RSS Feed for This Post

Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı (3)

Dans eden bir Tanrı mı dediniz?

“…Diyorsunuz ki “hayatın yükünü taşımak zor”. Neden sabah mağrur akşam ise itaatkârsınız? Hayatın yükünü taşımak zor ise siz de bu kadar “kolay” olmayın! Hepimiz bu yükle yüklenmiş birer eşeğiz. Üzerinde bir damla çiğ var diye titreyen gül tomurcuğuyla ortak neyimiz var bizim? Hayatı seviyoruz ama hayata alıştığımızdan değil, aşka alıştığımızdan. Aşkta her zaman biraz çılgınlık vardır ama çılgınlıkta da akıl vardır biraz. Benim için de -ki benim sevdiğim hayattır- benim için bile kelebekler ve sabun köpükleri ile insanlar arasında olup da bunlara benzeyen herkes sanırım mutluluğu ötekilerden daha iyi tanıyor. Bu hafif ve çılgın ruhları gördüğü zaman, bu sevimli ve hareketli olanları, Zerdüşt ağlamak ve dans etmek istiyor. Sadece dans edebilen bir tanrıya inanabilirim. İblisimi gördüğümde onu ciddi, ağır başlı ve şekilci, ritüelci buldum. Onun ağırlığı yüzünden düşüyor her şey. Onu öfkeyle değil gülerek öldürürüz. İleri! Öldürelim ağırlığı! Yürümeyi öğrendim, o andan beri kendimi koşmaya bıraktım. Uçmayı öğrendim, o andan beri kımıldamak için itilmem gerekmiyor. Şimdi hafifledim, şimdi uçuyorum, kendimi aşağıda görüyorum, şimdi bir tanrı dans ediyor içimde. Böyle buyurdu Zerdüşt…”  (Nietzsche, Böyle buyurdu Zerdüşt)

Birinci bölümde Kant ve Hegel arasındaki bir görüş ayrılığından istifade ederek MuRaD kavramına dikkat çektik. Derin Göz gibi kitaplarımızda genellikle resim sanatından istifade ediyoruz. Ancak Zaman’ı aradığımız bu yazıda muhtevasındaki Zaman’ın ZaHiR olduğu bir sanata çevirmek gerek gözlerimizi : Dans!

Su içmek için elimi masanın üzerinde duran bardağa uzatıyorum. Bardağı kavrıyorum, ağzıma götürüyorum, suyun soğukluğunu hissediyorum ağzımda, yutkunuyorum. Şimdi dans ettiğimi hayal edin, koreografinin bir yerinde su içiyormuş gibi yapmam gerek. Yukarıda saydığım hareketleri yapıyorum ve seyircilerimin “içinde” su içerek serinleme hissini uyandırıyorum. Ne oldu?

Gerçekten su içmek ile SEYİRCİ ÖNÜNDE su içiyormuş gibi yapmak arasında ciddi bir fark var: Sanat’a dahil olan hareket -ki hiç bir hareket Zaman’sız varolamaz- artık fayda amaçlı değil. Hareketin kendisi amaç, maksat, istenen, özlenen şey. Dans ederken de hareketin kendisi MuRaD! Dansta hareketin kendisi YARATI(LI)Ş, Dansta hareketin kendisi Zaman Kâğıdı’na yazılan yazı!

Kimdir/nedir Nietzsche’nin “dans eden Tanrı” diye bahsettiği varlık? Yaşama coşkusu? Sanatsal yaratıcılık hissi? 18-19cu asır Alman İdealizmi’ni bir parça incelemiş olanlar Nietzsche’nin Tanrı-Dans kavramının Hinduizm’in Tanrısı Şiva’dan esinlenerek ihdas edilmiş olduğunu öne sürebilirler (1). En üstteki sağ elinde Zaman’ı temsil eden, kum saati biçiminde bir tambur tutan Şiva’yı kasdediyorum. Hinduizm’e göre Şiva’nın tamburu Zaman’ın ritmini (Sanskritçe “maya”) veriyor bir kalp atışı gibi. Şiva’nın dansı yaratıcı ve yıkıcı, oldurucu ve aynı anda yok edici bir dans. Şiva’nın Sıfatlarından biri Zaman (Sanskritçe “Kala”). Yıkıcı yaratıcılık gibi bir çok kavram o dönemin Alman düşünürlerine aşina olan okuyucularımıza yabancı gelmeyecektir sanırım. Geçelim.

İnsan aklı Zaman’ı anlayabilir mi?(1) isimli makalemizden hatırlayacaksınız, Nietzsche’nin yukarıdaki satırlarında işaret ettiği zıtlıklar ve Hinduizm’de karşılığını Tanrı Şiva’nın Zaman semboliğinde bulan Varlık-Yokluk ekseninden daha önce bahsetmiş, bu olguya Tutkal-Bıçak adını vermiştik:

“…Bir İÇ ve bir DIŞ kalacak şekilde ikiye ayırmak söz konusu. Bir öteki, bir “alterite” oluşturuyor bölme eylemi. Neticede Siyah beyaza, uzak yakına borçlu değil mi varlığını? En azından biz insanların ALGILAMA ile çevrili olan aklı bir şeyin var olduğunu anlamak için onun zıddına muhtaç. Aslında hem zıddına ihtiyacımız var hem de iki zıt şeyi ayıran fizikî veya aklî hududa. Sözgelimi “deniz” ve “kara” varsa aralarında bir de kıyı şeridi, bir kumsal veya bir rıhtım var değil mi? İşte bu kıyı, bu ayırma bölgesi, bu sınır(lar) tarif ediyor burada anlatılan “Zaman” algısını.Tahmin ediyorum yine bu sebeple Varlık ve Zaman (Sein und Zeit) adlı devasa eserinde Martin Heidegger Zaman’ın bu Tutkal-Bıçak etkisine şöyle işaret ediyor:

“Zaman varlığının Hakikat’i dünyevî bir şey olması değildir. Ontolojik ayrımın müşahede edilebilir biçimde kendini bize gösterdiği  ufuk çizgisidir.”

Biraz açacak olursak:  MUTLAK olarak var olanları meselâ ilk harfi büyük yazılmak üzere İnsan‘ı müşahede edemeyiz. İnsan vardır ama bu varlık akl-ı meaş ile kavranamaz. AŞ, iŞ ve eŞ bulmamızı sağlayan, iemizi temin etmeye yarayan Akl-ı Meaş’ın kapsama alanı dışındadır bu anlama. Evinin damına çıkmak için kullanılacak bir merdiven elbette Ay’a seyahat için kullanılamaz. Her ne kadar Merdiven de Uzay Mekiği gibi insanları “yükseltmeye” yarayan bir alet olsa da…Oysa İnsan‘ın müşahedeye açık bir biçimde, zamansal ve mekânsal olarak ortaya çıkması, insanların, insanlığın tarih ve Kâinat içinde var olması elbette bilimsel olarak, objektif olarak anlaşılabilir. Hatta ölçülebilir, bilime, teorilere, senaryolara konu olabilir. İşte Heidegger’e göre Tutkal-Bıçak olarak Zaman’ın varlığı “Mutlak varlıklar “ile “Müşahede edilebilir varlıklar” arasındaki bir hudut,  bir köprü, bir kopma ve birleşme noktası olarak akledilebilir, kavranabilir. Bu bağlamda Zaman’ın bize geçiyormuş gibi gelmesi faydalı ve gerekli bir vehim. Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri’nin deyimiyle Zaman bir vehim, bir “aldanma” bile olsa faydalı ve gerekli bir illüzyon:

“[…] Öyleyse gerçekte vakit kâmil kişiye göre sürekli birleştirme ve ayırmadır. İnsanların bir kısmı özel olarak cem’de ayrımı görürken ayrımın birliğini görmezler. Böylelikle bunun vaktin kendisi olduğunu zannederler. […]”(Fütûhât-ı Mekiyye Cilt IX,  sf. 359)

Nietzsche’nin (ve tabi Şiva’nın) “dansı” sayesinde bir kez daha görüyoruz ki Sanat doğanın taklidi değildir, sanatçı doğadaki renk, ses ve şekilleri kullanıyor ama maksadı DIŞ DÜNYAYI resmetmek değil. Sanat gayreti yapay, “ARTificial” olarak çıkıyor yola ama Gerçek’ten daha gerçek bir şeye, Hakikat’e ulaşmaya çalışıyor. Yani “dışarıdaki” bir şeyi kopyalamak için değil içerideki bir şeyi dışarı vurmak için yapılıyor Sanat.

Resim ya da tasvir olup da sanat olMAyan şeylere objektif temsillere bakarak da bu hakikat anlaşılabilir:

  • 1) Trafik tabelaları,
  • 2) İştah açmak için hazırlanmış yiyecek resimleri,
  • 3) Tüketim amaçlı görseller…

Not: Gelecek bölümlerde bu objektiflik konusuna yeniden döneceğiz. Geçen üç bölümde sanat vasıtasıyla gözlerimizi daha etkin kullanmanın yollarını aradık. Gelecek bölümlerde Ölü‘ye ve Ölüm‘e bakarak Zaman’ı görme çabamızı yoğunlaştıracağız.

 

Dipnotlar

Metaforlarla, şiirsel dille yazılan bütün metinler gibi yoruma açık bu satırlar… Tabi sadece ilk bakışta. 18. yüzyıl’ın sonları ile 19. yüzyıl’ın başları arasında gelişen Alman idealizmiyle ilgilenmiş olan okurlarımız için durum biraz daha net: Kant, Schelling, Herder, Schlegel, Schopenhauer, Hegel gibi isimlerin taşıdığı bu akımın takipçileri Doğu Asya dinleriyle çokça ilgileniyorlar. Hinduizm, Budizm vb inanç/felsefe sistemlerinde bir  “öteki” görüyorlar, psikanalitik anlamda tam bir “alterite“. Yani Batı Avrupa’nın benimsediği şekliyle Hıristiyan inancında ne yoksa “ötekilerde” var. Bu aslında Asyalı dinlerin derinlemesine bir keşfi değil, daha çok sanal bir inancın bir inşa süreci. Tıpkı fanatik feministlerin bütün erkekleri “aptal / kaba / saldırgan” ilân etmesi gibi bir süreç. Ancak Doğu Asya dinlerine yönelik önyargılar daha çok merak ve hayranlık şeklinde. Avrupa’nın manevî ihtiyacını doyurma potansiyeli görüyor Alman düşünürler bu dinlerde. Peki neden böyle bir süreç başlıyor ve neden o yıllarda? Bu zemini hazırlayan bir kaç faktör var:

  • 1. Fransız devrimciler Tanrı’nın gölgesi sayılan kralın kafasını uçurmuşlar,
  • 2. Kilise baskısı Avrupalı Hıristiyanları bezdirmiş,
  • 3. Martin Luther’in mirası taptaze, Vatikan’a şüphe ile bakılıyor,
  • 4. Teknik ilerlemeler sebebiyle dinî Hakikat‘in yerine bilimsel kesinlik ve ölçülebilirlik konmuş, Batı kelimelerini kaybetmeye başlamış. (Bkz. Descartes ve Galileo),
  • 5. Tanrı’sız, objektif ve bilimsel bir maneviyat arayışı var, iyi / güzel ve doğru adına iş yapmak için Cennet ve Cehennem dışında gerekçeler aranıyor,
  • 6. Dünyevîleşen Avrupalı için ölüm rahatsız eden bir düşünce olmuş, ölümü dışlayan veya reenkarnasyon gibi çareler(!) üreten inançlar aranıyor.

(Bu düşünce krizinin bir benzerini yaşadık Türkiye’de, durumu özetleyen Çirkin Cumhuriyet ve Mânâ’sız Maneviyat okunabilir)

Nietzsche de bu rüzgârlardan payını almış gibi görünüyor. Nietzsche sayesinde felsefeye kanat açan teolog Paul Deussen Sanskritçe biliyor ve Doğu Asya dinleri konusunda uzman. Bu yakın dost ile uzun uzun tartışan, bilgilerinden istifade eden Nietzsche kendi felsefesini de bu kaynaktan besliyor.

Trackback URL

  1. 1 Trackback(s)

  2. Ara 15, 2010: Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı (6) : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin