapılan işlemlerin, borsa oyunlarının, kısacası borsa kumarı ile bankokrasinin doğmasına yolaçmıştır.

Ulusal adlarla süslü büyük bankalar, başlangıçta, hükümetler yanında yeralan ve elde ettikleri ayrıcalıklar sayesinde, devlete borç verecek duruma gelen özel spekülatörlerin kurdukları şirketlerdi. Bu nedenle, devlet borçlarındaki birikmeyi ölçmenin en şaşmaz yolu, gelişmeleri, tam anlamıyla, 1694 yılında İngiltere Bankasının kurulmasından sonra olan bankaların hisse senetlerindeki birbirini izleyen artışlardır. İngiltere Bankası, hükümete, parasını %8’den ikraz etmekle başladı; aynı zamanda, Parlamento, kendisine, banknot şeklinde halka tekrar ikrazda bulunmak suretiyle aynı sermayeden para basma yetkisini verdi. Bu banknotları, ticari senetleri iskonto etmekte, mal üzerinden avans vermekte, değerli maden satınalmakta kullanabiliyordu. Çok geçmeden bankanın kendi bastığı bu kredi-para, İngiltere Bankasının devlete yaptığı istikrazın ve devlet adına kamu borçlarının faizlerinin ödendiği para haline geldi. Bankanın bir eliyle verdiğini öteki eliyle fazlasıyla alması da yetmiyordu; geriye alırken bile, yatırılan son şiline kadar gene ulusun ebedi alacaklısı olarak kalıyordu. Yavaş yavaş, ülkenin bütün biriktirilmiş madeni servetlerini kaçınılmaz olarak kendisine çeken bir yer ve bütün ticari kredinin çekim merkezi halini aldı. Bu bankokratlar, bankerler, rantiyeler, borsa simsarları, borsa kurtları vb. sürüsünün böyle birdenbire ortaya çıkışının, çağdaşları uzerinde ne gibi bir etki yarattığı, o zamanın yazılarında, örneğin Bolingbrok’un yazılarında görülebilir.

Devlet borçları ile birlikte, çoğu kez, şu ya da bu halktaki ilkel birikim kaynaklarından birini gizliyen uluslararası bir kredi sistemi doğdu. Böylece, Venedik soygun sisteminin kötülükleri, Venedik’in çöküşü sırasında büyük paralar ihraç ettiği Hollanda’nın sermaye servetinin gizli temellerinden birini oluşturmuştur. Hollanda ile İngiltere arasında böyle olmuştur. 18. yüzyılın başında Hollanda manüfaktürleri çok geride bırakılmıştı. Hollanda, ticarette ve sanayide ağırlığı olan bir ülke olmaktan çıkmıştı. Bu nedenle, 1701-1776 yılları arasında, özellikle büyük rakibi İngiltere başta olmak üzere dışarıya büyük miktarlarda sermaye ikraz etmek, yaptığı başlıca işlerden biri olmuştu. Bugün de, İngiltere ile Amerika arasında aynı şey olmaktadır. Bugün, Birleşik Devletler’de doğum belgesi olmaksızın ortaya çıkan sermayenin çoğu, daha dün İngiltere’de sermayeleştirilmiş çocuk kanı idi. (31ci Bölüm, Sanayici Kapitalistin Doğuşu)

 

Ekonomik sömürünün de bir cinayet olması

 “Kâfirler, tefecinin katmerli bir hırsız ve katil olduğunu aklın ışığı ile anlayabiliyorlardı. Biz Hıristiyanlar ise, bunlara öylesine bir onur veririz ki, yalnız paraları için onlara düpedüz taparız. Bir kimse bir başkasının rızkını yerse, çalarsa, elinden alırsa, bu adamı açlıktan öldürmüş ya da düpedüz katletmiş kadar büyük bir cinayet işlemiş olur. Tefecinin de yaptığı budur ve koltuğunda rahat ve huzur içersinde oturmaktadır; oysa, darağacında sallanmalı ve leşi, eğer üzerinde bu kadar eti varsa, çaldığı para sayısında kargalar tarafından gagalanıp didiklenmelidir. … Oysa biz, küçük hırsızları asarız. Bunlar zindanlara tıkılır, büyük hırsızlar ise altın ve ipekler içersinde kibirlenirler. İşte bunun için, bu dünyada, para delisinden, şeytandan sonra tefeciden daha büyük bir insan düşmanı yoktur, çünkü o, bütün insanlar üzerinde tanrı olmak ister.” [Martin Luther, An die Pfarrherrn, wider den Wucher zu predigen, Wittenberg 1540] (5ci kesim, Sözde emek fonu)

 

İyilik ve fayda kavramlarının farkı

 “Güzel giysiler giyip, süslen, yücelt kendini … ama her kim ki, verdiğinden daha çoğunu ya da dahi iyisini alır, bu tefeciliktir, ve hizmet değil komşuya yapılan kötülüktür, tıpkı hırsızlık ve soygunculuk gibi. Hizmet ve yarar denilen her şey, komşuya yapılan hizmet ve sağlanan yarar değildir. Çünkü, zina eden bir kadınla bir erkek de birbirlerine büyük hizmette bulunur ve zevk verirler. Bir süvari, yol kesmekte, tarlaları, evleri yağmalamakta yardımcı olduğu bir fesatçıya büyük hizmet etmiş olur. Papacılar bizimkilere, bunları bağlamadıkları, yakmadıkları ve hepsini öldürmedikleri ya da zindanlarda çürütmedikleri, ve ama hayatta bırakarak yalnızca ülkeden sürdükleri ya da ellerindekini almakla yetindikleri için büyük bir hizmette bulunuyorlar. Şeytan da kendi hizmetkârlarına paha biçilmez hizmette bulunur. … Özetle, dünya, büyük, kusursuz ve günlük hizmet ve yararlarla doludur.” [Martin Luther, An die Pfarrherrn, wider den Wucher zu predigen, Wittenberg 1540] (5ci kesim, Sözde emek fonu)

 

Sendikaların “insan haklarına aykırı” ilân edilmesi

 Devrimin ilk fırtınalı döneminde Fransız burjuvazisi, işçilerin elinden daha yeni kavuştukları dernek kurma hakkını geri alma cesaretini bulmuştur. 14 Haziran 1791 tarihli bir kararname ile, işçiler arasında kurulabilecek her türlü derneğin, “özgürlüğe ve insan hakları bildirisine karşı girişilmiş bir fiil” olduğu, 500 livre para cezası ve bir yıl süreyle yurttaşlık haklarından yoksun bırakma ile cezalandırılacağı ilan edilmiştir. Sermaye ile emek arasındaki savaşımı, devlet zoruyla, sermayeyi rahatsız etmeyecek sınırlar içinde tutmayı amaç edinen bu yasa, pek çok devrim ve hanedan değişikliğinden daha ömürlü olmuştur. Terör dönemi bile buna el sürmedi. Daha yakınlarda ceza yasasından çıkartıldı. Bu burjuva darbesi için gösterilen bahaneden daha karakteristiği doğrusu bulunamaz. Bu yasayla ilgili komisyonun raportörü Chapelier şöyle diyor: “Ücretlerin şimdikinden biraz daha yüksek olması … işçilerin gerekli yaşam maddelerini sağlayamamaktan ileri gelen ve neredeyse köleliği andıran mutlak bağımlılık durumuna düşmelerini önleyecek bir düzeyde bulunması, her ne kadar kabul edilebilir ise de, işçilere, kendi çıkarları konusunda bir anlayışa ulaşma ve neredeyse köleliği andıran mutlak bağımlılığı hafifletebilecek ortak hareket etme olanağı verilmemelidir; çünkü buna göz yumulursa eski ustaların ve şimdiki girişimcilerinin özgürlüklerini” ihlâl ederler ve eski lonca ustalarının despotluğuna karşı bir birlik kurulması -arkasından ne gelecek dersiniz!- Fransız anayasasının kaldırdığı loncaların yeniden kurulması demek olur. (28ci Bölüm, 15. Yüzyılın Sonundan Başlayarak, Mülksüzleştirilenlere Karşı Kanlı Yasalar. Ücretlerin Parlamento Yasalarıyla Düşürülmeye Zorlanması)

 

MY: Marx’ın eklediği Fransızca metnin Türkçe tercümesi ve aslı:

IV. Maddede şöyle der: “Eğer … aynı meslek, sanat ve işlere bağlı yurttaşlar, karar alır, aralarında beceri ya da çalışmalarının yardımına belirli bir fiyat verilmesini birlikte reddetmeye ya da yalnızca böyle bir fiyat verilmesine yönelen sözleşmeler yaparlarsa, sözü geçen karar ve sözleşmeler … anayasaya karşı, özgürlük ve insan hakları sözleşmesine aykırı. vb.”) olarak, yani eski tüzüklerdeki gibi, hainlik olarak ilan edilir.

 “si … des citoyens attachés aux mêmes professions, arts et métiers prenaient des délibérations, faisaient entre eux des conventions pour refuser de concert ou à n’accorder qu’à un prix déterminé le secours de leur industrie ou de leurs travaux, les dites délibérations et conventions … seront déclarés inconstitutionnelles, attentatoires à la liberté à la déclaration des droits de l’homme”;

 

Halka hizmet etmesi gereken devlet güçlerinin halka karşı kullanılması

17. yüzyılın sonunda, İngiltere’de, sömürgelerin, kamu borçlarını, modern vergi ve himaye sistemlerini kapsayan sistematik bir bütün meydana getirirler. Bu yöntemler, bazan, örneğin sömürge sisteminde olduğu gibi kaba kuvvete dayanırlar. Ama hepsi de, feodal üretim tarzının, kapitalist tarza dönüşüm sürecini yapay bir biçimde hızlandırmak ve bu geçişi kısaltmak için, devlet gücünü, toplumun bu örgütlenmiş kuvvetini kullanırlar. Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir. Zor, kendisi, bir ekonomik güçtür. (31ci Bölüm, Sanayici Kapitalistin Doğuşu)

 

Sermaye – Şiddet ilişkisi

“Quarterly Reviewer, sermayenin, kargaşalıktan, kavgadan kaçtığını ve ürkek olduğunu söylüyor ki, bu, çok doğrudur, ama sorunu pek eksik olarak ortaya koymaktadır. Sermaye, kâr olmadığı zaman ya da az kâr edildiği zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının söylenmesi gibi. Yeterli kâr olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır: yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insanal yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler. Kaçakçılık ile köle ticareti bütün burada söylenenleri doğrular.” [T. J. Dunning, Trades’ Unions and Strikes, 1860] (Kapital, Cilt 1, 33cü bölüm, Modern Sömürgecilik Teorisi)

 

Ahlâka aykırı fiilerin yasallaştırılması

Protestanlığın o asık yüzlü virtüozları, New England’lı Puritenler, 1703 yılında meclislerinin bir kararı ile, her kızılderili başı ve tutsak edilen her kızılderili için 40 sterlin ödül koydu: 1720’de kelle başına ödül 100 sterline yükseldi; 1744’te Massachusetts-Bay, belli bir kabileyi isyancı ilân edince, şu fiyatlar uygulandı: 12 yaş ve daha yukarısı erkek kafası için 100 sterlin, erkek tutsak 105 sterlin, kadın ve çocuk tutsak 50 sterlin, kadın ve çocuk kafası 50 sterlin. Birkaç on yıl sonra sömürge sistemi, bu geçen sürede isyankârca alışkanlıklar edinmiş dindar hacıbabaların oğullarından öcünü aldı. İngiliz kışkırtması ve parasıyla, bunlar, kızılderili baltaları altında can verdiler. Britanya Parlamentosu, vahşi av tazılarını ve kelle kesilmesini “Tanrı ile doğanin kendilerine ihsan ettiği kolaylıklar” olarak ilân etti. (31ci Bölüm, Sanayici Kapitalistin Doğuşu)

 

İnsanların devlet eliyle köle yapılması

“Derbyshire, Nottinghamshire ve özellikle Lancashire kontluklarında” diyor Fielden, “su çarklarını çevirebilecek akarsuların kıyılarında yapılan büyük fabrikalarda yeni icadedilen makineler kullanılıyor. Kentlerden uzak bu yerlerde aniden binlerce işçiye gerek duyulmuştur; o zamana kadar nispeten seyrrek nüfuslu ve kıraç topraklı Lancashire’da, özellikle şimdi, böyle bir nüfusa gereksinme var. En çok istenen de küçük çocukların ufak ve ince parmakları olduğu için, birdenbire ortaya, Londra, Birmingham, ve başka yerlerdeki çeşitli kilise işevlerinden çırak sağlanması âdeti çıktı. 7 ile 13-14 yaşları arasında onbinlerce küçük ve çaresiz yaratık kuzeye gönderildi. Âdete göre çırağını giydirmek, beslemek ve bir “çırak yurdu”nda barındırmak ustaya düşüyordu, çalışmaları izlmek için bir gözcü konuyordu: çocukları elden geldiğince çok çalıştırmak bunun çıkarınaydı, çünkü alacağı para, bunlardan sağlanan işle orantılıydı. Bunun sonucu, kuşkusuz, zulüm ve şiddetti. … Manüfaktür bölgelerinin çoğunda ve, özellikle korkarım benim memleketim olan yerde [Lancashire] fabrika patronlarına terkedilmiş bu masum ve kimsesiz yaratıklara yürek parçalayıcı zulümler yapılıyordu; aşırı çalıştırma yüzünden ölecek hale geliyorlar … dayak yiyorlar, zincire vuruluyorlar ve son derece geliştirilmiş en dehşet veriei yöntemlerle işkenceye tâbi oluyorlardı; … çoğu zaman dayak süresince bir deri bir kemik aç bırakılıyorlar … hatta bazan … intihara bile sürükleniyorlardı. … Derbyshire’ın, Nottingnamshire’ın ve Lancashire’ın herkesin gözünden uzak, güzel ve romantik vadileri, korkunç işkence ve çoğu zaman cinayet yuvaları haline gelmişti. Fabrikatörlerin kârları pek büyüktü, ama bu, yalnızca, onların doymakbilmez iştahlarını kamçılamaktan başka bir şeye yaramıyordu; ve bu yüzden fabrikatörlerin hiç bir sınır tanımayan kârlarını güvenceye almak için tutmak zorunda oldukları en uygun bir yoldu; “gece çalışması” denilen bir yöntem uygulanmaya başlanmıştı; bütün gün çalışan bir grup işçinin yerine gene bütün gece çalışacak başka bir grup hazır tutuluyor; gececilerin daha yeni kalktıkları yataklara gündüzcüler giriyor, gündüzcülerin kalktıkları yataklara ise gececiler. Lancashire’de yatakları hiç soğutmamak geleneksel bir uygulama oluyordu.” (31ci Bölüm, Sanayici Kapitalistin Doğuşu)

 

Halkın Ticaret ve Endüstriye kurban edilmesi

“Hıristiyan denilen bu soyun, dünyanın dörtbir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiç bir çağda, ne kadar yabanıl, ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiç bir soyda ra’slanamaz.” [W. Howitt , Colonization and Christianity: A Popular History of the Treatment of the Natives by the Europeans in all their Colonies] Hollanda sömürge yönetiminin tarihi -Hollanda 17. yüzyılın başta gelen kapitalist ulusuydu- “en görülmemiş türden ihanetlerin, rüşvetlerin, kırımların ve bayağılıkların tarihidir”. Bunların, Cava’da köle olarak kullanmak üzere giriştikleri insan hırsızlığından daha karakteristik bir şey olamaz. Bu amaçla insan hırsızları yetiştiriliyordu. Hırsız, tercüman ve satıcı, bu ticaretin başlıca ajanları, yerli prensler de, başlıca satıcılarıydı. Kaçırılan genç insanlar, köle vapurlarına gönderilecek duruma gelinceye kadar, Celebes’deki gizli zindanlara atılıyordu. Resmi bir raporda şunlar yazılı: “Örneğin Macassar’ın bu kenti, gözü doymaz bir hırsın ve zalimliğin kurbanı olan ve ailelerinden zorla koparılan, zincire vurulmuş talihsiz insanların doldurduğu birbirinden korkunç, gizli zindanlarla doludur.” Malaka’yı ele geçirmek için Hollandalılar Portekizli valiyi satınalmışlardı. Vali, bunları, 1641 yılında kente soktu. İhanetinin fiyatı olan 21.875 sterlini ödemekten kurtulmak için Hollandalılar hemen vali konağına gidip adamı öldürdüler. Adımlarını attıkları bu yeri kurutup, insandan yoksun hale getirdiler. Cava’nın bir eyaleti Bancuvangi’de 1750 yılında nüfus 80.000’in üzerinde iken, 1811’de 8.000’e indi. Tatlı ticaret! (31ci Bölüm, Sanayici Kapitalistin Doğuşu)

 

Teknik ve Ticarî ilerlemenin tarım ve köylü üzerindeki etkisi

Üzerinde çalışanların sayısında bir azalma olduğu halde, toprak, eskisi kadar ve hatta daha fazla ürün veriyordu; çünkü toprak mülkiyeti koşullarındaki devrimle birlikte, işleme yöntemleri gelişmiş, elbirliği ve üretim araçlarının yoğunlaşma derecesi artmış, tarım ücretli emekçileri daha sıkı bir biçimde çalıştırıldığı gibi, kendileri için işledikleri tarlaların alanı gitgide daralmıştı. Bu nedenle, tarımsal nüfusun bir kısmının serbest hale getirilmesiyle bunların daha önceki beslenme araçları da serbest hale gelmişti. Şimdi bunlar, değişen sermayenin maddi öğelerine dönüştürülmüştü. Mülksüzleştirilen ve yerlerinden atılan köylü, değeri, yeni efendisinden, sanayi kapitalistinden, ücret biçiminde satınalmak zorundaydı. Geçim araçları için söylenenler, yerli tarıma dayalı sanayi hammaddeleri için de geçerlidir. Bunlar, değişen sermayenin bir öğesine dönüştürüldüler. Örneğin, diyelim Frederick II zamanında hepsi de keten eğiren Westphalia’lı köylülerden bir kısmı zorla mülksüzleştirildi ve topraklarından atıldı, kalan öteki kısmı büyük çiftliklerde gündelikçi haline geldi. Aynı zamanda da bu “serbest birakılan” insanların şimdi çalışmakta oldukları büyük keten ipliği eğirme ve dokuma yerleri yükseliyordu. Ketenin görünüşü tıpkı eskisi gibidir. Tek bir dokusu bile değişmemiştir, ama içine şimdi yeni bir toplumsal ruh sızmıştır. Artık o, manüfaktür sahibine ait değişmeyen sermayenin bir kısmıdır. Eskiden onu eliyle yetiştiren ve ailesi içersinde eğiren çok sayıda küçük üretici arasında bölünmüş bulunan keten, şimdi, kendi hesabına onu başkalarına eğirten ve dokutan tek bir kapitalistin elinde toplanmıştır. Eskiden keten ipliği eğirmede harcanan fazladan emek, bir yığın köylü ailesinin fazladan geliri halinde gerçekleşir, ya da, diyelim vergi halini alırdı. Şimdi ise bu emek, birkaç kapitalistin, kârı olur. (30cu Bölüm, Tarımsal Devrimin Sanayi Üzerindeki Tepkisi, Sanayi Sermayesi İçin İç Pazarın Yaratılması)

 

 

 

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Tem 23, 2011 | Reply

    Bu yazıyı diğer yazı serilerden ayıran önemli özelliği, bugün küresel ölçekte karşılaşılan ekonomik krizlerin ve bunun yansımalarının yol açtığı kaosların tam da birer “kurtuluş reçetesi” gibi sunulan toplumsal dönüşüm ve değişim projelerinin sonucu olduğunun çok anlaşılır bir şekilde saptanmış olmasıdır. Zira bugün tüm dünyayı etkisi altına almış olan krizler, yerel ve uluslararası ekonomik buhranlar, ulusal sınırları aşmış müdahaleleler vb., her ne kadar var olan “değişim” dinamiklerinin kaçınılmaz sonucu gibi görünse de, bu dinamiklerin şekil alarak denetlenemez bir totalitarizme doğru evrilmesinin altında komünizm, liberalizm vb sistemler yatmaktadır. Daha anlaşılır bir ifadeyle, insanlığın bugün karşı karşıya kaldığı türlü tehditleri gittikçe denetlenemeyen bir canavara dönüştüren fikri altyapı, bu birer “çare” olarak öngörülen kapitalizm, komünizm, liberalizm ve benzerinin ürünü/sonucudurlar.
    Kısaca biri diğerine alternatif olarak ortaya çıkan bu iktisadi modeller, vazedilen yaşanılır bir dünya yerine maalesef bugün bir yer yüzü cehennemiyle sonuçlanmıştır…Komşularımız Yunanistan’ın, Irak’ın, Suriye’nin, İranın ve her bir coğrafyada farklı tezahür eden toplumsal kargaşaların üstü kazındığında altından, temeli 18 ve 19.yy’da atılan devrimler, ideolojiler, doktrinler vs çıkacaktır.

    Bu da şu demektir: Denenen bütün bu yollar gösterdi ki, ne komünizm, ne kapitalizm, ne de bugün küreyi etkisi altına alarak kuşatan liberalizm… ortalama yaşanabilir bir ‘dünya’ inşa etmeye yetmedi. Muhtemelen de yetmeyecek.

    Peki ne yapmalı? Bu, hayalkırıklığıyla sonuçlanmış ve umut vaderken türlü yıkımlar getirmiş sistemlerin yerine ne konmalı?
    Mehmet beyin her biri birer klasik değerinde olan yazı dizilerini feyz alarak her okuduğumda aklıma gelen soru budur. Aslında biraz aceleciyim. Makalelerin kronolojik dizilişi, denyimlendiği hasebiyle bu ideoloji ve sistemler arasında kurulan analojiden, binbir emek verilerek hazırlanan bu entelektüel çabanın elbet “çözüm” içeren bir muhteşem makaleyle sonuçlanacağını az çok tahmin edebiliyorum. Sabırsızlığıma yorulsun. Ancak O final yazısını dört gözle beklediğimi de duyurmak istiyorum buradan.
    *********
    Ve sevgili Mehmet bey bitmek tükenmek bilmeyen bu enerjiniz, bu göz nuru alın teriyle yoğurduğunuz araştırıcı çaba ve emekleriniz için binlerce teşekkürler.

  3. Yazan:Ahmet akkurt Tarih: Eyl 24, 2013 | Reply

    Güzel bi yazı dostum saygı ve büyüklük duyarak okudum

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin