RSS Feed for This Post

Balyozla sinek avlamanın sonu göründü mü?

“savrulacaksınız, hem de kuru yapraklar misali” deyince Hafız durakladım biraz…

 “Nasıl yani?” diye sormama müsaade bile etmeden anlatmaya başladı bu soğukkanlı, akıllı, lafının üstüne laf istemeyen, muhatabına her daim bir şakirt muamelesi çeken, Ahmet Kaya’nın “Suphi” karakterinin izdüşümü Dostum: “Bak, tıkanıyorsun artık yazarken. Çünkü dolap beygiri gibi aynı yerde dönmeye başladın, bir müddet sonra Fuzuli’ye öykünüp “ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge/ ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı” diyeceksin farkında mısın? Sadece Sen değil, ne kadar senin gibi çenebaz varsa savrulup karşı tarafa geçip, oraları anlamadığınız, görmediğiniz, empati kurmadığınız müddetçe mahvınız an meselesidir” diye de tehdit ederek, çekti gitti.

 Bu Ülkenin geldiği nokta Hafız’ı haklı çıkarıyor mu? Evet, hem de çok. Taşlar yerinden oynasa belki de çok şey değişecek ama bizler o taşlara birer Lat, Uzza, Menat ya da Hubel muamelesi çektiğimiz için yerimizde saymaktayız. “Nedir?” diye soruyorum bazen “Kürt Meselesinde, Başörtüsü meselesinde, mahalle baskısı korkusu meselesinde” bizleri karşı tarafı rahatlatmaktan alıkoyan davranış.

 Savrulabilsek karşı kıyılara belki de birçok meseleyi çözeceğiz Hafız’ın dediği gibi. Ama önce bu putları yıkmamız gerekiyor elimizdeki asayla.

 Doksanların karı, boranı eksik olmayan zemherisinden, bin bir nazla da çiçek açsa, dallarını hoyrat eller de kırsa bir bahara erdi Kürt meselesi. Şaşkın âşıklar gibiyiz bazen; ufak da olsa bir diyalog ümidi yeşerdiği anda umutlanıyoruz. Kaç bininci hayal kırıklığımı yaşadığımı bilmiyorum ama umudumu yitirmek istemiyorum. Bunları söylediğim zaman insaf sınırlarını zorlayan hakaretlere maruz kaldım sıkça. Amacım hiçbir zaman arkamdan on yıl sonra “O, doğruyu söylemişti” dedirtmek değil. Ama her iki tarafın Ebu Cehillerini gördüğüm, duyduğum, okuduğum zaman üzülüyorum.

 On bir ay Şırnak’ta görev yaptıktan sonra Cizre’ye indiğimde söylediğimi yine söylüyorum; “bu iş silahla çözülemez”. Ben bunu ilk savruluşum olarak nitelendiriyorum, isteyen ihanet olarak anlasın, isteyen dönek desin umurumda bile değil. Söylenen her söz, yazılan her yazı belli bir noktadan sonra geliyor geliyor ve Sezai Karakoç’un o veciz cümlesine dayanıyor: ” Onlar sanıyorlar ki biz sussak mesele kalmayacak; oysa ki biz sussak tarih susmayacak.”

 Tabi ki bunun bir de karşı cephesi var. Ellerindeki tek dokümanın kalpaklı Atatürk bayrağı ve dillerindeki tek söylemin “onuncu yıl nutku” olduğunu bildiğimiz ve yirmi birinci yüzyılda faşizm kelimesini anlam kaymasıyla tanıştıran bir kitle var. Buna mukabil, tam karşısında geleceğe bakmak yerine geçmişi eşelemeyi kendine şiar edinmiş bir Kitle.

 Anlaşabildikleri tek kelimenin “düşmanlık” olduğu bu iki kitlenin yolunun Necip Fazıl’la kesişmesi de manidar değil mi: “Ey düşmanım! Sen benim ifadem ve hızımsın/ Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın.”

 Bu Ülkede bu iki grup karşı yakaya savrulmadan özlemi çekilen barışın gelmesi çok zor. Belki farkındalar, belki de değil ama terörü ticari bir meta olarak algılayan bu iki kesimin otuz senede elde edebildikleri tek marka kaybettiğimiz insanlar. Bu ticaretleri hileli haramzade tacirlerin gırtlaklarına sarılmadan bu işin olmayacağı gün gibi aşikâr.

 Ak Parti’nin ağır aksak gitse de Kürt Açılımının peşini bırakmaması bana sıradan bir insanın aniden roman yazmaya öykünmesi gibi geliyor. Yazanlar bilir, roman türü edebi türler içinde en çetrefilli, en zor, en dikkat isteyen türlerden biridir. İşin içine girdiğinde finali bağlamadan çıkamayacağın zor bir uğraştır roman.  

 Benim roman yazmak gibi bir düşünce aklımda yoktu mesela. 2001-2005 arasında tam anlamıyla bir okuma oburu olmuştum. Okuduğum şeyin kıymeti hiç önemli değildi benim için. Ta ki Metal Fırtına”yı okuyuncaya kadar. “Bundan da kötü olmaz ki!” deyip işe giriştim ve yazdım.

 Tayyip Erdoğan en azından benden daha şanslı. Kürt meselesi hakkında yazanlar, çizenler, cephede taktik geliştirenlerle beraber aktif olarak yirmi yedinci senesine giren bir sinopsis var elinde. Her iki taraftan binlerce aktör, onbinlerce figüran ve en acısı da sırasını bekleyen yüz binler.

 Güneydoğu sendromu, Türkiye’deki her iki tarafın da yobazları tarafından o kadar beğenildi ki yirmi yedinci sezonu gösterimde. “Fatmagül’ün suçu ne?” adlı dizideki tecavüz sahnesinin tıklanma oranlarıyla mazoşist yanımızın doğru orantılı olduğunu biliyordum da, var olan halin devamını savunan yobazlar sayesinde sado- mazoşist yanımızla ilk defa müşerref oldum.

 Bu yazı asla didaktik bir yazı değil. Beşir Atalay’ın Erbil’e gitmesi, bölge milletvekillerinin Ak Parti milletvekilleriyle görüşmesi üzerine bu Fakir’in bin küsuruncu umudunun yeşermesi olarak okuyun. Çünkü konu hakkında yazılmamış, söylenmemiş pek bir şey kaldığı kanaatinde değilim.

 Tek ihtiyacımız, tüm acılarımıza rağmen mutlu bir final. Öyle değil mi Hafız?

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin