RSS Feed for This Post

İslam dünyası özgüvenini kaybettiği için bilime büyük katkı yapamıyor…

Röportaj: Kerim Balcı, Şeyma Akkoyunlu 

Zaman’a konuşan ünlü İranlı düşünür ve akademisyen Seyyid Hüseyin Nasr, İslam üniversitesi denilen üniversitelerin çoğunun İslami olmadıklarını ve bu üniversitelerin Batılı bir dünya görüşü çerçevesinde çalıştıklarını söyledi. Nasr, “Başarıları Batı bilim geleneğinin başarısıdır.” dedi. 
 
Nasr’a göre Müslüman eğitim müesseseleri Batı bilimini herhangi bir içselleştirme gayretine girişmeksizin kopyalamaya devam ettiği sürece Müslüman geleneği de tahrip edilmeye devam edecek. Yine de Profesör Nasr, büsbütün ümitsiz değil. İslam ülkelerinde yepyeni bir Müslüman entelektüeller ve bilim adamları kuşağının yetişmekte olduğunu gözlemleyen Nasr, “Bunlar Derrida, Heidegger, modern astrofizik veya benzer bir konuda yazarken bile Müslüman geleneği perspektifiyle yazmaya çalışıyorlar.” şeklinde konuşuyor. Profesör Nasr, özellikle Türkiye ve İran’daki entelektüel üretkenlikten memnun. Bu arada Batı felsefesinin de bir çıkmaz sokağa girmiş olduğunu söylüyor. Seyyid Hüseyin Nasr, Medeniyetler İttifakı çerçevesinde yapılan İstanbul konferanslarının üçüncüsünde konuşmak üzere İstanbul’a gelmişti. Zaman, gelenekçi sınıfın önde gelen bir temsilcisi olan Nasr’a İslam geleneği, Doğu ve Batı’da entelektüel üretkenlik ve bilgiyle bilginin üretildiği sosyo-kültürel ortam arasındaki ilişki konularında sorular sordu.

İslam’ın Kalbi adlı eserinizin sunuş yazısında bütün çalışmalarınızı “geleneği korumak” için yazdığınızı söylüyorsunuz. Sizin için gelenek ne demek? Neden bu kadar önemli bu geleneğin korunması?

Gelenek kelimesi âdetler, huylar ve tarihsel aktarım gibi bir dizi anlamda kullanılır ama benim için gelenek, insanlığa vahiy yoluyla verilen kutsal kaynaklı bir gerçekliktir. Bu öğretinin, bu kutsal direktifin korunması ve uygulanmasıyla bizim geleneğimiz ortaya çıkmıştır. Aynı şey Batı medeniyeti için de geçerlidir. Hıristiyan medeniyeti Hazreti İsa’nın gelişiyle kurulmuştur. Bu geliş, Hıristiyan geleneğinin başlangıcıdır. Bu gelenek bütün çeşitleriyle kutsal Hıristiyan mimarisi, teolojisi, etiği ve farklı sosyal yapılarını ortaya çıkarmıştır. İslam’da ise Kur’an vahyi vardır. Bu da İslam geleneğinin başlangıç noktasıdır ve bundan sanatıyla, sosyal yapısıyla, kanunlarıyla bütün bir İslam medeniyeti doğmuştur. Bu geleneği korumak önemlidir; çünkü Allah’tan gelmektedir ve gerçek hakikat odur.

Yani tarihselcilerin kutsal metinlerin kültürel bağlamın ürünü olduğu yönündeki tezlerini desteklemiyorsunuz…

Biz o tezi tümden reddediyoruz. Allah mesajını gönderdiği insanların diliyle konuşmuştur her zaman, ama vahyin sosyolojik açıklaması kabul edilemez. Böylesi bir fikir tamamen gelenek karşıtıdır. 14 asırdır bütün Müslümanlar Kur’an’ın Allah’tan geldiğine ve İslam öncesi Arap toplumunun veya Mekke’nin bir ürünü olmadığına inanırlar.

Peki vahyin Kur’an’ın Allah’tan Hazreti Peygamber’in kalp ve zihnine indirilişi ile bu indirilenin Hazreti Peygamber tarafından anlaşılış keyfiyeti arasında bir ayrım yapıyor musunuz? Bazıları bu ikincisinin tarihsel olduğunu iddia ediyor.

Hayır, Hazreti Peygamber, Allah tarafından seçilmiştir ve hatalara karşı korunmuştur. Cebrail de onu hatalardan alıkoymakla sorumluydu. Peygamber’in Kur’an’ı anlayış keyfiyeti, bizim Kur’an’ı doğru anlamamızın garantisidir.

İslam dünyasında eğitim malzemesi anlamında Batı yazımına bağımlılık var. Siz geleneği korumaktan bahsediyorsunuz ama eğer en önemli konularda bile yabancı bir geleneğe bağımlı kalıyorsak bunu nasıl sağlayacağız?

Eğer böyle devam edersek sağlayamayız. Açıkçası bu, zaten iki asırdır büyük oranda yok etmiş olduğumuz medeniyetimizin tümden tahribiyle sonuçlanacaktır. Eğitim, çok ama çok anahtar bir konu. Batılılar İslam dünyasını sömürgeleştirmeye başladıklarında Akdeniz’de deniz kuvvetlerini kullandılar. Sonra Kuzey Afrika’da kara kuvvetlerini devreye soktular. Ama her ikisini de İslam dünyasını eğitim yoluyla kontrol altına alma çabası takip etti. Tabii doğa bilimlerinde Müslümanlardan çok daha iyi durumdaydılar ve Müslümanlar bu kontrolü kabullendiler. Kısa zamanda Batı eğitim sistemi İslam dünyasında yaygınlaştı. Evet, Batı bilimlerini öğretmeliydik ama Batılı bir perspektifle değil. Kendi eğitim sistemimizi yeni baştan inşa etmeliydik. Bakın ilahiyat bilimleri bile çoğu yerde Batı’nın zayıf yöntemlerini takip ediyor. Zayıf yöntemler diyorum, zira Batılı teoloji varlığını devam ettiremeyecek kadar zayıf bir teolojidir.

Üniversite ne kadar evrensel bir kavram? İslami bir üniversiteden bahsedebilir miyiz mesela?

Her türlü bilgi ile o bilginin bilgi olarak kabul edildiği dünya görüşü arasında her zaman bir ilişki olmuştur. Bu konu şüphe götürmez. Modern dönem öncesi bütün medeniyetlerde dünya görüşü din tarafından şekillendirilmişti. Bu, bütün medeniyetler için, Hint, Çin ve İslam medeniyetleri için doğrudur. Batı etkisi dünyada yayılıp durduğundan kendisini dinden bağımsız olarak gören Batılı dünya görüşü de yayıldı. Ama orijininde Hıristiyan dünya görüşünden bağımsız değildi Batı medeniyeti. 17. yüzyılda icat edilen seküler paradigma da hakikatin doğası hakkındaki görüşleri açısından aslında bir yalancı dindi. Muğlak bilgi yoktur. Bilgi her zaman bir dünya görüşü çerçevesinde, hakikatin doğasına hususi bir bakış çerçevesinde var olur. 
 
“İslami bir üniversite olabilir mi?” demiştik. Böyle bir üniversite var mı yeryüzünde?

1970’te Mekke’de ilk Dünya İslam Kongresi düzenlendiğinde bu gündeme gelmiş ve bunu takiben Malezya, Nijerya, Pakistan ve diğer bazı yerlerde İslam üniversiteleri açılmıştı. Bunlara İslam üniversitesi deniyor ama gerçekte İslami değiller. Evet şeriat, Arapça ve İslam tarihi gibi konuları öğretiyorlar ama diğer bilim alanları öğretime entegre edilmiş değil. Başka yerlerde eski medreselerin modernizasyonu yoluna gidildi. Örneğin Ezher Üniversitesi. Buralarda da üniversite İslami olabiliyor ama mesela tıp fakültesi olmuyor. Tıp fakültesinde İslam tıbbı öğretilmiyor. Mimari fakültesinde Müslüman mimarlar yetişmiyor. Bunlar Batı mimarisini Müslüman bir isimle kopyalıyorlar. Mimarın ismi John yerine Ahmed oluyor. Ama yine de bir İslami üniversite mümkündür.

Bunun için gerekli olan İslami, felsefi dünya görüşü nasıl diriltilecek?

Bütün önemli entelektüel dönüşümlerin çoğunluk değil azınlık tarafından başlatıldığına inanıyorum. Modern bilimsel dünya görüşü ortaya çıktığında, yani Galile döneminde, Avrupa’da onu anlayan ve kabul eden insan sayısı 20’den fazla değildi. Dediğim gibi, dönüşüm her zaman azınlık tarafından gerçekleştirilir.

İslam dünyasında bu değişimi sırtlanabilecek entelektüeller yetişiyor mu?

Kesinlikle! Elli yıl önce İslam dünyasında sadece iki tip entelektüel bulunurdu. Birincisi geleneksel ulema, yani Arapça, kelam ve İslam fıkhı konularının büyük alimleriydi. İkincisi ise tamamen Batılılaşmış entelektüellerdi ama Allah, Batı bilimsel düşüncesinde yoktur. Ama elli yıl sonra bugün Türkiye, Malezya, Endonezya, İran ve Pakistan gibi ülkelerde genç entelektüeller ortaya çıktı. Bunlar Derrida veya Heidegger hakkında yazarken bile İslam geleneği perspektifinden konuşmaya çalışıyorlar. Bu, çok çok iyi bir işaret. Elli yıl önce bu yoktu. Bu açıdan gelecek hakkında çok ümitliyim. Bütün hayatımı bu kuşağın yetişmesine adadım ve inşallah bir şeyler olacak.

Ama İslam dünyasında hâlâ daha bir entelektüel kısırlık var. Öyle değil mi?

Ben böyle görmüyorum meseleyi. İşte İran’da önde gelen bazı bilim adamları fizik ve nükleer bilim alanında bir sürü şeyler başardılar. İslam’ın Batı bilimine çok da büyük bir katkı sağlayamamış olmasının sebebi kültüreldir. Bilimsel bir problem değil yani. Biz özgüvenimizi, kendi kendimize güvenimizi kaybettik ve sadece Batı’yı kopya etmeye çalıştık. Mükemmel Türk veya Arap kalp cerrahları var Amerika’da. Ama bu başarıları kendi medeniyetine mal etme ayrı bir şeydir. Bu da özgüven yokluğundan dolayı olmadı.

Batı’nın durumu nasıl? Felsefeciler noktasından bakıldığında Batı da bir tür felç geçiriyor gibi…

Batı bugün çok ama çok ciddi bir entelektüel kriz geçiriyor. İnsanların bunun farkında olmamasının sebebi, teknolojinin ve Batı askerî kudretinin gücü. Tam da Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerini andırıyor. O zaman da Roma lejyonlarları Libya’yı kontrolleri altında tutabildiği müddetçe yanlış giden bir şey yokmuş gibi görülüyordu. Şimdi çok benzer bir durum yaşanıyor. Batı felsefesi artık bir çıkmaz sokakta. Heidegger bile, “Batı felsefesi benimle bitmiştir.” demişti. Bir felsefi kriz var ve onun da yol açtığı dinî bir kriz var. Bunların da dışında bir çevre krizi var ki Batı yaşam tarzını, dünya görüşünü değiştirmediği müddetçe çözülemeyecek bir kriz bu. Bunu da yapmaya hazır değiller. Sürekli kozmetik çözümler üretiyorlar. Meksika Körfezi’nde yaşananlara bakın. Bu, insanlık tarihinin büyük bir trajedisi. Ama kimse bu konuda konuşmak istemiyor. Evet, Batı büyük bir kriz yaşıyor ve bu aşamada Batı’yı körü körüne taklit etmeye çalışmak bir intihar olur.

Peki Batı bu duruma nasıl geldi?

Kur’anî terminolojiyi kullanmak gerekirse Batı’nın toplumsal liderleri ahiretlerini dünyalarına feda ettiler de ondan oldu bu. Büyük Alman şair Goethe, Faust’unda bu durumdan bahseder. Faust, güç ve teknolojiye sahip olmak için şeytanla anlaşır ve ruhunu şeytana satar. Aynen onun gibi maddi kazanımlar ve insanın dünyevi refahı için her şey feda edildi. Ama insanın manevi ihtiyaçları da vardır.

Batı demokrasisi için de mana buudu eksik deniyor. Demokrasiyi manevi ihtiyaçlarımızı da karşılayabilecek bir şekilde geliştirmek mümkün mü peki?

Öncelikle demokrasi bir metot, bir değerler sistemi değil. Daha fazla insanın katılımını sağlamaya çalışan bir yönetim metodu. Ama bakın Osmanlı dünyasına. İstanbul’da çok güçlü sultanlar bulunuyordu ve pek çok insan Osmanlı’da demokrasi olmadığını iddia etmiştir. Ama köylerde muhtarları kim seçiyordu? Bunlar bütün Anadolu’yu yönetiyorlardı. Topkapı Sarayı’ndaki sultan atamıyordu bunları. Yerel halk seçiyordu. Yani o zamanlarda İslam toplumunda ciddi bir iç demokrasi vardı. Buna bakarak daha makro düzeyde bir İslami demokrasi modeli geliştirebiliriz ve bunu yaparken manevi değerlerimizi de kurban etmemiz gerekmez. Ama Müslümanların bunun üzerinde çalışması lazım ve kabul etmeliyiz ki politika alanındaki durumumuz içler acısı.

Son 200 yılda İslam dünyasında idari güç sürekli olarak arttı, azalmadı. Basamak basamak çoğaldı. Sonuç olarak bütün müesseselerimiz yıkıldı. Şimdi dönüp Batı geleneği ile bina edilmiş modelleri kullanmaya çalışıyoruz. Bunlar da her zaman işe yaramıyorlar; çünkü farklı bir medeniyetin ürettiği kurumlar bunlar. Bizim ihtiyacımız olan sadece uyarlama değil, aynı zamanda orijinalite. Demokrasi Batı’da da ideal bir durumda değil. Batı’da para bireyden çok daha güçlü. Bunu Amerika’da görüyoruz. Eğer milyoner değilseniz partinin adayı olmak için başvuruda bile bulunamazsınız.

Son bir soru: Orijinal ve yenilikçi fikirlerin yeşermesi için özgürlük ortamının olması gerektiği söylenir. Türkiye’deki özgürlük ve demokrasi ortamını bu anlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle şu “yenilikçi fikirler” meselesine değinmek isterim. “Doğru” kelimesine ne oldu? Bu konuda doğruluk nerede? Her yenilikçi fikir iyi fikir değildir. Siyaseten Karl Marx’ın gayet de yenilikçi olan fikirlerinin aynı zamanda iyi olduklarını söyleyemeyiz. Marx’ın ölümünden sonraki bir yüzyıl boyunca on binlerce insanın ölümüne sebep oldu bu fikirler. Yani asıl kriter doğruluk olmalı. Her toplumda fikirlerin test edildikleri ve sadece doğru fikirlerin hayatta kalabildiği bir ambiyans olmalıdır. Altın çağında İslam medeniyeti böyle bir ambiyans oluşturabilmişti. Aksi olsaydı o muhteşem filozofları yetiştiremezdi. İnsanlar birbirleriyle Allah’ın birliği dışında her konuda tartışabiliyorlardı. Tevhid her şeyin üstünde bir şemsiye gibiydi. Onun içinde net bir tartışma özgürlüğü vardı. Ama bunu kaybettik artık. Son asırda modernizmin yükselişiyle birlikte daha da kısıtlayıcı bir durum ortaya çıktı. Özgürlük adına o İslami ambiyans atmosferi tümden yıkıldı. İnsanlar özgürdüler ama sadece Batılı fikirleri ifade etmekte özgürdüler. Yoksa hapse atılıyorlardı.

Bugün Türkiye’deki atmosfer oldukça iyi durumda. İdeal olduğunu söyleyemem ama eğer entelektüel üretkenlik alanında iki ülke sayacaksak bunlar Türkiye ve İran’dır. Bütün bilimsel gelişmelerin kalbi olan saf felsefe diğer İslam ülkelerinden daha fazla bu iki ülkede üretiliyor. Ben Türkiye ve İran’ın entelektüel konulara ciddi olarak eğilen kitapları en fazla basan iki ülke olduğunu düşünüyorum.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin