RSS Feed for This Post

Şalgam suyu varsa Tanrı’ya lüzum yoktur

Zaman’ın başladığı zaman ne zamandı?

Geçen yaz Türkiye’ye geldiğimde bizim bakkal yolumu kesti:

  • – Mehmet abi yau, sen Fransa’da ne iş yapıyorsun?
  • – Mühendisim.
  • – Hah, iyi ki geldin yau, şu bizim yazar kasa bozuldu, servisi çok para istiyor yau, bir bakıversen yau?
  • – Usta yazar kasadan anlamam ben, kaş yaparken göz çıkarmayalım akşam saati.

Yüzüme öfke ile acıma arası öyle bir bakış fırlattı ki. “Gözlüğünden utan! Yazar kasadan aNNNNamayan mühendizi neyleyim?” der gibilerinden.

Nedense böyledir bu işler. Bir işten anlıyorsanız her işten anlamanız hatta uygulamasını yapmanız istenir. Bazen bir mankenin Kıbrıs konusunda beyan ettiği fikirleri manşet yapıyor gazeteler. Yahu kadın sırtında elbise taşıyarak para kazanan bir tip. Ayaklı vitrin! Tarihçi değil, diplomat değil. Ne alakası var?(1)

 Bilimcilik başka şey, bilimsellik başka

Eylül başıydı zannediyorum, Büyük Tasarım (The Grand Design) adlı yeni bir kitabın reklâmı yapılıyor: “Dünyanın en zeki insanlarından Fizikçi Stephen Hawking’e göre Tanrı’ya gerek kalmadı”. Hayda ne alaka? Bu ne tuhaf bir tanrı ki var olmak için beşerî bir gerekçeye muhtaç? Ve ne zamandan beri Tanrı bilimin konusu oldu? Tabiat bilimleri “NASIL?” sorusuna cevap verir. “NEDEN?” sorusu ise dinî, felsefî tartışmaların konusudur. (2)

Tanrı’ya inanmayan yani yaratan bir Özne’nin olmadığını düşünenler için yaratılış zaten yoktur ve varlık bir iradenin sonucu değildir yani varlık (ve İnsan’ın varlığı) doğal olarak maksatsızdır. Peki felsefenin ve dinin konusu olan Tanrı’yı şimdi neden fizikçiler araştırıyor? Vatikan’ın papası Ratzinger nikâh kıymaya gitti de dükkânı Stephen’a mı bıraktı?

Bir başka gariplik de şu ki kitap hakkında röportaj yapan gazeteciler fikrî zemini sorgulamak yerine Hawking’e gaz veriyorlar. “Peki şu nasıl oluyor? Peki bu nasıl olacak?”. Hawking ise robot sesin soğuk kanlılığı ile cevaplıyor. Adeta gelecekten gelen üstün bir insan… Hatta gelecekten bile haber veriyor. Peki ne söylüyor Hawking tam olarak?

“…Yerçekimi gibi bir kanun var olduğu için Kâinat kendi kendini hiçten, yoktan yaratabilir ve yaratacaktır. Dışarıdan bir etki/yardım olmaksızın yarat(-ıl)ma hiçlik/yokluk yerine bir şeyin var olmasının sebebidir, Kâinat’ın ve bizim NEDEN var olduğumuzun cevabıdır. Kâinat’ı başlatmak için bir ilk sebep olarak Tanrı’ya gerek yoktur. […] Tanrı’nın yokluğu ispat edilemez ama bilim Tanrı’yı gereksiz kılar. Dünyamız Fizik Bilimi tarafından yaratılmıştır.”[ Bkz. İngilizce orijinal metin (3) ]

Baruch Spinoza Deus sive Natura (= “Tanrı yani Tabiat”) diyordu, Stephen Hawking “Tanrı yani Fizik” dediğinin farkında mı? 

Filozofların binlerce yıldır sordukları “nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Neden varız?” gibi sorulara Tanrı’sız bir cevap vermeye çalışmış filozof Hawking. Ama özde yeni bir şey yok. Asırlardır Dehrîlik, Ateizm, Materyalizm, bilimcilik ve Pozitivizm gibi etiketlerle karşımıza çıkan hep aynı felsefî duruş bu. Ne yazık ki Ateist mirasa yeni bir şey de katmıyor İngiliz filozof. İmansızlık imanı diyebileceğimiz o iki bin yıllık kısır döngüye hapsediyor kendisini:

  • Fizik kendi kendini yarattı,
  • Fizik yaratılmaya muhtaç değildir,
  • Fizik eksi sonsuzdan artı sonsuza kadar vardır,
  • Fizik kimseye muhtaç değildir, her şey Fizik’e muhtaçtır.

İhlâs Suresi’nde ilâhî isimler yerine Fizik kelimesini yazarsanız zaten buna benzer bir şey bulursunuz. Aslında Filozof Stephen Tanrı’yı tefekkürle bulmuş ama ona “Fizik” adını vermiş. Hatta bir de Kıyamet günü tasarlamış. “Uzaya taşınmazsak yok oluruz!” diyor. Yani Ahir Zaman’da bulunuyoruz. Kıyamet yakın (100-200 yıl). Fizik Tanrısı’nın razı olacağı şekilde O’na hizmet edin, uzaya taşının, râtal müstakîm‘den ayrılmayın, Mâliki yevmiddin olan Fizik Tanrısı’nın gazabından kurtulun. Ve leddâllîn Amin!

Evet… Biraz İhlâs Suresi, biraz Fatiha derken… Bilimin, bilimsel şüphenin ruhuna da el Fatiha! Filozof değil bir rahip demek lâzım Hawking’e çünkü artık bilimle, bilimsellikle bir ilgisi yok söylediklerinin, bal gibi bir amentü bu. (Bkz. Mustafa Akyol’un makalesi: Stephen Hawking’in de Tanrı’sı var)

Şalgam suyu vardır, öyleyse Tanrı’ya lüzum yoktur

Rahipler, bilgisayarcılar, ve fahişeler gibi fizikçiler de “Tanrı vardır/yoktur” diyebilirler. Ama bunu fizik adına, bilimsel soslarla sunmaları, kişisel inançlarını bilimsel bir bulgu gibi yutturmaları biraz … nasıl diyeyim, biraz çirkin bir hareket olmuş. Yani Hawking bilimi, bilimsel bulguları ateizme alet etmek yerine Fransız fizikçi ve filozof Etienne Klein gibi samimi sorgulamalara girebilirdi. (Bakınız Zaman konusunda yayınladığımız çeviri: Fizikçilerin Zaman’ı)

Aslında herkes serbest dinî ve felsefî sorgulamalar yapmak konusunda. Yani Urfalı bir kebapçı da “Biberden ağzım yanınca “ALLAH” diye bağırıyordum ama şalgam suyu daha iyi geliyor, Tanrı’ya gerek kalmadı” diyebilir. Var böyle bir serbestlik. Şalgam suyu dolayısıyla Tanrı’nın gereksizliği(!) üzerine bir de 300 sayfalık kitap yazabilir. Ama bilimsel olmaz bu kitap. Felsefî olur.

 İ.T.Ü. Nükleer Enerji Enstitüsü Yönetim Kurulu Üyeliği, İ.Ü. Fen Fakültesi Matematiksel Fizik Anabilimdalı Başkanlığı, TÜBİTAK Bilim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulunmuş, Türkiye’nin ilk atom mühendisi merhum Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre‘den dinleyelim:

” […] şu hâlde ölçüme tâbi’ tutulamayan veyâ kendisi değilse bile etkileri de gözlenemeyen veyâ ölçülemeyen, Tabîat  ilimlerince bilinen olaylara ircâ edilemeyen yâhut da bunlarla objektif bir biçimde ilgisi-ilintisi tesis edilemeyen ve yanlışlanabilmeleri için bir yol-yordam bulunamayan bilgi ve olgular Tabîat  ilimlerinin kapsamı dışında kalmaktadırlar. Bu kabil bilgi ve olgulara (eski Yunanca’da Tabîat karşılığı ϕησις = füsis, ve ötesi karşılığı µετα = meta kelimelerinden esinlenerek) fizik-dışı, fizik-ötesi yâni meta-fizik bilgi ya da olgular denir.

 Tabîat ilimlerinin sınırları böylece belli olmaktadır. Tabîat ilimlerinin kendi alanları dışında kalan ve erişemedikleri olgu ve bilgiler için kendi çerçeveleri içinde beyân edebilecekleri bir  şeyleri yoktur. Eğer bir kimse bunun aksini iddia ederse, meselâ Rûh’un var ya da yok olduğunu yâhut da Rûh ile bedenin etkileşmelerini Tabîat  ilimleri çerçevesi içinde tartışmağa kalkışır ya da tartışabileceğini iddia ederse ya Tabîat ilimleri ile Metafizik disiplinini bir kavram kargaşası içinde biribirine karıştırıyor ya da tabîat-ilimsi bir görünüm sergileyerek safsata yapıyor demektir. Zîrâ Metafizik alanına ait bir kavramın ontolojik gerçeğini Tabîat ilimleri kıstaslarına göre kabûl ya da reddetmeğe kalkışmak bir avuç leblebinin ağırlığını bir diyapazonun verdiği lâ notasının frekansı cinsinden ölçmeğe kalkışmak kadar abestir.” (Fiziksel Realite Meselesine Giriş adlı eserden)

Tabiat bilimleriyle Zaman’ın başlangıcını(?), Kâinat’ın yaratılışını ve Tanrı’yı anlamaya çalışan Hawking ilerlemiyor.Tekerlekleri kare biçiminde olan bisikletin pedallarını çevirmeye çalışıyor Hawking ama olmuyor, dönmüyor. Teleskopla, mikroskopla bakınca Tanrı’yı göremiyor. Neden gözleriyle bakmayı denemiyor acaba?

Tabi Stephen Hawking medyanın sevdiği türden, show meraklısı bir bilim adamı. Eskiden ip cambazları, ateş yutan, yılan oynatanlar vardı. Şimdi akıl hokkabazlığı moda. 21ci asır panayır eğlencelerine müsait bir tip bizim Hawking. İlk bakışta felçli, tekerlekli sandalyesinde, cılız, aciz bir adam. Ama sahneye adımını atar atmaz tam bir süper star!

İlmî kapasitesi ile bedeni tam bir tezat! Arkada gezegenlerin, galaksi vb gök cisimlerinin resimleri ile poz veriyor. “Biliyorum da konuşuyorum! En uzağa ben gittim, en çabuk da ben döndüm,  Kâinat benim arka bahçem sayılır” diyor sanki.  Fizikçi ya adam, biliyor(!) da konuşuyor… Ama her konuda konuşuyor. Zaman’ın başlangıcı, Kâinat’ın doğuşu filan diyor ya, aklımız duruyor. “Hocam Hangi zamansal referansa göre ‘Zaman başladı’ diyorsunuz? Bildiğimiz Zaman eğer daha dış, daha üst bir Zaman’da  ‘BAŞLADIYSA’ ondan önce ne vardı?” diye sorabilecek biri çıkmıyor karşısına.

Evet… Ben yazar kasa tamir etmekten ne kadar anlıyorsam Stephen Hawking de Zaman’ın başlangıcını aramaktan o kadar anlıyor. Yani anlamıyor.

“Şalgam Suyu’nu keşfettik, Tanrı’ya lüzum kalmadı” konulu “bilimsel” araştırmalar gerçekte Hawking’in sandığı kadar bilimsel değil. Çünkü var olmak için beşerî bir gerekçeye muhtaç olan “tanrılar” sadece matematik denklemlerdeki bir bilinmeyen, kocaman birer X, Y,..  gibiler. Yani Hristiyanların Tanrı’sı değil Hawking’in garajında şişirip patlattığı o tanrılar.

Tabiat bilimlerindeki bulguları kullanarak Tanrı’nın varlığını/yokluğunu “bilimsel” olarak ispat etme büyük bir yanılgı. Objektif bir biçimde ispat edilebilecek bir Tanrı zaten Tanrı değildir. Tabiat’ın bir parçasıdır. Hepsi bu. Çünkü kimsenin reddedemeyeceği, objektif gerçekler olan Tabiat olayları ölçülebilir. Tanrı’nın büyüklüğünü ölçebilir misiniz? “Yüce Tanrı” denildiğinde yerden yüksekliği kaç kilometre olmalı? Ya Cehennem’in sıcaklığı? Odun mu kömür mü yoksa doğal gazla mı ısıtılıyor?  Tanrı’yı ölçebileceğini, dört işlem yapıp sadeleştirebileceğini söyleyen Hawking’in Tanrı’sıyla Hristiyanların tanrısı bir olabilir mi?

Yüz koyun yüzdüm, sonra yüzümü yıkadım ve derede yüzdüm.” cümlesindeki YÜZ‘ler nasıl aynı YÜZ değilse Hawking’in “gereksiz” dediği YOK-Tanrı ile teistlerin VAR-Tanrı’sı ile karıştırmak acayip bir dil-mantık hatası her şeyden önce.

Göz müdür gören?

Varlık’ın, Kâinat’ın, Zaman’ın başlangıcına dair hakikatleri görmek için Hawking’in bilim soslu hokkabazlıklarına güvenmiyorum mühendis olmama rağmen. Hesap kitapla varlığı ya da yokluğu ispatlanacak “lüzumlu” tanrılarla işim yok benim. Kimi fizikçilerin denklemlerinde bir bilinmeyen olarak  ‘X’ yerine kullandıkları tanrıları değil beni Yaratan’ı görmek istiyorum. İstiyorum ki kelime-i şahadet dudaklarımda bir slogan, bir ezber olmasın. Şahit olmak istiyorum inandıklarıma.

Komedyen Cem Yılmaz anlatıyordu, hatırlayacaksınız: illüzyonist David Cooperfield gösterisine gitmiş. Cooperfield sahnede uçuyor, arkasında iki seyirci konuşuyor: “Vardır abi bunun bir hilesi”. Cem Yılmaz cevap veriyor: “Yok adam gerçekten uçuyor ama hâlâ biletle gösteri yapıyor!”.  

İnsanlar gözleriyle “gördüklerine” inanmazlar her zaman ve bunun için “görünenler” eylemlerini etkilemez. Meselâ sahnedeki adam testere ile ikiye bölündüğü zaman kimse ambülans çağırmaz. Çünkü görmek ile “inanmak” arasında büyük bir mesafe vardır… Nedir görmek?

Güneşin ışıkları dışarıdaki cisimlerden yansıyarak bizim et-Gözümüze varır. Et-Gözün uzmanlaşmış bazı hücreleri gelen ışığın rengine göre değişen sinyallerle bunları beyine bildirir. Teknik olarak söylersek ışığın elektromanyetik sinyalleri bu uzman hücreler tarafından bio-elektrik mesajlar olarak “tercüme” edilir.

Gözden gelen mesaj yığını beynimizin “görme” sistemince bir “görüntü” haline getirilir ama insan bu aşamada gördüklerine inanmak” noktasından hâlâ çok uzaktır. Beyin tarafından inşa edilen bu görüntü bellekteki kavramlarla anlamlandırılır: Bir eşya, bir yiyecek, bir ışık, renkler, uzak, yakın…

Bu anlamlandırılmış görüntü ise aklın diğer işlevleriyle test edilir: Bellek, temyiz, tahayyül, tasavvur… Neden? Çünkü göz değildir gören. Bunu neredeyse sezgisel olarak biliyoruz. Meselâ hareket halindeki bir cismin hareket ettiğini “görebilmek” için önceki konumlarını hafızada tutmak ve yeni konumlarla karşılaştırmak, ardından da birleştirmek icab eder. Sadece konumları hatırlamak da yetmez. Uçan bir kuş ise baktığımız, o kuşa bir “kimlik” veririz. Bir identity yani zaman içinde değişmeden (identical) kalan bir AYNILIK. Her yeni konumda gördüğümüz kuş eğer o AYNI kuş ise “kuş şuradan şuraya uçuyor” diyebiliriz. Aksi takdirde gökyüzünde değişik noktalarda ve kanatları değişik biçimlerde açılıp kapanmış kuş fotoğrafları görmüş gibi oluruz ama uçan kuşu göremeyiz.

Gözleri çok iyi gördüğü halde Alzheimer gibi bir hastalıktan muzdarip insanların yaşadıkları kimlik kaybına bakmak bile Göz-Akıl konusunda düşündürüyor insanı. Yahut sağırken beste yapabilenler? Göz gibi kulağın da işlev sahibi değil “sadece” bir uzantı olduğunu ispat etmiyor mu? Görmek, işitmek… Hissiyat et parçalarına değil akıl sahibine, İnsan’a dair bir olgu.

Kısaca söylersek bir kuşu veya bizi Yaratan’ı GÖRMEK ancak Bellek, Şimdi, Benlik gibi ZAMANSAL kavramların ışığında gerçekleşebilir. Aksi takdirde “Göz” adlı organın gördüğünü iddia etmek bütün sindirimin ağızda başlayıp bittiğini iddia etmek kadar muhaldir.

Bellek, Şimdi, Benlik gibi ZAMANSAL kavramların anlaşılması (veya görünmesi) için Zaman Nedir? konulu yazı dizimizin bazı bölümleri bu noktaya ışık tutacaktır, karanlıkta bu kavramları görmek (veya anlamak zordur):

  1. İnsan aklı Zaman’ı anlayabilir mi?(1)
  2. İnsan aklı Zaman’ı anlayabilir mi?(2)
  3. Varlık bir harftir, sen onun anlamısın
  4. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…

Evet, görmek hem analitik zekânın hem de aklın el ele verip başardıkları müthiş bir işlev. Akıl ve analitik zekâ ile bu kadar iç içe girmiş bir işlevi ANLAMA ya da İDRAK ETME gibi fiillerden ayırmak ise imkânsız görünüyor. Biz sıradan insanlar bakıyoruz, görüyoruz, anlıyoruz, idrak ediyoruz, hatırlıyoruz… Ya da öyle sanıyoruz. Belki de bunların hepsini birden yapıyoruz? Kanaatimce GÖRMEK ve ANLAMAK fiillerini birleştirirsek parçalayıcı zekâmızdan(4) dolayı göremediğimiz Hakikat’i görme imkânı doğabilir. Öncelikle dilimizdeki ip uçlarına bakalım: Yukarıdaki satırlarda “… bilgiler ışığında… gerçekleri görmek…” gibi deyimler kullandım. Türkçede yaygın bir kullanım bu: Aklın, bilginin ışığı, cehaletin karanlığı, gerçekleri görmek, öfke ya da aşktan gözü kör olmak… Yani ana dili Türkçe olan insanlar için GÖRMEK ve ANLAMAK fiilleri aynı bir TEMEL kavramın iki farklı yüzü gibi. Gözler görme organı değil, beynimizin ve aklımızın dışarıya doğru uzantıları sanki.

Ya diğer diller? Hepsini taramayalım ama meselâ İngilizcede “I see what you mean” (demek istediğini görüyorum = anlıyorum) gibi ifadeler var. Fransızcada “je vois ce que tu veux dire” bunun tıpatıp aynısı. Kur’an’da da bir çok yerde “onlara işaretler verdik, hâlâ GÖR-mezler mi? = ANLA-mazlar mı?” mealindeki ayetleri hatırlayın. GÖRMEK ve ANLAMAK fiilleri arasındaki bu semantik? akrabalık kanaatimce kültürel etkiler veya dillerin evrimi vb ile açıklanacak gibi değil.

Kâinat’ın Şiiri bu. Büyük Alman düşünürü Immanuel Kant’ın “a priori”, Gâzâlî Hazretleri’nin “evveliyat” dediği, daha biz gelmeden yazılmış bir Şiir, analitik zekâyla, mühendislik veya Tabiat bilimlerine kapalı olan kapıları açacak bir anahtar: Kâinat Şiiri.

“Kâinat Şiiri” derken… Romantiklik ya da söz sanatı yaptığımı düşünmeyin. Bu satırları okurken hayatını bilgi işlem merkezlerinde, veri tabanları, karar destek sistemleri ile geçiren bir mühendis olduğumu unutmayın. “Kâinat Şiiri” diyorsam ortada gerçekten bir şiir olduğu için söylüyorum bunu.

Tabiat bilimleriyle ve analitik zekâ ile erişemeyeceğimiz ama başka türlü okuyabileceğimiz bir Hakikat var. Vehimlerimizden Gerçek’e, gerçeklerden Hakikat’e geçiş mümkün ama bu bir takım simgeler, rumuzlar ve metaforlar vasıtasıyla olabiliyor ancak. Bunun için “Kâinat Şiiri” diyorum. Bu Şiir’in kendine özgü bir sembol sistemi var ve Görmek-Anlamak fiillerinin birleşmesi (tevhidi?) bu sembol sisteminin bir parçası. 

 Sonuç

 “Kâinat Şiiri” üzerine düşünerek sırlayalım bu yazımızı. Hegel‘in Estetik yani sanat felsefesi adlı eserinde isabetle teşhis ettiği gibi:

“Sanat bu kusurlu ve dengesiz dünyanın yanıltıcı, aldatıcı şekillerinden görünenin içindeki Gerçeklik’i çekip alır… O gerçeklik zihnin keşfettiği üstün bir Hakikat ile donanır. Aldatıcı görüntülerin tersine Sanat günlük gerçeklikten daha üstün ve daha gerçek bir Hakikat içerir”

Çölde ve sıcak asfaltta su görür insan. Ama bu “su” aslında seraptır. Biri sıcak diğeri soğuk (=farklı yoğunluktaki) iki hava katmanının yan yana gelmesinden kaynaklanan bir yansımadır gerçekte. İnsan güneşe baktığında onu parmaklarının arasına alabileceğini görür. Ama gerçeğin böyle olmadığını da bilir. Çünkü GÖRMEK (=ANLAMAK) aklî bir işlevdir, et-göz sadece bu sistemin küçük bir parçasıdır. İşte çöldeki serapların peşinde susuzluktan ölmemek için “Kâinat Şiiri” üzerine düşünmek gerekir.

Bu yolla vehimlerden, zahirî (görünen) alemden Kâinat Şiiri sayesinde Gerçek’e yükseliriz. Bu sayede aklettiğimiz gerçeklerden de Hakikat’e geçiş yine “Kâinat Şiiri” yoluyla olur. Yoksa Akıl (=göz) kendini Yaratan’ı akledemiyorsa (görmüyorsa) neye yarar?

Hawking aslında Zaman’ın Başlangıcını ve Zaman’ı Yaratan’ı yani Tanrı’yı görebilirdi. Uzayın derinliklerine değil kendi derinliklerine, Derin İnsan‘a bakarak yapabilirdi bunu. Tabi bilgisayar ekranına ya da teleskopun arkasına dayadığı et-göz ile değil Derin Göz ile… BBC ya da CNN’in ilgisini çekmek için değil de “sadece” ALLAH rızası için ilim yapabilecek mi bir gün bu insancık? Çok geç olmadan, nefsi ölümü tatmadan önce?

“Biz ALLAH rızası için ilim tahsiline başlamadık. Fakat ilim ALLAH rızası için olmaktan başka bir gayeyi kabul etmedi” (El-munkizu Min-ad-dalâl / Hz Gazâlî)

 

 

Dipnotlar

Bunun için irtibat içinde olduğum genç yazarlara “günlük gazete okumayın” diye tenbih ediyorum. Düşünceye katkı şöyle dursun, bildiğini de unutturuyorlar adama. Manşetlere bakıp gündemi takip etmek yeter, fazla gazete okumak, TV seyretmek çok sakat. Kâinat’ı okuyun. Ağaçları, kuşları, çimlerin üzerinde duran çiğ damlalarındaki güneş ışığını okuyun. Okunacak neler neler var etrafınızda.

Gazete ve TV insanların düşünmesine engel olur. Çünkü düşünmek zaman ister. Oysa gazetecilerin ve TVcilerin düşünecek vakti yok. Zaten düşünmek için para almıyorlar. Biraz şaşırtacak, biraz eğlendirecek ama gündemden de çok kopmayacak bir mırıltı, bir homurtu, bir akıntı üretmek amaç. “Haber akışı” diyorlar ya.

Nasıl çalışıyor gazeteci? Her sabah çeşitli ajanslardan bir bilgi(!) yağmuru geliyor internet yoluyla. Fotoğraflar, yaklaşık olarak “doğrulanmış” bilgiler ve videolar. Brezilya’da sel baskını, 50 bin kişi evsiz, filan artistin dekoltesi açıldı, Kazakistan’da bir horoz insan gibi konuşuyor, Irak’ta patlama 30 ölü… Gazeteci bir iki saat içinde bunlardan bir çorba/salata yapıp kendine ayrılan santimetre kareleri dolduruyor… Öğlen yemeğine kadar bitmeli her şey! Bu yani. Peki  bilimsel konulardaki ilerlemeleri takip etme imkânı var mı gazetecinin? Yok elbette. Bilim konu olunca en uçuk kaçık şeylerden bahsederek şaşkınlık/eğlence üretmek istiyor sadece.

Bilim adamlarının cemaat liderliğine soyunmaları yeni bir olay değil:

Berlin duvarı yıkılmadan çok önce, Rusya’nın komünist olduğu dönemlerdeydi. Ruslar uzaya ilk insan gönderme yarışında ABD’nin öne geçmişlerdi. Yuri Gagarin “gökyüzüne çıktım, baktım, tanrı filan göremedim” demişti yarı şaka yarı ciddi. Komünist Rusya’nın liderleri bildiğiniz gibi dinleri, dindarları ve kendileri dışındaki tanrıları pek sevmezlerdi. “Sakın Tanrı’ya dua etmeyin, Komünist parti rekabeti sevmez” şeklinde özetlenebilecek bir laiklik politikası, daha doğrusu resmî devlet dini vardı komünistlerin.

Bu sebeple Yuri Gagarin’in imzaladığı bu teknolojik başarıyı dinî ve siyasî alanda bol bol kullandılar. Bununla da yetinmediler. Yeni bir de din icad ettiler. Bu dünyevî ve umut dolu dine göre İnsanlık bilim ve teknolojide o kadar ileri gidecekti ki ölmüş atalarını diriltecek, bütün evreni kendisine yurt yapacaktı. Ahiret ve ceza günü gibi meseleler de bir çırpıda ortadan kalkmıştı böylece.Bilim insanları da insandır. Kibir insanların cahil veya alim olmasına bakmıyor. Bir yerden yakalıyor.

Orijinal metin: “[…] Because there is a law such as gravity, the universe can and will create itself from nothing. Spontaneous creation is the reason there is something rather than nothing, WHY the universe exists, WHY we exist. It is not necessary to invoke God to light the blue touch paper and set the universe going.[…] One can’t prove that God doesn’t exist, but science makes God unnecessary.[…] Our world is created by physics[…]”

Parçalayıcı zekâ olgusunu Derin İnsan kitabının son iki bölümünde kısmen anlattığım ve Derin Göz kitabını da bu konuya ayırdığım için burada yeniden detaya girmeye gerek görmüyorum.

Trackback URL

  1. 6 Yorum

  2. Yazan:ruhan Tarih: Eki 18, 2010 | Reply

    Allahın izni olmadan,gönülde iman filizi yeşermez.İnsan fıtratında olan islamı(ALLAH şah damarınızdan yakınım der)idrak etmek her kula nasip değildir.Yüce yaratan O’na yönelen her kulunu korur,kollar.Bu yolda salih amelle yürüyen O’na ulaşır.
    Keşke Hawking’de sizin değiniz gibi bilgilerini iman ışığında sunabilse. O zaman belkide daha müthiş gerçeklere ulaşabilirdi.
    Camii olmayan bir yerde ezan sesi duyabilmek fiziksel olarak açıklanabilir mi?
    Yaratanın izni olmadan kök hücreden organ yapıla bilir mi?Bitkilerdeki şifa zerreciklerini yalnız insalara değil hayvanlara da öğreten kimdir?Sevimli kedim nasıl da karnı ağrıyınca kendi için yara
    tılmış otu bulup da yer.Görmeyen bir insanın yaptığı at resmi beni çok şaşırtmıştı.Doğuştan görme özürlü olduğunu duyunca da hayretler içinde kalmıştım.Dilleri asırlardan beri Allah’ın sözlerini terennüm ederken nedense inançsız olan felsefecilere ve ilim adamlarına acırım.Yaşayanlar için dua etmekteyim.Prof.Ahmet Yüksel Özemre gibi hem fizik alimi hem de islam alimi olmak her kula nasip değil.Kendilerini tanıma şerefine nail olmuştum”ilimde yol aldıkça Allah’a daha çok yaklaşıyorum” buyurmuştu bu mübarek zat…
    Yazılarınızla düşünce ufkumda yeni pencereler açıyorsunuz.Allah razı olsun,feyzinizi arttırsın.

  3. Yazan:Ahmet Tarih: Eki 19, 2010 | Reply

    Yahu tamam çok güzel, tamamen bilimsel bir şekilde başlamış, bilimin felsefesini iyi özümsemiş dedik de, sonlara doğru kendi teolojik görüşlerinizi koymayıp da mahvetmeseydiniz bu güzelim yazıyı.

  4. Yazan:MUSTAFA Tarih: Kas 12, 2010 | Reply

    Gerçekten çok akıcı, bilgilendirici, sürükleyici bir yazı idi.Okurken sıkılmadıgım somurtmadıgım aksine yüzümde tatlı tebessümler olusturan bir yazı idi.Yazarını tebrik ediyorum.Elinize sağlık. saygılar..

  5. Yazan:Kadir Uzun Tarih: Kas 29, 2014 | Reply

    Yazan- evrensel-insan

    Aslinda tum yazi, kendi tanri inancini ortaya koyabilmek Adina, bilimdeki gelisimin, degisimin, sorgulamanin ve yenilenimin su-istismarindan baska da bir seye yaramamis.

    Bunu quantumcularin bir kismi da boyle yapmisti.

    Sonucta akil neye kilitli ise ulasacagi yer orasidir.

    Bu ister teleoloji olsun ister nedensellik ister fiziki ister zihni kadercilik ister dogalligin kisvesi olsun fark etmiyor.

    Zaten iki ana zihniyet vardir, biri bilimsel digeri felsefi.

    Burada da felsefenin teolojisi devreye girmis.

    Bilimin yasalari insanoglunun yasalaridir, yaratici olan da tasarlatyici olanda insanogludur.

    Yaptigi da kendi dahil algiladigini ya bes duyusu ya da duyumu ile kavramsal bilgi olarak ortaya koymaktir.

    Iste bu bilginin niteliklerinden biridir, inancsal bilgi. Cesit olarak ta sosyal bilgiye girer.

  6. Yazan:Hasan akbaş Tarih: Eyl 5, 2015 | Reply

    merhaba
    iyi ki dünyadaki gelmiş geçmiş bilim insanları sizin gibi düşünmediler de bu dünyayı aydınlatabildiler.aksi takdirde halen daha ortaçağın karanlığında sizin ilim dediğiniz saçmalıkların arasında yaşıyor olurduk. hawking gibi bir bilim insanına bile allaha inanmadığı için şov meraklısı ip cambazı yakıştırmaları çirkin olmuş adam allah vadır deseydi yere göğe sığdırmazdınnız hatta bir çok yazınızda böyle büyük bir bilim adamı bile allahın varlığını kabul ediyor diye referans gösterirdiniz .her şey bir tarafa da ‘ ALLAH rızası için ilim yapabilecek mi bir gün bu insancık? Çok geç olmadan, nefsi ölümü tatmadan önce?’ bu nasıl cümle yahu bilim allah rızası için mi yapılır .yazıklar olsun sizin örümcek kafanıza

  7. Yazan:Aytac uyguntemur Tarih: May 16, 2017 | Reply

    Üstad dogru yoldasin!baksana hemen chp zihniyetli istemezuk kafalilar yapistirmis sana orumcek kafali yaftasini,Allah bilir hicbiri yazinin tamamainida okumamıştır,saygi ve sevgiler,Allah zihin acikligi versin!!

  1. 16 Trackback(s)

  2. Eki 24, 2010: Kitab Keşf al Mânâ ‘an sır asmâ’ ALLAH al-Hüsna (Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri) : Derin Düşünce
  3. Kas 11, 2010: Son 30 günde en çok okunanlar : Derin Düşünce
  4. Kas 18, 2010: Reddedilen Yazılar… Peki ne yapmalı? : Derin Düşünce
  5. Kas 26, 2010: Son 90 günde en çok okunanlar : Derin Düşünce
  6. Ara 23, 2010: Son 90 günde en çok okunan yazılar : Derin Düşünce
  7. Nis 27, 2011: “Din Toplumun Afyonudur” (Karl Marx) : Derin Düşünce
  8. Nis 22, 2012: Ölüm’ün –E hâli (4) : Kâmiliyet / έντελέχεια : Derin Düşünce
  9. Ağu 27, 2012: Tümevarım, Nedensellik ilkesi ve Bilim’in Putlaşma sebepleri : Derin Düşünce
  10. Eki 5, 2013: Osmanlı Minyatüründe Perspektif Yok mu?
  11. Kas 10, 2013: Mutsuzluk Kültürü – Unbehagen in der Kultur / Sigmund Freud
  12. May 10, 2014: İnsan bilimsel olarak yoktur çünkü Hürriyet bilimsel bir gerçeklik değildir
  13. Haz 1, 2014: Bilim’in her şeyi bilemeyeceğini bilmek aklın emaresidir
  14. Eyl 12, 2015: Rönesansçı Körlükten Kurtulmak… | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  15. Tem 15, 2016: Tanrı Parçacığı / God Particle / إلها الجسيمات | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  16. Kas 29, 2016: Büyük Patlama / Big Bang / Urknall / الانفجار العظيم | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  17. May 6, 2017: Bilimsellik aklın emaresidir; bilimcilik ise akılsızlığın! | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin