RSS Feed for This Post

BULUŞ-MASAL-ARD/I

“İnsan niçin roman yazar? Tarihi yeniden yazmak için. Sonradan gerçekleşen tarihi” (Belbo / Foucault Sarkacı’nın kahramanı)
           
…bu çok klasik olurdu, romanlardan çalıntı sahnelere benzerdi, romanlar hayata yön verirdi, önce olaylar romanlarda olur, sonra hayata aksederlerdi ya da tam tersi, kim ispatlayabilir ki, öyleyse romanları taklit etmesinin ne zararı olabilirdi ki, Anna gibi treni beklerken, ümitsizliğin kapıya dolandığı o gün, ölüme koşmak için acele edebilirdi, yazarı da aynı sona koşarak gitmemiş miydi, Ahmet Cemil’i taklit etmiş olmalıydı o, kaçmak edilgenliğin siyah dünyasından, ama onun yanında annesi yok muydu, onun bile mavi bir noktası geriye kalmıştı kaçarken hayallerinden, kimi taklit etmişti, kendi tablosuna aşık olan Dorian Gray miydi günden güne çirkinleşen, sonunda gerçeğinin farkına varan, kimdi o, kendisini kurban eden anka mı küllerinden yeniden hayat bulacağı sanılan, kimdi, Necip miydi aşkı aşkı aramaması gereken yerde bulan ve ölüme kaçmak zorunda kalan, hayır hayır, Dilber olmalıydı o, sonu suların karanlığında sözde hürriyetine kavuşan, kendi yalanına inanan Belbo olmalıydı, karanlık düşler kuran, kendi karanlığını kefaretini ödeyerek aydınlığa vasıl olduğunu zanneden Raskolnikov da olabilirdi, bundan sonra kim olacaktı peki, Ahmet Zamanî mi, kimin geçmişini çalacaktı öyleyse, Muvakkit Nuri Efendi bulabilir miydi hayatını kendi geçmişi yapabileceği, onun hayatındaki Hayri İrdal kim olacaktı peki, teyzesi mi, yeni bir isim bulmalıydı belki de, Dürri Baba’sı kimdi, kimin kapısından hikmetler açılacaktı, hangi suya derdini açacaktı, Ebubekir Efendi olmayı diledi, Limni’de Despina Anne ya da sevdiğinin dilinden Tiryandafil’ine kavuşan, bir gece kavuşup ayrılan, yıllar sonra bir gece yine kavuşan yine ayrılan, kimin öyküsünü hayatının bir parçası etmeliydi ki okuduğu romanlarda yaşananları bildiğine göre aynı hataları yapmadan öyküsünü dilediği gibi bitirebilen, kim, kim, Rakım Efendi mi, hayır, onun Rakım gibi aşkları ve sevdalıları olmamıştı, hayatını, sonunda dilediği gibi bitse de Rakım’ınki kadar karışık etmek istemezdi, kim, kim, Bünyamin, Uzun İhsan Efendi’nin oğlu, onlardan biri olsa İzmir’de oturan mahzun ve şaşkın adamın olmaması gerekirdi, oysa onun var olduğunu düşünüyordu, öyleyse ne Bünyamin ne de uzun İhsan Efendi olamazdı düşler evreninin düşünce dünyasını kurgulayan, iyi de tüm romanlar için geçerli değil miydi bu, ne önemi var ki, ne düşünürse öyle olacaktı, öyleyse başka biri olmalıydı, onlar da değil, kim, kim, Winston Smith olsaydı, kendi beynindeki sıçanlarıyla yüzleşip hissizleşmeyi tercih etse ve geçmişe ait ne varsa silse belleğinden, başkasını suçlasa, kendi çektiğini başkasına reva görse ve hissizleşse, kendisine dayatılan ne varsa sevgiyle razı olsa hepsine, geçmiş unutulabilir miydi, unutmak için gelmemiş miydi, farklı bir şey de yapabilirdi, yeni bir gerçeklik inşa etmeyip eskiyi devamlı kılmaya çalışabilirdi Georg Bendemann gibi, bunu da başka birini korumak adına yaptığına inandırabilirdi kendini ama bunun sonunda da sevdikleri tarafından suda boğularak ölmeye mahkum olma şanssızlığı vardı ki bu durumda ha Ahmet Cemil olmuş, ha Dilber, ha Georg ya da bambaşka biri mesela Gail. Trajedileri seviyor yazarlar, dünyayı kaosun karanlığına çekmeye uğraşıyorlar, dünyanın peşlerinden geleceğinden emin bir özgüvenle, kimisi kendisini yalanlasa da romanın sonunda, yalanın yalanlanması yalanın doğru olabileceği şüphesini getiriyor insanın aklına, bir yalancının söylediklerim yalandır demesi gibi, öyleyse yalanlanan doğrudur, ah şu yazarlar, kimin kapısını çalmalı öyleyse, kim, kim, kimin hikayesi en doğru, iyi de neden Homeros olmak varken, Odysseus olmak için zorluyordu kendini, neden kendini dönüşün acılarını yaşamaya ve döndüğünde de eskiden sahip olduklarını yeniden elde etmek için bir mücadeleye gebe bırakıyordu ki, ama o yazmıyordu bunları, öyleyse neden kendi sonu için böylesine çaresizce dolaşıyordu sokaklarda sokakların onu nereye götüreceğini bilerek, başını kaldırarak trafik lambasına baktı, komik, yeşil yanıyordu, bu kendisi için bir işaret olabilir miydi, gökte kartal ağzında yılan, güzel bir kızın elinden bade içen âşık, doğar doğmaz konuşan bebek, bebek doğduğunda konuşmayan anne, başka bir bebeğin doğumunda yıkılan saraylar, bir rüya yüzünden öldürülen bebekler ve öldürülemeyen, suyun emanetinde bebek, bu bebek sembolü de nereden gelmişti aklına, kuşun boynuna dolanmış yılan, bu başka bir kuş, kuşu yılandan kurtaran hükümdar, bade, bir kurdun arkasında aşılan demirden dağ, dal budak saran çınar, evradını tamamlamış çiçeği mürşidine sunan derviş, gül, Meryem, gül, Muhammed, gül-ateş, İbrahim, bir gül bir güldür, Eco, gül, sevgili, asayla ikiye bölünmüş deniz, asa, Musa, asa, yılan, asa, İsa, ayaktaki ben, Odysseus, sırttaki mühür, Muhammed, peştamal bağının yanında, göbekteki ben, Dilâşûb, uzayıp giden işaretler, kendisi için ne umuyordu hayattan, başkalarına verilenleri mi, kendisine verilenlerin kendisine bir ayrıcalık olmasını mı, trafik lambasına baktı, yeşil, tebessüm etti, karşıya geçti, geriye baktı, geride bırakmıştı işte, ölümün tanıklığını yeşil ışıkla karşıda bırakmıştı, yürümeye devam ediyordu, Musa geri döner, kavmi altın bir buzağıya tapmaktadır, kavim kendine başka bir sevgili seçmiştir, altından bir sevgili, yürümeye devam etti, geride bıraktığının ne kadar farklılaşmış olduğunu anlayabilmek için yürümesi gerekiyordu, kendinden başka bir sevgili bulduysa İstanbul, onu gerçek sevgiye çağırması gerekiyordu, Musa’nın kavmini çağırdığı gibi, sevgilinin varsa hatası tövbe etmesi gerekiyordu ve pişman olması, varsa hatası, geride bırakırken almadığı sözün karşılığında verilmeyen sözün tutulup tutulmadığını görmesi için yolun ona gitmesi gerekiyordu, …öyleyse bu kadar aşikârken her şey, bekleneni, kendisinden beklediğini yapmasında bir hata yoktu, yürüyecek yer kalmadığında, kapısının önünde, …yürüyecek yolların tükenmiş olduğunu, içeri girmesinin vakti geldiğini biliyordu, gidebilirdi, gidemezdi, İstanbul’a suçunu bağışlatmak kadar, İstanbul’a olan aşkını ifade edebilmek için de gelmişti, işte İstanbul’daydı, İstanbul’un kapısına dayanmış, parmaklarının harekete geçerek kapıyı tıklatmasına kalmıştı her şey, elini kaldırıp kapıya doğru parmaklarını uzattığında birdenbire açılan kapının karşısında şaşırıp kalmıştı, …kapı açılmıştı,  bâb-ı bâb u dâr, adımlar, bir iki adım, üç adım, yerinde duruyordu, başını yerden kaldırmalıydı, bu çok saçmaydı, saatlerce yürüdükten sonra mıh gibi kalakalması çok saçmaydı, …gördüğü bir dem mavi, bir dem giz, bir dem ışık, bir dem karaydı, korku, gördüklerinden korkarak bir adım geri çekti kendisini, bir kelime bekliyordu, tek bir kelime, karşısında kocaman bir sessizlik buldu, anladı ki kelâm dur/du, kelâm sükûttu, kelâm cenkti, bir adım attı ona doğru.
İstanbul… bu şehir var ya, bu şehir, şimdi eskisinden daha çok korktuğum, kalabalığından ürktüğüm, bitmez bilmek yolculuklarının yaş geçtikçe insanı daha da yıprattığı bu muazzam şehri öyle çok özlemişim ki, burasıymış benim evim, ev dediğim dört duvarı taşla çevrili mekan değil ama, yuvadan bahsediyorum, bu şehir her şeyiyle özlemmiş içimde, burayı nasıl özlemişim, burası geride bıraktığım ve dönerken içimi acıtan ve her şeyin farklılaştığını beyan eden ve bu yüzden gitmesi içimi burkan diğer şehirlerden çok farklı, elbette burası da değişiyor an be an, ama öyle bir şey var ki burada, onunla sen de değişiyorsun değiştiğini anlamadan ve sana hep aynıymış izlenimi veriyor, küçük şehirlerde değişimi daha çabuk fark ediyorsun, burada yaşarken ise şu camiler var ya, şu saraylar, şu köprü, şu deniz, değişimi sanki kendi çevresinde döndürüyor ve sanki hiçbir şey değişmiyormuş izlenimi veriyor insana. Sen yaşlanıyorsun, o gençleşiyor, sen küçülüyorsun o büyüyor, sen yitip gidiyorsun, göç ediyorsun, dönüyorsun o seni bekliyor, şimdi git ama geri dön diyor, senin yuvan benim, sen bana aitsin, ve ne kadar uzağa gidersen git bana dönmeden rahatlayamayacaksın, yalnızlığından kurtulamayacaksın, ait olamayacaksın diyor. Buradayım, yuvama döndüm, gittiğimde de gördüklerim oradaydı, döndüğümde de, baba evi gibi, seni bekleyen ve her döndüğünde seni sıcacık karşılayan, neden gittin diye yargılamadan iyi ki geldin diyen.”
“İyi ki geldin.”
“İyi ki geldim.”
 
 

 
[i] Suzan Nur Başarslan, Belâ’dan derleme…

Trackback URL

  1. 6 Yorum

  2. Yazan:cb Tarih: Eki 13, 2010 | Reply

    sevgili dostum suzan,

    iyi ki yazdın
    iyi ki okudum

    hayat bitmeyen bir arayış, her şeyde bir ‘ben’ arayışı…

  3. Yazan:suzannur Tarih: Eki 13, 2010 | Reply

    Teşekkür ederim Cemile. Aslında bu yazı ilk romanımdan -ve basılamayan henüz- bir parça ve bu parçada yolculuğundan dönen ve aidiyetinin nere olduğunu fark eden -kişi ve şehir- kahramanın kendine bir yol/son çizmesi/bulması üzerine bir bölüm. Seslendiği hem insan hem şehir.

  4. Yazan:sq Tarih: Eki 13, 2010 | Reply

    Suzannur hanım, ne durumda romanınız, umarım herşey yolundadır:)

  5. Yazan:suzannur Tarih: Eki 13, 2010 | Reply

    Sq, hala bir gelişme yok. Yayınevinden ses çıkmıyor ben de aramıyorum :)) Bakalım ne zamana gün yüzüne çıkacak? Artı son başladığım da hala yazılmayı bekliyor tembellikten, aslında biçimsel olarak netleşti, teknikler açısından yapılmayan bir şeyi denemek istiyorum, bu da çok fazla çaba gerektirecek. Diğer romanların da çıkmamış olması biraz etkiliyor aslında, yazmak görünmeyi istemek demek bir nevi. yazmak aslında hayalkırıklıklarını göze almak demek. Alamıyorum sanırım. İlgine teşekkür ederim.

  6. Yazan:ç-z Tarih: Eki 13, 2010 | Reply

    iyi de neden Homeros olmak varken, Odysseus olmak için zorluyordu kendini, neden kendini dönüşün acılarını yaşamaya ve döndüğünde de eskiden sahip olduklarını yeniden elde etmek için bir mücadeleye gebe bırakıyordu ki, ama o yazmıyordu bunları, öyleyse neden kendi sonu için böylesine çaresizce dolaşıyordu sokaklarda sokakların onu nereye götüreceğini bilerek,..

    Roman şehrinin sokaklarında, sonunda kendini bulacağını bilerek tebdili kıyafetle bir duygu taşından diğerine geçerek dolaşmak, bilerek kaybolmak mı yoksa aramak mı?
    İnsan, roman,
    İnsan, şehir,
    Yaşadıkça yazılan roman, gezip keşfedildikçe büyüyen, bilindikçe küçülen şehir gibi insan..Anna, Necip, Ahmet Cemil, Dilber, Belbo insan olmanın bin bir haline takılmış birer isim…İnsan denen o heyula şehrin içinde kaybolmamak, dönüş yolunu bulabilmek için sağa sola bile isteye bırakılmış izler … ve bu izler, insan olarak kalmaya gayret edildiğinin ete kemiğe büründürülmüş görgü şahitleri..İnsan, bu izler,şahitler aracılığıyla kainat olan kendinin de en ücra köşelerine kadar sızıp “Ol’mayı bilmek istiyor belki de..

    Buradayım, yuvama döndüm, gittiğimde de gördüklerim oradaydı, döndüğümde de, baba evi gibi, seni bekleyen ve her döndüğünde seni sıcacık karşılayan, neden gittin diye yargılamadan iyi ki geldin diyen.

    Okumayı bitirdiğimde kendimi dönmüş buldum:)

    Gönlüne, zihnine, eline sağlık…senin rehberliğinde soluksuz kalarak şehir turu yapmış gibi oldum..şehri senin gözlerinle görmek çok güzeldi

    Suzan galiba, kendini gördüklerine öyle bir kaptırıyorsun ki soluk almak için mola(nokta) bile vermiyorsun …ben sigara içiyorum tık nefes kalıveriyorum..azıcık olsun acı ya hu! 🙂

    İyi ki geldin !

  7. Yazan:suzannur Tarih: Eki 13, 2010 | Reply

    Sevgili ç-z, aslında haklısın, fazlasıyla soluksuz kalarak yazılmış bir yer burası, bilinçakışı ve sıçrayışlarla dolu. “bilerek kaybolmak mı yoksa aramak mı?” demişsin aslında ikisi de. İzler, hep kendimize yol göterdiğini düşündüğümüz ve aslında özel olma istemimizin dışavurumu.Ol’manın içe bakan tarafı. Ol’duysam bir anlamı olmalının göstergesi.
    İfadelerin çok güzeldi.
    İyi ki yazdın 🙂

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin