RSS Feed for This Post

Türkçe “Off” Ya Da Siyaset Meydanı “On”

Ben de birçok okur gibi anadilimin kullanımıyla ilgili kendimi geliştirmek ve kitabın arka kapağında yazdığı gibi biraz “eğlenmek” için Feyza Hepçilingirler’in “Türkçe Off” kitabını nihayet okudum. Biraz eğlenmediğimi, yeni birkaç şey öğrenmediğimi, doğrusundan emin olamadığım detaylarla karşılaşmadığımı söyleyemem. Ama kitabın, -özel bir şeyler bulacağıma dair- beklentimin bir hayli aşağısında kaldığını söyleyebilirim.
Bunun iki sebebi var: Birincisi, yazarın yazılarını ve bütünsel olarak bu kitabı, “kendini Türkçe olarak ifade etmekte” ciddi sorunlar yaşayan kişileri hedefleyerek yazmış olması. (Yani söz-sözcük-tümce kavramlarını birbirine karıştırabilen kişiler ya da Türkçenin konuşulduğu gibi yazılan bir dil olduğunu sananlar için diyebiliriz.) Bu yönüyle yazılanların ortaöğretimdeki öğrencilere fayda sağlayacağı kesin olmakla birlikte daha ileri konumdaki okur-yazar kişiler için fazla bir şey ifade ettiğini dile getiremeyiz.

 * * *

Murat Belge’nin, Hepçilingirler gibi dilin bu tür sorunlarıyla ilgilenenler için “Dil Zabıtası” dediğinin aktarıldığı sayfaya gelene kadar ben de benzer şeyler düşünmeye başlamıştım. Ama bununla ilgili bir isimlendirme yapmamıştım doğrusu. Sağ olsun Belge, güzel bir adlandırma yaparak bizi zahmetten kurtarmış…
Elbette dilin sorunlarının olması ve bu sorunların çözülmesi için çaba harcanıyor olması gayet doğaldır. Lakin çözüm önerilerinde tek bir perspektifin (genelde öztürkçeci ırkçılık açısının) dayatılması ve bu bakış açısı haricindekilerin aşağılanması hiç de doğal değildir. Çünkü doğal olan, canlı bir varlık gibi tahayyül edilen dilin “nabzı”nın objektif bir biçimde tutulmasıdır.
Örneğin bu nabzı halkın kullanımında aramak bir yöntem olabilir…
Şimdiye kadar içtenlikle ve dilin -hiçbir zorlama olmaksızın- kendiliğinden akışında “fax” cihazına “belgegeçer” diyen birisi nerede görülmüştür? Evet, böyle diyenler vardır. Ama bu kişiler kendini “dil konusunda hassas” zannettikleri için -ya da tersinden söylersek öyle oldukları için- böyle bir eğilime girdikleri bilinmektedir. Yoksa normalde onlar da bu cihazı tanımlarken, zihinlerinde “fax” diye tanımlıyorlar ama bunu dile getirirken “Türkçe”ye çeviriyorlar hemen. İnsan merak ediyor; aynı kişiler televizyon, cd, radyo, otobüs gibi kelimeler karşısında -damarlarındaki asil kana güvenerek- nasıl bir tavır takınıyorlar acaba?
Bence zorlanıyorlar sadece! Çünkü her halukarda dilin varlık sebebi olan iletişim, zihin tarafından sürekli kolaylaştırmaya açık bir şekilde çalışır. Bu yüzden sesler, harfler, isimler gibi “işaret”ler icat edilmiştir. İletişim gayesinin birer vasıtasından ibaret olan bu şeylerin hiçbirisi kendi başına birer anlam taşımaz. Bu yüzden bunlara da dinsel birçok olgu gibi kudsiyet yükleme çabası gereksizdir. İnsan tabiatının bir unsuru olan dili, “ses bayrağı” ilan edip vatanmilletsakarya meselesi yapıp, “milli bilincin yansıması” biçiminde ele alarak politikaya alet etmek anlamsızdır.
* * *
Zaten Hepçilingirler’in kitabına ikinci eleştirim de budur: Dil zabıtamız, aynen dediğim gibi dili salt iletişim vasıtası olmaktan çıkarmış ve “milli bilincin yansıması”na indirgeyerek hapsetmiştir. Bunu yaparken aktardığı milli hisleri bir yana, kitabını siyasi eleştiri, yorum hatta küfürlerle doldurmuştur. (En fena küfür de Çiller’e gitmiş!)
Mesela Abhazyalılarla diyaloglarından bahsettikten sonra, kitabın en sonunda “…anlasınlar küreselleşince dünyalarının kaç bucak olacağını!” diye yazmış.
Dünyanın bugünkü gerçeklerini görmemekte direnen kapalı bir ekonomi anlayışına sahip Kemalist ideolojinin milli duyarlılıklarına, Marksist ideolojinin kalıntılarını eklerseniz bundan daha iyi bir küreselleşme yorumu yapamazsınız. Başka yorumlar da var tabi: Sanki müellif; Gümrük Birliği, serbest piyasa ekonomisi gibi konulara eğilirken; Türkçenin sorunlarından bahsetme fırsatı buldukça bunları yazmış gibidir.
Mesela “Siz Kimsiniz?” başlıklı yazıda bırakın dilin sorunlarından bahsedilmesini, -lisan anlamında- dil kelimesi, Türkçe kelimesi dahi geçmez. Üstad oturmuş, önsözde “dilbilgisi kitaplarına alternatif” olarak sunduğunu iddia ettiği bir kitap yazmış ama içine üç sayfalık böyle alakasız bir yazı koymaktan da geri kalmamış. Eroinden, tarikattan, paşa hayatlardan, Batılılıktan, hurafeden ve daha nice şeylerden söz etmiş oysaki. Üstelik bunu yaparken memleket yorumlarını ince bir tarzda araya sıkıştırdığı izlenimi vermeye bile gerek görmeden kabaca yapmış.
Çünkü bu kitabın hedef kitlesi, etki çemberi kendini “açıkça” belli ediyor: Kendi ses bayrağını bile çat pat kıvırırken meydanlarda bayrak sallayarak ilerici olacağını sanan cahil kalabalıktan başka kim olabilir ki bunlar?

Trackback URL

  1. 7 Yorum

  2. Yazan:logic Tarih: Nis 16, 2011 | Reply

    Türkçenin konuşulduğu gibi yazılan bir dil olduğunu sananlar için diyebiliriz.

    bunu bir yerde daha okuduğumu hatırlıyorum. Türkçe okunduğu gibi yazılan bir dildir arkadaşım. istisnalar da bunu bozmaz!

  3. Yazan:sKaya Tarih: Nis 17, 2011 | Reply

    Öncelikle ismi geçen kitabı okumadığımı söyleyerek söze başlamalıyım. Yani ne kitabı savunabilirim, ne de yerebilirim. Ancak Alper Gürkan Bey’in kitap hakkındaki eleştirileri ile bir yorum yapma imkanına sahibim.

    Alper Bey’in anlatımından anladığım kadarıyla kitap dil meselesine kendi ifadesiyle “öztürkçeci ırkçılık açısı”ndan yaklaşmış ki, bence kabul edilebilir bir yanı yok. Genel anlamıyla da, Alper Bey’in kitap ile ilgili eleştirilerinin bir çoğunun haklı olduğuna dair bir his uyandı bende.

    Ancak, dil meselesi pek de yabana atılacak bir mesele değildir. Bunun vatan, millet, Sakarya edebiyatı ile ilgili olduğunu düşünmek ise bizi gaflete düşürebilir.

    Alper Bey’in de bu konuda pek etraflı düşünmediği kanaatindeyim. Niye mi?

    “İnsan merak ediyor; aynı kişiler televizyon, cd, radyo, otobüs gibi kelimeler karşısında -damarlarındaki asil kana güvenerek- nasıl bir tavır takınıyorlar acaba?”

    Yukarıdaki cümleden CD kelimesini çıkarın, altını rahatlıkla imzalayabilirdim. Ancak CD kelimesi bütün her şeyi altüst ediverdi.

    Uzun uzun bir dili dil yapan özellikleri, kurallarının olmasını falan anlatacak değilim. Ancak dil bir çorba değildir istediğiniz kelimeyi sokup çıkaramazsınız. CD kelimesinin (Sidi okunuş şekliyle) türk diline girdiğini farz edelim, (ki maalesef fiili olarak girdi) Türkçe imla kurallarına göre nasıl tanımlayacaksınız. İlkokul 1. sınıf öğretmeni olsanız çocuklara bu kelimeyi nasıl okuturdunuz. Arkadaşımın başına gelen olayı aşağıya aktarıyorum.

    “ Kızı 7 yaşındadır ,yeni okumayı sökmek üzeredir ve gazete küpürünü babasına okumaya çalışmaktadır.
    Ele geçirilen CD’lerin içinde …………

    Kız : Baba Cede ne demek?
    Babası : Kızım Sidi var ya, hani senin çizgi filmlerin filan.,
    Kız : Ha, baba Cede o mu? Niye öyle yazılıyor peki?
    Babası : Kem- küm
    Allah’tan baba-kız konuyu İngilizce anlaşarak çözebilmiştir.”

    Bu garabet, yerine geçerli bir ikamesi olmadığı için CD, DVD, VCD, Bluetooth vb. kelimelerle devam etmektedir. Bu durum tamamen kuralsız, keyfe keder bir dile doğru evrilmektedir. Birileri, tüm kısaltmaları İngiliz dil kurallarına göre yapacağız bundan sonra dese sorun yok, ama aşağıdaki kısaltmaları okur musunuz lütfen.
    ATV
    NTV
    Biri yerli diğeri yabancı televizyon kanalı olsa, yine nispeten kabul edebileceğim, ama birisinin, neden birine ATEVE diğerine ENTİVİ dediğimizin mantıklı bir açıklamasını bana yapması lazım.

    Bunun yanı sıra, bu kısaltmaları İngilizce okuma meselesi, kültürel bir hava atma şeklini almış durumda. Başımdan geçen bir olayı nakledeyim isterseniz:

    “İnternete bağlantımda problem yaşadığım için ilgili servisi aradım. Karşıma çıkan bayana ADSL (adesele) bağlantımda problem var dedim. Kız cevaben biraz da alaycı bir ses tonuyla, “Eydiesel demek istediniz sanırım. Ben “Yoooo, tam da adesele demek istemiştim. Orası bizim ülkenin Telekom’u değimli yoksa deyince, bozulur gibi oldu.
    Devamında, yardım etmeye çalışırken modemi resetlediniz mi, reboot edin tarzı direktiflerini hep düzeltmek zorunda kaldım” Tabi o kızcağızın suçu yok ona öyle alıştırılmış.

    Aynı mantık, para çekme cihazlarına (ATM) neden EYTİEM değil de ATEME dendiğini açıklayamaz. Yine halk arasında tam da İngilizce telaffuz edilmeye uygun olan ING Bank, AYENCİ değil de İNEGE Banktır. Ama HSBC Bank her daim EYÇESBİSİ Banktır. Benim garip Anadolu insanım sırf adını söyleyemediği için o bankaya para yatırmak istemez:)

    Ankara’da yaşayanlar bilir tek kelime İngilizce bilmez ama bu hafta sonu Ankamol’a gidiyoruz demek için ağzını eğer büker. Ben Ankamal dediğimde insanlar, küçümseyerek bakar. Ne hikmetse bütün yabancı dil kelimeler de İngilizce telaffuz edilmelidir. Formula-1’de yeni ünlenmeye başladığında spikerler ısrarla Michael Schumacher için Maykıl Şumaher derlerdi.

    Farkına varmadan İngilizce yarı resmi dilimiz olmuş. Girin devletin resmi kaynaklarına bakalım şu ülkenin ismi nasıl geçiyor.
    a. Cabo Verde (Portekizce)
    b. Cape Verde (İngilizce)
    c. Yeşil Burun Adaları (Türkçeleştirilmiş {Türkçe diyemiyorum})

    Cevap tabii ki B şıkkı. Oysa o ülkenin resmi dili Portekizce. Öyleyse ya orijinalini (A) almalıydık yada Türkçeleştirmeliydik. Size yeni bir soru daha, o ülkeden bahsetmek icap ederse nasıl söyleyeceğiz.
    a. Keyp Verdi
    b. Kape Verde
    c. Cape Verde
    d. Yahu ismini yeni duyduk bahsetmeyiverelim.

    Kayserispor’da bir futbolcu var/vardı. Mohammed Shawky diye. Tüm spikerler sırtında SHAWKY yazıyor diye ŞAVKİY aşağı ŞAVKİY yukarı. Oysa o bizim bildiğimiz ŞEVKİ’den başkası değil.

    İnsan bu noktaya kolay gelmiyor tabi, başıma gelen bir olayı aktarayım, hala utanırım.

    “Çeşitli ülkelerden misafirlerin geleceği bir toplantının ev sahibi konumundaydık. Yeni tanışanlar anlaşabilsin diye herkesin göğsünde ismi yazıyordu. Benim payıma Mr. MAHMOOD düştü, adam Araptı.
    Welcome Mr. Mahmood. (Velkam mistır MEAHMUUD) deyiverdim. (Bu arada İngilizceye acemi olmadığımı göstermek için aklı sıra Amerikan aksanı yapmaya çalışarak, o MEAHMUUD’u olabildiğince yavşatarak söylemiştim.
    Adam meğer Türkçe’de biliyormuş. “Benim adım MAHMUT, aynı Türk MAHMUT “ deyiverdi. Utancımdan kıpkırmızı oldum”

    Gençlik yıllarıydı işte. Yine bir İngilizle çat pat konuşurken BMW araçları için BİEMVİ dediğimde, önce anlamadı sonra BİEMDABILYU demek istedin herhalde, diyerek beni fena bozmuştu.

    Bu örnekler uzar gider. Dilimiz keyfe keder evrilmektedir. Keşke Ahmet Bey’in dediği gibi

    “Çünkü her halukarda dilin varlık sebebi olan iletişim, zihin tarafından sürekli kolaylaştırmaya açık bir şekilde çalışır.

    kuralı işleseydi.

    Şimdi şu EURO meselesi pek bir karın ağrısıdır. Kimisi ÖRO der, kimisi YURO, kimisi AVRO. Şimdi zihin için kolay olan hangisi? Nedense tüm Almanya kendi telaffuzlarıyla ÖYRO demeyi tercih ederken biz kıvranır dururuz.

    Bu noktada birleştirici bir güç kaçınılmazdır. Bu TDK’da olabilir medya da. Bazen Microsoft Şirketi bu işi hepsinden ileri seviyede yapmaktadır.

    Seksenli yılların başında, bilgisayarla yeni tanışmıştım, VIC-20 denen bir aletti. Bildiğimiz teyp kasetine yükleme yapıyorduk. Arkadaşımla bana okulun panosuna bilgisayarla ilgili bir şeyler yazma görevi verilmişti. O zamanlar bilgisayara bilgisayar pek denmez/yazılmazdı, kimisi Computer, kimisi Kompütür yazardı. Biz ne yazalım diye kıvranıp durmuştuk sonunda Kompütür yazmaya karar vermiştik. Bilgisayar kelimesini duymuştuk ama pek banal gelmişti bize.

    Allah razı olsun Microsoft’tan Türkçe Windows çıktı ve yaygınlaştı da, biz de Türkçe karşılığını bilmediğimiz için Directory, Path, Driver, Properties, Setup vb. yarı Türkçe yarı İngilizce konuşmaktan kurtulduk.

    Bu arada Bilgisayar kelimesi inanılmaz bir başarı öyküsüdür. Teknolojik bir kelimenin Türkçeleştirilmesindeki zorluklardan dem vuran tüm tezleri yıkar atar. Oysa doğru bile Türkçeleştirilmemiştir. Düşünün bakalım o alet Bilgi mi sayıyor? Yine de, dile kazandıranlardan Allah razı olsun.

    Buzdolabı örneği de ilginçtir. Elbise dolabı elbise saklamak içindir, ayakkabı dolabı ayakkabı, ama buzdolabında buz saklanmaz. Sanırım Almanca “Kühlschrank”tan esinlenilmiş, oysa bu işte Almanlar bizden daha deneyimli onlar “Soğuk Dolap” demişler. Yine de buzdolabı mükemmel bir Türkçe kelime bence.

    Bu arada televizyon, radyo, tren gibi kelimelere, hatta nesil varken jenerasyon, temaşa varken şov kelimelerine de itirazım olmadığını belirtmeliyim. Türkçe kurallara uygun yazılıp okunduğu sürece, bir şekilde yabancı dilden gelen kelimelere de kapım açık.

    Faks kabulüm ama fax olmaz, taksi kabulüm ama taxi olmaz. Yoksa farkına varmadan 200 harfli bir alfabemiz oluvermiş. Şimdiki alfabenin uygun olduğu konusu da bence tartışılabilir. Sanırım Azeri alfabesi daha gerçekçi yapılmış gibi duruyor. Ama bu tür değişiklikler delinmelerle değil köklü bir kabul ile gerçekleşmeli, yoksa kargaşanın önüne geçilmez.

    Öztürkçe çılgınlığıyla televizyona uzgöreç, aynaya bakaç denmesi tarzı abuklukları da hiç hazetmedim. Orta öğretimdeyken bazı hocalarımız sınavda CEVAPLAR yazarsak bize 0 vermekle tehdit ederlerdi, illa ki YANITLAR yazmalıymışız.

    Kısacası ifrad ile tefrid arasında bir yerlerde konumlanmalıyız. Ne her şeye buyur içeri diyelim, ne de illaki Öztürkçe olsun saplantısına kapılalım. Ama mutlaka dilin kurallarına uygun olsun.

    Dil meselesi hakikaten çok derin konu. Öyle üstün körü geçiştiriliverecek bir husus değil. Bu konuyla doğrudan ilgili olmasa da;

    “Allah rahmet eylesin” yerine “Toprağı bol olsun” (Eskiden gayrimüslümler için kullanılırmış)

    “Allahaısmarladık” yerine “Hoşçakal” (Ki güzel bir kelime) daha kötüsü “Bye bye”

    “Ramazan bayramı” yerine “Şeker bayramı” denmesi/dendirilmesi de üzerinde düşünülmesi gereken hususlardır.

    Ahmet Bey’e son eleştirim de şu cümlede olacak.

    Kendi ses bayrağını bile çat pat kıvırırken meydanlarda bayrak sallayarak ilerici olacağını sanan cahil kalabalıktan başka kim olabilir ki bunlar?”

    “Cahil kalabalık” yaftası, bu güzel yazı üslubuna yakışmamış. Bizim gibi düşünmeyenler illaki cahil mi olmalılar? Tıpkı seçkincilerin, ulusalcıların AKP’ye oy veren kitleyi makarnacı veya cahil sürüsü diye aklı sıra hafife almasına benzemiş.

    Herkesin kendince bir doğrusu vardır. Ancak şüphesiz doğrusunu Allah bilir.

  4. Yazan:a.g. Tarih: Nis 17, 2011 | Reply

    “Ancak, dil meselesi pek de yabana atılacak bir mesele değildir. Bunun vatan, millet, Sakarya edebiyatı ile ilgili olduğunu düşünmek ise bizi gaflete düşürebilir.
    Alper Bey’in de bu konuda pek etraflı düşünmediği kanaatindeyim.”

    Aslında düşündüğümü söyleyebilirim. Etraflı mıydı? Bu göreceli…
    Burada bir yer değiştirme yapalım. Cümleyi şöyle okuyalım: “askerlik meselesi pek de yabana atılacak bir mesele değildir. Bunun, vatan, millet, Sakarya edebiyatı ile ilgili olduğunu düşünmek bizi gaflete düşürebilir.”
    Bunu savunan birisi 17. Yüzyıldan günümüze kadar geçen süreçte kaybedilen savaşlarla toplumun düştüğü zor durumları özetleyerek askerliğin ne kadar önemli olduğunu, zorunlu askerlikle askerliği koşutlayarak savunabilir. Bu durumda karşısındakine düşünme alanı bırakmaz ve onun askerlikle zorunlu askerlik arasında bir illiyet bağı olmadığını dile getirmesine fırsat vermez…
    Aynı şekilde bugün Türkçe hakkındaki tartışmalarda bir paradigma dayatmasının söz konusu olduğunu düşünüyorum. Bu paradigma kesinlikle ulus-devletin değerlerinden doğmuş ve milliyetçilikle ifade bulan bir paradigmadır.
    Şunu düşünmek lazım: Osmanlı toplumunda acaba kimse “dilimiz, Arapça’nın etkisi altında sürünüyor…” diye bir eleştiri getirdi mi?
    Sanmam. Bu durum, Osmanlı entelijansyasının cehaletinden veya boşvermişliğinden mi kaynaklanıyordu? Hayır: Dilin ihtiyaçlarının Arapçaya temayül göstermesi kabul edilebiliyordu sadece.
    Arapçaya temayülün sebebi neydi? Tabi ki İslam: Oluşturulan edebiyat, düşünce ve bilim dilinin yoğunluklu olarak Arapça ve Farsçadan etkilenmesinde Kur’an, Kelam, Hadis, Fıkıh gibi ilim sahalarının varlığı ve önemi birinci etkendi. İhtiyaç bu yönde olduğu için dil, böyle bir etkileşime, başkalaşıma “kendiliğinden” tabi oldu. Bununla birlikte “sokak ağzı” diyebileceğimiz halk Türkçesi ise söz konusu düşünce-sanat-bilim diline nazaran daha az bir etki altında kaldı. Ama bunu derken, Anadolu’da saf bir Türkçenin hep yaşayageldiğini kim söyleyebilir?
    Örneğin Rum ve Ermenilerle iç içe yaşayan Anadolu halklarında azınlıklar ve gayri Müslimlerden alınan kelimelerle oluşturulan “argo,” acaba ne kadar Türkçeydi? Ya da kapitülasyonlarla artan uluslararası ticaretten sonra ilk defa görülen “ticari ürünlerin” dile etkisi ne olmuştur?
    Bu soruları cevaplarını araştırmış olduğum için değil, bize dilin safiyeti hakkında bazı ipuçları vereceği için soruyorum?
    Osmanlı toplumundaki dilsel etkileşim diğer tüm dillerde olduğu gibi Türkçede de “ihtiyaçlar istikametinde” gerçekleşmiştir. Halkın kendisi mahut dillerin tesirine ne ölçüde açık kalmışsa, dilini de o ölçüde değiştirmiştir. Bugünse, bu ihtiyacın sahasının farklı olduğu ortadadır: Latin alfabesine geçiş ve kavram uydurukçuluğu sebebiyle İslam’ın kitabi ve ilmi dünyasıyla rabıtanın sökülmesi, dilsel ihtiyaçların yatağını değiştirmiştir. Sonrasında özellikle bilişim ve iletişim teknolojilerindeki hızlı değişim ve bu değişime ayak uydurma gayreti, “ihtiyaçların” başka bir mecraya sürüklenmesine sebep olmuştur. İslam’ın entelijansyaya dayattığı dilden daha ziyade olarak özellikle günlük hayata, halka dayatılan değişim; doğal olarak “halk ağzı”nda epey tesir yaratmıştır: Yemek, içmek, sokakta gezmek, film seyretmek, internete bağlanmak… gibi sosyal hayatın sıradanlıkları, yeni teknolojilerin “biçimlendirme”sine maruz kalmıştır. Bu durumda cd, yine sididir; fax yine fakstır…
    Yani mesele, ihtiyaçları biçimlendiren gücün kendisidir. Ya bu güce sahip olursunuz ve dili siz biçimlendirirsiniz yahut da 1071’den beri olduğu gibi “doğal bir tabi olma”ya maruz kalırsınız. Çünkü dil, kavimler göçüne durmaksızın devam etmektedir…

  5. Yazan:sKaya Tarih: Nis 18, 2011 | Reply

    Alper Bey,

    Benim eleştirime cevaben yazdığınız, seviyeli ve içeriği doyurucu yorumunuz için öncelikle teşekkür ederim.

    Sizin meseleye bakışınızla benim bakış açım arasında, çok az fark var sanırım. Ama o az fark üzerinde halen ısrar ettiğimi de belirtmek isterim.

    Örneğin Rum ve Ermenilerle iç içe yaşayan Anadolu halklarında azınlıklar ve gayri Müslimlerden alınan kelimelerle oluşturulan “argo,” acaba ne kadar Türkçeydi? Ya da kapitülasyonlarla artan uluslararası ticaretten sonra ilk defa görülen “ticari ürünlerin” dile etkisi ne olmuştur?

    Şahsi görüşüm; o azınlıklardan alınan “argo” dahil tüm kelimeler tamamıyla Türkçedir. Ticaret vesilesiyle dile giren Avrupa kökenli kelimeler de sonuna kadar Türkçedir. Hatta ve hatta dilin zenginliğidir.

    Sanırım ilk yorumumda net olarak ifade edememişim. (Ki bu da benim problemim) Ancak benim bakış açımla problem, konuşma dilinin yazı diline, yazı dilinin de konuşma diline geçirilmesinden kaynaklanmaktadır.
    Benim SİDİ’ye itirazım yok, itirazım CD yazılıp sidi denmesine, benim “faks”a itirazım yok itirazım fax yazılıp faks denmesine.

    Bir X’den ne olur demeyin, ihtiyaç olmadığı halde (KS ile ifade edebiliyoruz) X’i keyfe keder dahil ederseniz, yarın dünya alfabelerindeki yüzlerce harfin önüne nasıl geçeceksiniz.? Örnek olarak Latin alfabesi kökenli Š,Ÿ,À,Á,Â,Ã,Ä,Å,Æ,Ç,È,É,Ê,Ë,Ì,Í,Î,Ï,Ñ,Ò,Ó,Ô,Õ,Ù,Ú,Û,Ü,ß karakterleri de elini kolunu sallayarak girsin mi? Böyle bir yazım tekniği müthiş bir karışıklık değil midir? Türk Halkı bir metin/özel isim içinde geçen bu harflerin nasıl okunduğunu bilmek zorunda mıdır? Neden İngilizcede (haklı olarak) Ç,Ş,Ğ geçen özel isimler İngiliz alfabesine uygun olarak yazılır?
    Bir önceki yorumum da belirttiğim gibi, Türk alfabesi ihtiyacı karşılamıyor, yeni bir alfabe düzenlemesine ihtiyacımız var derseniz, bunu anlayışla karşılayabilirim.

    Yorumunuzda pek de güzel ifade ettiğiniz gibi Osmanlı/Osmanlıca çeşitli zamanlarda pek çok farklı kültürden pek çok kelimeyi dile dahil etmiştir. Ancak bunlardan istisnasız hiç birisi yazım ve okunuş farklılığıyla bize miras kalmamıştır. Hatta Osmanlı/erken dönem T.C., o kelimeye dili dönmüyorsa döndüğü şekliyle diline sokmuştur. Telaffuzu çok zor MÜNCHEN, Münih oluvermiş, FRANCE, Frenk/Frengistan/Fransa olmuş, radyo, telgraf, parfüm olmuş,o meşhur büyük ünlü uyumu bozulmuş kardeş, anne, elma olmuş ama yine de hepsi TÜRKÇE olmuş, Türkçe yazılmış, Türkçe okunmuştur.

    Gönlüm bir önceki yorumumda belirttiğim gibi BİLGİSAYAR ve BUZDOLABI örneklerinin çoğalmasından yana, ancak televizyon, türbülans, kaset, futbol vb. kelimelere karşı da bir fanatikliğim olmaz.

    Yani mesele, ihtiyaçları biçimlendiren gücün kendisidir. Ya bu güce sahip olursunuz ve dili siz biçimlendirirsiniz yahut da 1071’den beri olduğu gibi “doğal bir tabi olma”ya maruz kalırsınız. Çünkü dil, kavimler göçüne durmaksızın devam etmektedir…

    Yine çok doğru bir tespit. Ama o güce sahip değiliz diye, yukarıda belirttiğim gibi kuralsız bir kabile diline doğru evrilmeye de gerek olmadığı kanaatindeyim.

    Saygılarımla.

  6. Yazan:a.g. Tarih: Nis 19, 2011 | Reply

    Sayın sKaya,
    Yazıya alaka gösterdiğiniz ve içten yorumlarda bulunduğunuz için ben teşekkür ederim.
    Sanırım ilk yorumunuzda ifade ettiğiniz düşünceleri son notunuzla daha da anlaşılır kılmışsınız. Yaptığınız vurguları, her iki yorumunuzu da tekrar okuyunca daha iyi anladığımı düşünüyorum.
    Türkçenin sözcük ithalatındaki elastikiyeti ve bunun müsbet oluşu konusunda hemfikir olduğumuz açık. Bununla birlikte yazım konusundaki hassasiyetinizin de –tarafımca- gayet anlaşılır olduğunu söylemeliyim.
    Bu konuda aslında daha geniş ve katılımlı münazaraların olması gerektiğini düşünüyorum. Aklıma gelen bir örneği de hemen paylaşayım. Şahsen fikriyatı ve siyasal tezleri ile arama mesafe koymayı tercih ettiğim, yazdığı çok güzel şiirlerine rağmen “İkinci Yeni Savaşı” gibi bir mücadeleye soyunmuş olması nedeniyle teoride hiç anlamlandıramadığım Attila İlhan’ın doğru ya da yanlış ama tutarlı olan yolunu değerlendirebiliriz: Bilirsiniz, merhum, özellikle batı kaynaklı kelimeleri dil içerisinde bir tür soyutlamaya tabi tutarak kullanırdı.
    Misal, “doğalcılık” diye Türkçeleştirilmesine rağmen natüralizm diye de kullanılan sanat akımını “naturalisme” şeklinde yazardı. Yahut; mécanique, organique…
    Bu nev’iden bir soyutlama, ileriki nesillerin bu kelimelere Türkçe karşılık bulmaları durumunda ortaya çıkabilecek bir ikiliğin önüne geçilmesi açısından bana tutarlı ve iyi bir tavırmış gibi geldi hep. Yani hemen bir uydurukça karşılık bulmak telaşı yerine bu yönteme meyledilseydi, eminim zaman içerisinde birçok sözcüğün yazımında özgün buluşlar doğmasına fırsat verilmiş olurdu. Örneğin, natüralizm yazımı bir süre sonra kendiliğinden doğalcılığa dönüşebilirdi. Ama açık söyleyeyim ki ben, kendiliğinden gelişim yerine hissettiğim dayatma nedeniyle yazacağım bir metinde “doğalcılık” kelimesinden vb. kaçınıyorum. Çünkü kendimi bir metin üretiyor gibi değil bir tür matematik yapıyor gibi hissediyorum…
    Bununla birlikte aynı tavrın CD, DVD, profil gibi örneklerde olduğu şekilde kökleşmelere neden olması da elbette ihtimal dahilinde. Ama işte bu noktada taksi, radyo, televizyon, parfüm gibi değişmiş örnekler sanırım dilin canlılığına ve dilin gerçek biçimlendiricisi olan –iddia edildiği gibi aydınların değil- halkın sağduyusuna tabi olmuş oluyor. Buradaki sağduyu ise bir tavırdan çok bir teveccühe işaret ediyor: Halk, “existansiyalism” veya egzistansiyalizm demekle uğraşmayacaktır; varoluşçuluk onu tatmin edecek ve bir kolaylık sağlayacaktır kanımca.
    Alfabenin ihtiyaçlarımızı karşılamadığı ve yenilenmesi gerektiği konusunda da sizinle hemfikirim.

  7. Yazan:Polat Topatan Tarih: May 5, 2013 | Reply

    Televizyon anlamında sınalgı sözcüğünün gittikçe yaygınlaşmasına ne diyorsunuz?

  8. Yazan:M. Çikiz Tarih: Ağu 14, 2018 | Reply

    Televizyon anlamında “sınalgı”, radyo anlamında “ünalgı” ayna anlamında “güzgü” gibi kelimeler mevcut. Bakaç gibi uydurma kelimeler ihdas etmek saçmalıktır.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin