RSS Feed for This Post

İnsan’ı devirmek için kökünden sökmek gerekir(2)

 

Hayatta en çok “kullandığımız” şeyler en büyük şeylerdir. Bunların alternatifi yoktur. Hayatîdir. HAVA, SU ve YER böyledir meselâ. Ama biz bunlardan mahrum kalmadığımız sürece farkına varmayız ve daha küçük şeyler peşinde koşarız. Para kazanmak için koşturup dururken üzerinde yürüdüğümüz, evlerimizi inşa ettiğimiz YER‘in farkında olmayız. Ta ki YER‘i YER‘inden sarsacak bir deprem olsun, üzerinde yürüdüğümüz YER‘in de bir nimet olduğu bize hatırlatılsın Tabiat tarafından…

Marx’ın yaşadığı dönemin en “YER SARSICI” icadlarından biri Amerikalı McCormick’in mekanik biçer-döveri oldu, sene 1831. Eskiden yüzlerce tarım işçisinin ekmek kapısıydı büyük bir çiftliğin hasadı. Ama artık hasad yapan bir makine vardı. İşçiye gerek yoktu. Bu tarım makineleri giderek gelişecek, Watt’ın buhar makinesiyle birleşerek daha da hızlanacaktı. Watt makinesinin gücünü köylülere ve patronlara anlatabilmek için at ile karşılaştırıyor, “beygir gücü” ifadesini kullanıyordu. Tabiat’ın beygiri artık bir canlı varlık, bir hak sahibi ya da bir nimet değildi. Beygir tek bir VASFINA indirgenmiş, FAYDA penceresinde Beygir = Güç olmuştu. Pozitivizmin ayak sesleriydi bunlar: İşçiler (=bazı İnsanlar) FAYDA penceresinde “üretim gücü” derekesine düşüyorlardı. Çünkü beygire FAYDA penceresinden bakınca insan da beygir ve makine ile karşılaştırılabilirdi. Büyük şehirlerde anonimleşecek olan insan köydeki kimliğinden sıyrılıyor, SOYUNUYOR, çırılçıplak kalıyordu.

İnsan’ın bir komşu, bir akraba, bir kul, bir hak sahibi olduğu unutulacaktı. Üretime katılma gücü, satın alma gücü, savaşma kapasitesi… Bundan sonra insanlar da giderek hepsinde ortak olan beşerî, nefsanî, hayvanî vasıflara indirgendiler. Birbirine rakip gibi görünse de liberalizm, faşizm ve komünizm gerçekte bu kusuru haizdir. Çünkü her üçü de aynı fikrî ve ahlâkî zemini paylaşır: Pozitivizm… ÖlçüleMEyen, sayılaMAyan değerleri hiçe sayarlar: Faydacı ve objektiftirler. Güzellik gibi Adalet de görecelidir, rölativisttir.

Ya İslâmcılık? O da öyle midir? Bkz. Dipnotlar(1) –

Kıyamet kopmuş gibi bir dünya…

Tabi bu YER’sizleşme her insan için aynı sertlikte olmadı. PARA’NIN TEK DEĞER OLMAYA BAŞLADIĞI bu yeni dünyada bazıları oldukça “şanslıydı”. Bilgisini, becerisini, toplumdaki şöhretini ya da sermayesinu kullanabilenler kendilerine refah adacıkları oluşturdular. Devrimleri ve dünya savaşlarını mümkün kılacak olan YER’sizleşme “Vasıfsız” insanlar içindi. Çünkü onlar maddî olarak en altta kalırken tıpkı “şanslılar” gibi maneviyattan da mahrum olacaklardı. “Büyük insanlık” dibi buldu 1800’lerde.

Peki kökünden sökülen bu insanlar ne oldular? Tarlalarını terk eden zavallılar bir anda şehirdeki fabrikaların “vasıfsız” ve anonim işçileri haline geldiler. Diğer işçiler ile değiştirilebilir, bir yedek parça gibi. Marx’ın Kapital’e dipnot olarak eklediği satırlardan öğreniyoruz ki işçiler patronlar müsade etmediği için kiliseye gidemiyorlar. Çocuklarına terbiye veremiyorlar. Endüstrileşme ile bilrlikte sokak çocuklarının sayısında büyük artış oluyor kentlerde. Yani ailesinin rızkını topraktan çıkaran ve kiliseye gidip hamd eden bir köylü yok artık. Patron izin vermediği için dua edemeyen ve ailesini zaten görEmeyen, barlarda, genelevlerde teselli arayan bir işçi sınıfı doğuyordu İngiltere’de.

Evet, bu endüstri kurbanları fabrikalardaki seri üretim, işbölümü ve uzmanlaşma sebebiyle saatlerce vida sıkarak ya da bir fırına kömür atarak çalıştılar, haftada 7 gün, günde 18 saat! “GEL-eneksel” hayatlarındaki bir marangoz ya da bir balıkçı gibi yaptıkları işten gurur duyamayacaklardı artık. (Bkz. Liberalizmin bireyleri intihara sürüklemesi meselesi, Liberalizmin Kara Kitabı)

 “Henry Ford, ünlü Model-T otomobili imal etmek için fabrikasında 7882 farklı operasyonun icab ettiğini söylüyordu. Ford’a göre bunların 949u kuvvetli işçilerin çalışmasını gerektiriyordu. 3448 operasyon için normal işçi lâzımdı. Kalan işlerin ise 670’si bacakları olmayanlar, 2637’si tek bacaklılar, 2’si kolu olmayanlar, 715i tek kollu insanlar, 10u da kör insanlar tarafından yapılabilirdi. Yani fabrikalardaki işbölümü sebebiyle artık tam insana bile ihtiyaç kalmıyordu. Sadece “insan parçaları” yeterliydi. […] Genellikle kapitalizm ile bağdaşlaştırılan bu durum, sosyalizmin de en temel özelliklerinden biridir, çünkü aşırı uzmanlaşan işçi ile tüketici/müşteri arasındaki bağın koptuğu her toplum doğal olarak bu noktaya varır. SSCB, Macaristan, Polonya, Doğu Almanya’daki fabrikalarda Çalışma Bakanlığı tam 20.000 tane farklı is kolu tanımlamıştır. Sosyalistler de ABD ve Japonya gibi fabrikalarında karmaşık uzmanlaşma teknikleri kullanmaya muhtaçtılar.”

[…] Bilim ilerledikçe ve buluşların teknolojik uygulamaları ekonomide yerini aldıkça iş kolları dallanıp budaklanıyor. Bunda elbette bir “kötülük” yok. Ama işbölümü gün geliyor “insan bölümü” oluyor Ford’un ifadesindeki gibi. Çalışan insanlar tıpkı bir hammadde gibi görülebiliyor patronlar tarafından. Bir katsayı, istatistik tablolarda bir kolon, kırılırsa atılıp değiştirilebilir bir makine parçası oluyor insan… Suç kimde? Kapitalizmde mi yoksa Toffler’in dediği gibi “üreten işçi ile tüketen müşterinin birbirinden uzaklaşmasında” mı? …”(Yeni başlayanlar için “Müslüman” Marx)

Karl Marx’ın hayatı adeta “büyük insanlığın” Tanrı’dan kopuşunun bir özeti gibi. Karl’ın babası Heinrich Yahudilere yapılan baskılardan yılmış vaziyette. Kiliseye gidip dört çocuğunu vaftiz ettiriyor, sene 1824. Aslında Hristiyanlığa inanmıyor baba. Sadece FAYDA/TEHDİT penceresinden bakıyor bu hadiseye. Ahiret’i terk etmek zorunda hissediyor kendisini… Dünya için. Aynı yıl ilk elektrik motorunun icad edildiğini öğreniyoruz. Ertesi sene 1825, İngiltere’de ilk demiryolu hattının kurulması. Tanrı’ya kulluktan “kurtulup” Devlet’te kulluk eden insanlar beygirden “kurtulup” buharlı trene kavuşuyorlar. Su geçirmez kumaşların, elektrik pillerinin, saatte 5000 gazete basan matbaanın (1851), 100 km hız yapabilen trenlerin dünyasında Tanrı’ya ayıracak ne vakit var ne de ihtiyaç. (Bkz. Şalgam Suyu Varsa Tanrı’ya Gerek Yoktur). Suç kimin? Tanrı’yı gereksiz kılan makinelerin mi yoksa Tanrı’yı bir FAYDA/ TEHDİT penceresinden gören (=görmeyen) insanların mı?

1800’lerden günümüze icad edilen ve yaygınlaşan ürünler olmadan bugün yaşamamız mümkün değil. İlaçlar, elektrik enerjisi, matbaa, trenler, modern şehirler… Fakat ne acayiptir ki kimyasal ve biyolojik silahlar,  makineli tüfek, atom bombası da bu zaman aralığında icad edildi. Trenlerle daha büyük ordular taşındı, telgrafla daha geniş cephelerin koordinasyonu sağlandı. Tarımsal ve endüstriyel üretim ticaret ile birlikte hızlanırken savaş da hızlandı. İnsan öldürmenin hızlı, ucuz, modern ve çağdaş yolları bulundu!

Ulus-Devlet bu devirde icad edildi. “Ulus” denilen geniş halk kitlelerinin beyni yıkandı matbaa ve millî eğitim” sayesinde. Her insan “asker doğdu” ilk defa Fransa’da (5 Eylül 1798). Irkçılık bu devirde icad edildi. Milyonlarca insan birbirlerine insan olarak değil siyah/beyaz/üstün ırk/aşağılık ırk vs gözüyle baktı. Teknik ilerleme İnsan’ın öznelliğini, subjektifliğini tahrip etti. Tanrı’dan kopuş İnsan’ı bütün insanlarda ortak olan beşerî vasıflarına indirgedi: Açlık, tokluk, barınma, sosyal yükseliş, cinsel arzu… Nazilerin Irkçı teorileri bu indirgemenin hemen hemen dibi bulmasıdır sanırım. Ten rengi, kafatası ölçüsü derekesine indirilen Eşref-ül Mahlûkat. Ne acı. Ne acı verici. Daha aşağısı var mı? Var. İnsan’ı pişirilip yenecek et derekesine indiren komünizm. (Bkz. Bir et parçası olarak komünist insanın kıymeti)

Bunun için kökünden koparılma hissi duyduk burada. Yıllarca dallarını göğe, köklerini YER’e sokan bir ceviz ağacına şöyle diyebilir misiniz? “haydi git buradan, artık YER’in yok. Aslında o “YER” hiç olmadı. Sen kendi kendini aldatmıştın. Bas git artık!” Kökleri ile yere tutunan bir ağacı DEVİR-emezsiniz. Ama ya sel vurup da toprağı sürüklemişse, ağacın kökleri açıkta ise, ağaç zeminsiz kalmışsa?

Bu yüzden zeminsiz kalan insanlık gibi tek tek insanlar da kendi ülkelerinde gurbetçi durumuna düştüler; hâlâ da düşüyorlar. Bu yüzden terk ettikleri köyleri, gelenekleri, akrabaları bu “Büyük İnsanlığa” korkunç bir ızdırap veriyor: Kökünden koparılma hissidir bu ızdırabın kaynağı. Sabahleyin güneş yükselirken “Dünya bir deniz, yemeyen keriz” diye hayata saldıran köksüz insan önce bütün maddî ihtiyaçlarını karşılıyor. Sonra gece karanlığında yalnız kalınca ” Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak ve her şey daha kötüye gidecek!” diye ağlayarak başına çekiyor yorganını. Etrafınızdakileri gözleyin. Bu “şizofrenik” yaşam tarzını sürdüren bir çok insan göreceksiniz. Yaratılış MaKSaD‘ına uygun bir insan OL-mayanların çareyi sahip OL-makta aradıklarına ŞaHiD olacaksınız. O uçurum yok mu ahh o uçurum! Satınaldıklarımızla, mevki ile, lüks otomobil ve konutla, yemek tarifleri ve son moda giysilerle bir türlü dolmayan o uçurum… (Bkz. Derin İnsan kitabı)

Bu şekilde 21ci asırdaki halimize bakarak 1800’lerin insanlarını anlayabiliriz. Sosyal güvenlik rolü oynayan arkadaş ve akraba bağlarından mahrum kalıyorlar ilk defa. Ekmeğini kazanma şekli değişti. Köyden kente geldikten sonra çocuklar kentli olurken ana-baba köylü kaldılar. Aile de yırtılıyor, aile kurumu aile olmaktan çıkıyor.

Vehmedilen YER’in yok olması

(=vehim oluşunun idraki)

Kirpiler ve İnsanlardan” bahsettiğimiz geçen bölümde kısaca özetlediğimiz HIZLI DEĞİŞİMLER bize kendimize dair bir gerçeği öğretti: Farkında olmadan istifade ettiğimiz soyut bir “YER” tasavvurunu. Bir başka deyişle bütün toplumsal ve ekonomik hayatın bu YER, bu ZEMİN üzerinde durduğunu öğrendik. Ama bu öğrenme yıkıcı bir öğrenme idi. O soyut zemini yok ettik. Bindiğimiz dalın ne işe yaradığını anlamak için onu kestik. Ve düşmeye başladık! Hâlâ da düşüyoruz. Yine bu düşme sayesinde öğrendik ki makinelerimiz ve paralarımız o imha ettiğimiz soyut zeminin yerini tutMAzmış.

Neydi o soyut YER’in kimyası? Hukukî düzen ile Teknik ve ticarî hayatın eklemlendiği GEL-enekler ve inançlardı. Geçmişten beri süre-GEL-en, öyle ya da böyle inanılan, korkulan, umut ve hayret edilenlerdi. Yıldırımları kim çakıyor? Yağmuru kim döküyor? Bazı şeyler bilinemezdi, yapılmazdı. Ayıptı, günahtı. Faiz, aç gözlülük ya da evlilik öncesi ilişkiye yeltenen birinin ayağı mı kırıldı? Oh olsundu. Tanrı cezasını vermişti işte!

Sevaplar ve günahlar ile ekonomik fayda ve zararlar hayalî bir şekilde bağlantılıydı. Veba salgını, kuraklık ve depremler Tanrı’nın gazabıydı. Günahkârların suçuydu bunlar; kiliseye, camiye gitmeyenlerin yüzünden oluyordu. Çok çalışan, çok şükreden çiftçi MUTLAKA iyi bir hasat yapacaktı. Dinler, batıl inançlar, gelenekler, alışkanlıklar, komşu hakkına, ana babaya, imparatora saygı ve Tanrı’ya iman iç içe geçmişti. Bu soyut zemin aslında Hakikat’in kendisi değil insanların ördüğü bir zemindi. Kâh dünya ipi, kâh Ahiret ipiyle örülmüş, sakat, hasta bir zemindi. Ama yetiyordu. Çünkü insanlar teknik olarak zayıftı. Bilemedikleri, yapamadıkları çok şey vardı. Bu yetersizlikleri, beceriksizlikleri sebebiyle kendi fikrî ve vicdanî zeminlerini imtihan edemiyorlardı. Bu şekilde geldiler 1800’lere kadar.

Ama artık çetin bir imtihan gelecekti. Asırlardır süregelen ataerkil zihniyeti, kadın erkek ilişkilerini, şehirleşmeyi, inançları, değer yargılarını, ahlâkî ölçüleri, üretim biçimlerini, adalet anlayışını, zenginlikleri paylaşmayı, savaşları, siyasetî… Sosyal bilimlerin konusu olabilecek ne varsa her şeyi bir asırda DEVİR-ecekti bu Teknik-ticarî devrim. Yerine hiç bir şey koymadan…

Sonuç

Giderek artan bu korku ve güvensizlik hissi artık bütün devrimlere ve dünya savaşlarına açık bir kapıdır. Faşizm, ırkçılık ve her türlü fanatizm bundan sonra gelecektir. İnsanlık ağacının kökleri sökülmüştür. Komünizm ya da faşizm… Ağaç devrilecek olduktan sonra sağa ya da sola devrilmesinin bir ehemmiyeti var mı ki? Fizikî dünya değil ama insanların zihni deprem sonrası bir şehir gibi. Ayakta duran, altına girip sığınılacak hiç bir şey yok. Kıyamet kopmuş, YER insanların ayaklarının altından çekilmiş sanki! Karl Marx’ın yazdığı Kapital’in birinci cildinde alıntıladığı mahkeme kararlarında, gazete haberlerinde bu durum adeta elle tutulur bir şekilde sunuluyor. Makineleşen tarım işsiz kalan yüzbinlerce tarım işçisini perişan ediyor. Köylerinden, ailelerinden kopan insanlar bir parça ekmek için her şeyi yapmaya hazırlar.

Bu “vahşi kapitalizm” yüzünden Marx’ın tabiriyle İnsan artık şeyleşiyor, bir meta, alınıp satılan bir hammadde oluyor. O dönemin edebî eserleri de bu sefaleti ve kurumsallaşan zulmü anlatır mükemmel bir şekilde, meselâ Oliver Twist (1838) ya da Sefiller (1862). Nazım Hikmet’in tabiriyle “Büyük insanlık” perişan bir halde. İnsan’ın icadı olan Para ve Teknoloji vasıtasıyla “oyunun zarları” yeniden atıldı. Bazılarına düşeş geldi, bazılarına hepyek. “Şanslı” sınıflar dışında kalan insan toplulukları bütün insanlarda ortak olan nefsanî vasıflara indirgeniyor: Açlık ve ölüm korkusu.

Zulüm yeni değil. Kölelik yeni değil. Ama artık zulüm endüstrileşiyor, devletleşiyor 1800’lerde. Geçmişte daha çok veba salgınları veya Haçlı istilaları sırasında görülen eziyet artık ZaMaN‘a ilişmiş. Yeni dünya düzeni (=kaosu) hasta değil, hastalığın bizzat kendisi olmuş: müZMiN eziyet. 21ci asırda Dünya savaşlarının bittiğini, insanların bir arada yaşamaya çalıştığı UYGAR/MEDENÎ/CIVILIZED bir dünyadan bahsedebilir miyiz? Gerçekte durum 1800’lerden daha kötü. Çünkü geçmişte köle olan “Büyük İnsanlık” diri olarak FAYDALI idi. hiç olmazsa diri halde tutuluyordu, yaşamaya hakkı (=gücü) vardı. Bugün ise ayaklarının altındaki petrolü çalmak için toprak üstünde gezen, ne Dow Jones’a ne de NASDAQ’a etkisi, PİYASA’YA KATKISI OLMAYAN insanların öldürülmesi daha FAYDALI. Dünya ekonomisi büyüyor, bilim ve teknoloji ilerliyor, toplam zenginlik artıyor. Ama dünya ekonomisine FAYDASI olMAyan insanların açlıktan ölmesi ya da düpedüz imha edilmesi ekonomik açıdan tercih edilen bir durum! (Bkz. Liberalizm ve ahlâk meselesi, Liberalizmin Kara Kitabı)

Peki bütün bu zulüm düzenine (=düzensizliğine) Karl Marx gibi isyan ederek bir devrim yapmak gerekir mi? Ya da 1800’lerde, 1900’lerde yapılan devrimler çare miydi? Hayır, değildi. Devrimler hataydı. Bugün “İslâmî” devrim düşü kuranlar diğer bütün devrimciler gibi hata içindedirler. Çünkü “meseleler, onları üreten zihin yapılarıyla ile çözümlenemez” (2) İnsanlar, özellikle de Müslümanlar karşılaştıkları kötülüklerin çaresini AKIL’da aramalıdır. Kötülük’ün cismanî tecellîlerine taarruz etmek çare olamaz. Kötülük’ün zıddı İyilik değildir… Üstelik kurumları, Para’yı ya da Teknoloji’yi “kötü” kabul etmek, güç ile erdem arasında AYNILIK bağı kurmak ancak hamakat olur.(3)

Bu sebeple “gözlerimi kaparım, devrim yaparım” demek zihin tembelliğidir. Bunun yerine “gözlerimi açarım, gerekeni yaparım” demek gerekir. Zira makalemizin başında insanların 2000 yıldır tepe tepe kullandıkları, kullana kullana bıkmadıkları BOZUK bir fikrî ve vicdanî zeminden bahsetmiştik. İşte teknik ilerleme ile bu zemin aniden KaHR oldu, insan tabiatının en korkunç veçheleri ZuHuR etti. Akıl sahipleri teNZiH yoluyla idrak ettiler ki gerçekte sevgiye, iltifata layık olan insan değilmiş. Onun kusurlarını Örten, SeTR Eden’miş.(4)

Dipnotlar

(1) Ya “İslâmcı” akımlar? Komünizm, faşizm ve liberalizm’in gölgesinde, sürekli yenilmenin verdiği aşağılık kompleksi ve eziklik hissiyle ne yapılabilirdi? Ne yapıldı? Makine’yi, Teknoloji’yi, Para’yı AKLEDECEK AYDIN CESARETİ gösterilmedi ne yazık ki. Kâh Güçlülere yaranmak için, bunlara endeksli, kâh direnmek için, tersinden endeksli biçimde, AKLIN ESERİ OLMAYAN, REFLEKS OLARAK DOĞMUŞ “çağdaş ve Müslüman” tepkiler… İslâmizm(ler) de ne yazık ki diğer pozitivist ideolojiler gibi İnsan’ın mutluluğunu İnsan’sız bir makine ile inşa etmeye talip oldular;  İnsan için, İnsan’a rağmen!

Müslüman aydınların ve siyasî liderlerin içinde debelenip durdukları Sosyalist-İslâm(!), Liberal- İslâm(!), Irkçı-İslâm(!), Ulus-Devletçi  İslâm(!) ve Devrimci- İslâm(!) yorumlarına baktığımızda bu çaresizliği ve hamakatı müşahede ediyoruz. Oysa mevcut siyasî tartışmaların müdahilleri ne yazık ki meselenin KÖK kısmına odaklanmıyorlar. Çok daha kolay ve rant getirici olanı yapıyorlar: Bir yöne devrilmenin ötekinden daha iyi olduğunu savunmakla harcıyorlar bütün enerjilerini.

(2) Albert Einstein

(3) Para’dan ve Teknoloji’den, kara kediden korkmak “sihirli” taşlardan medet ummak gibidir. Bu tür saplantılardan henüz kurtulMAmış olan insanları “normal” Müslümanlardan ayırd etmek için onlara “islamator” diyoruz. Bu konuda tavsiye okuma:

 

(4)  Hikem-i Ataiyye Şerhi (Ahmed Mahir Efendi)

Hak Teâlâ sen O’nu görmekten perdelisin. Zira eşyadan bir şey O’nu perdeleseydi O’nun varlığını kuşatmış olurdu. […] Kahir ancak Hak’tır, bilmiyor musun? Gözlere apaçık zâhir olan Hak Teâlâ örtülü değildir. Perdeli olan ancak nefsanî sıfatlarla sıfatlı olan insandır. (Cilt I, 34cü Hikmet, sf 78)

Ey mürid, sana ikram eden aslında sendeki setre ikram etmiştir. Bu yüzden hamd ve sena senin ayıplarını örten içindir. Sana ikram ve teşekkür eden ayıplı insan övülmeye ve teşekküre layık değildir. (Cilt I, 138ci Hikmet, sf 237)

Ey mürid, seni Hak’tan O’nunla birlikte olan bir şey perdelemedi: O’nunla birlikte bir mevcud vehmetmen perdeledi. […] bir nehir üzerindeki ağaç gölgelerinin gemilerin geçişini engelleyemediği ve geciktiremediği gibi Aşk ve Vahdet Deryası’nda görünen Kudret eserleri HAKK’ın şuhûduna hicab olamaz. […] Rüzgârın sesini aslan sesi zannedip çadırından çıkamayan adamı engelleyen aslan değil adamın vehmidir. (Cilt I, 141ci Hikmet, sf 240-241)

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:cb Tarih: Haz 21, 2011 | Reply

    Mehmet Yılmaz,

    sonuç bölümüne hayran oldum yazının… Hele başlık, bir daha bir daha okuyası geliyor insanın “İnsanı devirmek için köküneden sökmek gerekir”

    Sosyal-siyasi hayatı az biraz incelemeye başladığımızda tüm bu “ideolojik” başlıklarda örneklenmiş olumsuz gelişmelerin, siyasi&felsefi alana düşmeden de maalesef hayatın içine sirayet etmiş olduğunu görüyoruz, misal daha bugün abd yardımıyla israil ile gizli gizli görüştüğümüzü öğreniyoruz, sonra Mavi Marmara’yı geri çekiyoruz, savaşmak istemiyoruz ancak mazlumun yanında durmaktansa güce,ticari ilişkiye, faydacılığa, politik doğruculuğa heba ediyoruz insanlığımızı…

  3. Yazan:MY Tarih: Haz 21, 2011 | Reply

    Selam CB,

    walla adini görünce soguk terler döktüm “simdi kizacak devrim eestirisine” dedim 🙂

    neyse, Mavi marmara için fikrimi söylersem…

    yaw tabi ki stratejik olarak dogru olan taktik olarak yanlis olabilir ve tersi. Güç yozlastirir ama ilkeleri savunmak en kolayi. Zor olan pratik. “Komsusu açken tok yatan…” diye herkes hadis ayet ne bulursa yazar da kimse yazligini satip yetimlere ayakkabi almaz 🙂

    Bak mesela Libya konusunda Davutoglu’nu elestirenler neden sustular? Erdogan’in beyaz atina atlayip Trablus’u fethedemeyecegini hepimiz bilmiyor muyduk? “Zalim’e ses çikarmayan zulme ortak olur” diye bir sürü islamator köse yazisi okumustum Libya krizi basladiginda.

    ne oldu? NATO bombaliyor sivilleri, Afganistan’da keza. insansiz uçaklar çocuk öldürüyor. “insansiz” yani yakinda “aa bizim haberimiz yoktu” diyecekler Amerikalilar.

    Benim su makalede hatirlattiklarimi bilmiyor muydu bizim yerli islamatorlarimiz?

    Libya: Kâfirin silahıyla mücahid olunur mu?

    “Kâfirin(*) silahıyla mücahid olunmaz. Ama Hollywood filmlerine figüran olunur. Yönetmen abi “kamera stooop!” diye seslenince durulur. Ya da BlackWaters, Beni Tal, SAIC, Secopex, Meteoric Tactical Solutions gibi firmaların masasında meze olunur. Neden?

    Sovyet Rusya 1979 sonunda Afganistan’ı işgal ettiğinde 9 yaşındaydım. “Koskoca” bir dev küçücük bir Müslüman ülkenin üzerine çullanıyordu. Üstelik kötü adamlar “gomonist” idi. “Bizimkiler” ise Müslüman. Savaşın adı “Cihad” oldu, savaşanlar “mücahid”, ölenler “şehid”…

    Oysa Ruslar saldırmadan önce Afganlar birbirleriyle savaşıyorlardı. Müslümanlar din kardeşlerinin kanını döküyordu. 9 yıl süren işgal sırasında birleştiler ama eski kuyruk acılarını unutmadılar. Afgan direnişi büyük ölçüde Amerikan desteği ile örgütlendi. Tabi Müslüman ülkelerden de yardım geliyordu ama nihaî öge Amerikan malı stinger füzeleri oldu. Bunlar tek bir askerin kullanabileceği kadar hafif ve basit roketlerdi. Özellikle Sovyet helikopterlerini düşürmek için…” TAMAMI

  4. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Haz 22, 2011 | Reply

    Şeyleştirmeden bahsedince, “insan kaynakları” diye bir şey var, “human resources”. İnsanı kaynak olarak gören bir anlayış.
    İmaj dünyası… Prezentabl olsun elemanımız, tipi düzgün olursa daha çok mal satarız.
    MTV’de bir program vardı, kızcağız erkek arkadaşının hayran olduğu “star” a benzemek için bıçak altına yatıp aylarca acı çekiyordu. Ameliyat şişlikleri indiğinde kız, aynı o star’a benzemişti. Erkek arkadaşı ise bu arada başka kızlarla çıkmaya başlamıştı. Kozmetik ürünleri, estetisyenlere verilen paralar, diyetler, güzellik merkezlerine saçılan paralar hiç bu zamanda olduğu kadar çok olmamıştır herhalde. Görüntü odaklı bir hayat yaşamaya başladık. Kelimelerin bile anlamı kayıyor. Eskiden “cesaret” derken birinin can kurtarmak için kendi canını tehlikeye atmasını, ulvi bir amaç için hamletmesini anlardık; şimdi “cesaret” sözcüğünü duyunca filan mankenin dekoltesi geliyor aklımıza.
    Değerli bir hocamın tespitiyle, artık insanların “imajı bırakıp susuzluğunu dinlemesi” gerekiyor.
    Geçen bir arkadaşım da güzel yazmış: “Soğuk içiniz sözü doğru”, diyor. Dışımıza o kadar yoğunlaştık ki soğuttuk içlerimizi, samimiyetsiz, donuk kalplerle geziyoruz. Dışı hoş, içi boş insanlarız artık.

  1. 3 Trackback(s)

  2. Haz 25, 2011: İnsan’ı devirmek için kökünden sökmek gerekir(3) : Derin Düşünce
  3. Tem 8, 2011: Yanılmaz kehanetler: Marxist Propaganda(3) : Derin Düşünce
  4. Ağu 3, 2011: Liberal Totalitarizm(2):Adolf Hitler Reloaded! : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin