RSS Feed for This Post

Tatar Çölü (Dino Buzzati)

Dino Buzzati, Tatar Çölü[1] (ll deserto dei Tartari)

Tatar Çölü İtalyan yazar Dino Buzzati’nin(1906-1972) üçüncü romanı.  1940’ta yazdığı bu roman “Le Desert des Tartares” adıyla Fransa’da yayımlandıktan sonra dünya çapında ünlü olmuş ve yirmi dile çevrilmiş bir “sorgulama” romanıdır.

Konusu Giovanni Drago adlı bir teğmenin ilk atandığı Bastiani Kalesi’ne gidişi, burada kalmak istemese bile zamanla alışkanlıkların rahatlığının etkisi ve Tatar Çölü’nün cazibesiyle bu kalede yıllarca kalmasıdır.

Drago Harp Akademisinden mezun olup da Bastiani Kalesi’ne atanmadan önce gerçek hayata başlayacağı anı beklerken, her yatılı okul öğrencisi gibi etüt akşamlarında sokaktan geçen insanların mutlu ve özgür olduklarına inanmaktadır. Göreve giderken hissettiği şey, mutluluğun onun hayatının dışında bir yerlerde olduğu ve kendisini yalnız, mutsuz hissettiğidir. Hayata ait en küçük detaylarda hep kendisini diğerleriyle karşılaştıran Drago kendi hayatını kayıp, yalnız, mutsuz, ağır olarak nitelendirmektedir. Bir türlü bulunamayan ve kimsenin pek de haberdar olmadığı yolculuğun ilk ve en önemli anı, Drago’nun kırk yaşlarındaki Yüzbaşı Ortiz’le karşılaşmasıdır. Bu, kendisini kaleye zincirleyecek sayısız bağlantının ilki olması açısından öneminin yanında bu kalenin ikinci sınıf bir kale olması ve önemsizliğinin vurgulanması ve Ortiz’in on sekiz yılı aşkın burada görev yapmasını ve alıştığı için sıkılmamasını ifade etmesi bakımından da önemlidir. Bir nev’i Drago’nun ihtiyarlamış halidir ve bundan ikisinin de haberi yoktur. Kaleye geldiklerinde Drago, alıştığı yaşamdan çok uzak olduğu için meçhul bir dünyaya gelmiş gibi hissederken; Ortiz, on sekiz yıldır kalede yaşamasına rağmen alıştığı, bildik ve sessiz dünyasını sevinç ve hüzün iç içe, hayranlıkla seyretmektedir.

Drago başlangıçta hemen geri dönmek ister ancak hastalık gerekçesiyle gitmenin mesleğine zarar vermesinden çekinerek dört ay kaldıktan sonra gitmesinin uygun olduğuna karar verir. Kalede en çok merak ettiği şey Tatar Çölü’dür. Çölü izlerken Drago burayı daha önceden hatırladığını düşünür ya düşünde ya da söylencelerde ama alçak kayalıklardan oluşan vadi bir şekilde ruhunda yankılar uyandırır. İlk gecesinde tek bir insanoğlunun kendisini düşünmeyeceğini, herkesin meşguliyeti olduğunu ve herkesin kendisine ancak yettiğini kısacası, yalnız olduğunu hisseder; oysa bu duygudan öte hissettiği  şey, önemsenmemedir. İlk gecenin derin sessizliği, kulaklarına ulaşan sarnıcın su sesine duyduğu öfke, kimsenin geçmeyeceği bir boğazı korumak için görev yapan yüzlerce adamın uyanık kalması düşüncesiyle kaleden gitmek istemek ister  ve çok saçma bulduğu bir varsayımı dillendirir: “Ya yıllar ve yıllar boyunca burada durmak ve gençliğini burada, tek kişilik yatakta tüketmek zorunda kalırsa?”

Göreve başladığında ilk fark ettiği şey, bir gece önce geçici bir konuk olarak gezdiği bu yerde buranın ‘efendisi‘ olduğudur. Kalede her şey büyük bir titizlikle gerçekleştirilmektedir: Nöbetler, nöbet değişimleri, topların bakımı… Drago artık hafta sonları da kalede kalmakta, izne çıkmamaktadır. Eşyaları kaleye ulaştığında tıpkı kale gibi yeni bir sembolle karşılaşırız. Pelerin. Bu pelerin, Drago’nun  ait olduğunu düşündüğü uzak dünyadır.  Ve zamanla pelerini ilk ihtişamını kaybederek zaman içinde eskiyecek, parlaklığını yitirecektir.

Drago, alayın terzisi Prosdocimo’nun yanına uğradığında oradaki yaşlı bir terziyle, Prosdocimo hakkında şu konuşmayı yapar:

“On beş yıl teğmenim, on beş lanet olası yıldır burada ve hala o bilinen hikayeyi anlatıp duruyor: Ben geçici olarak buradayım, her an gidebilirim… Halbuki asla gidemeyecek… O, alay komutanı albay ve daha pek çoğu ölene değin burada kalacaklar; bu bir tür hastalık, dikkatli olun teğmenim, siz ki yenisiniz… İlk fırsatta gidin, onların çılgınlığına yakanızı kaptırmayın.”

Yaşlı terzinin bahsettiği çılgınlık ise Albay Filimore tarafından başlatılan -kalenin çok önemli olduğu ve bir gün çok büyük olaylar olacağı- sözleridir. Kaledeki tüm askerler, bir gün kahramanca bir yazgının beklentisi içinde sessizliğe gömülü yıllar geçirmektedirler bu yüzden. Sadece bu ümit için, bir gün çok önemli bir şey olabileceği ümidi için. Romanın vurgulamak istediği ise bu konuşmanın ardından Drago’nun düşüncelerinin verildiği satırlarda karşımıza çıkmaktadır:

“Onların talihleri, serüven, herkesin yaşamında en az bir kez çalan o mucize anı kuzeyden gelecekti. Zamanla gitgide belirsizleşen bu uzak olasılık uğruna koskoca yetişkin adamlar yaşamlarının en güzel bölümünü burada tüketiyorlardı… ya gerçekte bilincine varamadıklarından ya da sadece ruhlarının kıskanç çekingenliğiyle birer asker olduklarından, hiç sözünü etmeksizin aynı umutla yaşıyorlardı.”

Yaşamın sonuna gelmiş olsa bile insanın beklemeye değmiş diyebileceği bir olaya/ana tanıklık etmek için kaledeki askerlerin yıllarını harcadıklarını fark etse de bu onun aynı sonu paylaşmasına engel olamaz. Bunun yanında kaleden gidenler de olur, Kont Max Lagorio gibi. O bile arkasına bakmadan giderken kendisinde takıntı halini alan kaleden ayrılabilmesine hayret etmektedir.

Peki kale ne anlama geliyor tüm bu insanlar için? Kale, kale bir takıntı, beklenen serüvenin gerçekleşeceğine inanılan yer, gizli bir kibirin yansıması, umut, kahramanca bir yazgının beklentisini körükleyen… yer ve aslında kale, edilgence beklemenin, hayatı sana verilecek olduğunu sandığın önemsenmenin kilidini açacak olduğuna inandığın bir sürünceme, zamanın dingince akarken bildik şeylerden, yüzlerden, hareketlerden, eylemlerden, alışkanlıklardan oluşan kozasının güvenli hapishanesi, bir aldatmacanın süslü hayallerle cilalanmış ve kananı kendisine zincirleyen hediye paketi olarak sunuluşu, hiçbir şey yapamadığın, değiştiremediğin bir sistem… kale insanın kendisini adadığı hiçliğin sembolü, yitik bir adadır.

Ve Drago dört aydan sonra şehirle kaleyi karşılaştırdığında yazgısının görünmeyen kuzeyden yana olduğunu hissederek kaleden gidemeyeceğine karar verir, gitmeyeceğine değil, gidemeyeceğine. Gitme gücünü elinden almıştır kale. Aslında alışkanlıkların uyuşukluğu bağlamıştır Drago’yu, tıpkı çoğumuzun bir kale inşa edip dışarı çıkmaktan korktuğumuz ama bunun sebebini farklı farklı nedenlere bağlayıp oradan hiç çıkamayışımız gibi. Drago’nun nedenleri ise, kaleyi ilk gördüğünde gözüne görünen ihtişamı, sadece kahramanca bir yaklaşım değil aynı zamanda soylu ve iyi niyetli davranarak kendisini umduğundan üstün bir noktada bulmasıdır. Gerçek nedeni es geçer, onun yerine kuzeyden gelecek bir tehlikeyi, bir savaşı, ürkütücü haberlerin hayalini koyar. Zaman geçtikçe şehir, uzaktaki bir hayal olmakla kalmayıp bu hayalin konuşulmasının bile alışkanlık halini aldığı bir sistemin parçası haline gelir. Drago nöbet tutar, yemek yer, uyur, kitap okur, odasının her santimini tanıyacak kadar tüm bu bilinen dünyanın içinde zamanın geçişini anlamadan zaman geçirir ve her seferinde anlatıcı okura bir sonraki olayı haber verir, Drago’nun başına ne geleceğini.

İki yıl sonra Drago bir rüya görür ve rüyasında bile şunu hisseder, periler bile sıradan çocuklardan kaçıp varlıklı kişilerle ilgilenirler. Onlar pencerelerine bile bakmazlarken. Sonra rüyasındaki bu sarayın önünde duran tahtırevanın Angustina için geldiğini ve bu tahtırevanın yolcusunun geri dönemeyeceğini hisseder.

Daha sonraki günlerde kalede gerçekten ilginç bir olay yaşanır. Lazzari izinsiz kaleden uzaklaşıp bulduğu bir atla kaleye geri döndüğünde kendi arkadaşı, Arap lakaplı Matelli Giovanni tarafından giriş parolasını bilmediği için, yönetmeliklere uyma zorunluluğu yüzünden öldürülür.  Matelli, kendisine lakabıyla seslenen arkadaşını vurarak öldürür.  Tatarlar yüzünden inşa edilen kale, olmayan bir tehlike için yüzlerce asker ve tüm bu tehlike için kalede harcanan yıllar hatta ölümler. Nihayet bir gün, kuzeyden hareket eden bir karartı görünür, hayal, kuruntu, alışkanlık olan şey gerçeğe dönüşür ve bu, kalenin en önemli olayı olur. Rahatlarlar, boşuna beklemedikleri ve nihayet bir işe yarayacakları için. Ancak tam da hayaller yakınken hissedilen duygu onu karşılamaya cesaret edememek, yeniden hayal kırıklığına uğramamak için hiçbir harekete geçememek olur. Harekete geçtiklerinde durumun aslının Kuzey Devleti’ndeki askerlerin sınır çizgisini bekleyen askerlerinin dağlara doğru yönelmeleri olduğu anlaşılır. Kırk adam Yüzbaşı Monti’nin emrinde bu askerleri takip etmekle görevlendirilirler.  Bu görev esnasında Angustina soğuktan ölür -ölümü rüya ve gerçeğin iç içe geçişiyle birlikte aktarılır- tıpkı Drago’nun rüyasında gördüğü şekilde ve cümlesini dahi tamamlayamadan… Çünkü insanoğlu bazen cümlesini tamamlayamadan çekip koparılır olduğu zaman ve mekandan.  Kalede Drago’nun dördüncü yılıdır ve Angustina’dan kahraman olarak bahsedilmektedir.

İşte tam bu noktada şu fark edilir. Romanda tema olarak iki düzlem vardır ve bu iki düzlem romanı Kafkaesk romanların içine dahil eder.

Birincisi: Kale ve edilgen hayatlara sıkışıp kalmış (kendi kalelerini inşa etmiş) ve hayallere sığınmış insanlar.

İkincisi: Bürokrasiye/sisteme takılı kalmış ve anlamsız da olsa bunu yerine getiren bürokrasinin/sistemin içindeki insanlar. Kural için arkadaşını öldürme ya da donarak ölümü görev esnasında olduğu için yüceltme/kahramanlaştırma ile, kendini devam ettiren ve varlığını koruyan bir sistemdir bu.

Dört sonra evine izne dönen Drago hayatın onsuz devam ettiğini ve eski hayatına yabancılaştığını hisseder ve yeniden yalnızlık ve önemsenmeme hissini yaşar. Zaman ve mekanın anne-oğul ilişkisinde ayırıcı bir ağ ördüğünü düşünür. Arkadaşı Maria’nın evine gider, burada da düş kırıklığı ve soğukluk yaşar. Bu sahnede dışarıdan gelen piyano sesi ile Drago’nun ruh hali anlatılır ve bu ruh, hüzünlüdür.  Maria ile arasındaki eski sevginin bittiğini fark eder. Daha önceleri içinde olduğu bu dünyaya, sevgiye dışarıdan bakmaktadır artık. Kaleye dönmeden ayrılmak için dilekçe vermeye hazırlandığında kaledeki asker sayısının yarıya indirileceğini öğrenir. Annesinin zoruyla dilekçe verecek olmasına dışarıdan bir neden çıktığı için yani bahanesi hazır olduğu için dilekçe vermekten vazgeçer. Bu durum kendisine haksızlık olarak görünmekten çok, onu rahatlatan hoşnut bir durum olarak görünür. Kaleye geri dönüş yolunda bir gün hayalindeki kahraman kişi olacağını düşünürken ilk defa bir sorgulamanın içine girer: “Ya, gayet sıradan bir yazgıya sahip sıradan biri olarak yaratılmışsa?”

Dış dünyada kale artık önemini yitirmiş, sadece bir sınır boyunun boş kalmaması için varlığını koruyan bir yere dönüşmüştür, içinde hiçbir gizi olmayan, gülünç bir yapıdır artık Drago için de. Kaledeki herkes bu sıradanlığın, savaş beklentisinin yaşama anlam vermek için uydurulmuş gerekçeler olduğunu fark edip gitme telaşına düşerler, Ortiz hariç. Tüm bu süreçte Tatarlarla ilgili muhal bir korku zamanla inanılan bir tehlike kabul edilmiş sonra bu, hayata anlam veren bir amaç olarak kahramanlık hayalleriyle sürdürülerek sürgün gönüllü katlanılan bir duruma dönüştürülmüştür, ta ki artık bunu sürdürmenin anlamsızlığı yine sistem tarafından deklare edilene değin.

Yıllar geçtikçe, savaş lakırdıları arada bir, bir ümit ışığı olarak gündeme gelse de hiçbir şey olmadan tam on beş yıl geçtiğinde bir ay izin alan Yüzbaşı  Drago, yirmi gününü kullanıp geri dönerken tıpkı kendisinin Ortiz’le karşılaştığı gibi yolda genç bir teğmenle (Teğmen Moro) karşılaşır.  Kendisinin Ortiz’le yaşadığını bu sefer tam tersi bir rolde Moro’yla yaşar. Kırk yılı geride bırakmış, yazgısının düşüşe geçtiğini fark etmiş ve güzel hayalleri sönmüştür.  Elli yaşına gelmeden nöbet görevini bırakır Drago’nun yüzünde kırışıklıklar, saçlarında grilikler vardır. Teğmen Moro onun gençliği gibidir. Yine de Drago, hala yaşamındaki güzel şeylerin henüz başlamadığı inancı içindedir. Elli dört yaşında karaciğer rahatsızlığına yakalanan Binbaşı Drago zayıflamaya başlar. Sonra tüm o hayallerine yeni bir ümit ekler: İyileşme ümidi.  Tam da kalede hareket başladığında, düşman tehlikesiyle Kale alarma geçtiğinde Drago, yaşlılığı ve hastalığı yüzünden evine gönderilir.

Geldiği bir han odasında gerçek bir düşmanla karşılaşır, ölüm ve Drago Giovanni, üzerinde üniforması ile camdan dışarı yıldızları son bir kez görmek için bakar ve karanlık odanın içinde kimsenin kendisini görmeyeceğini bilmesine rağmen gülümser. Otuz yılını harcadığı kalede, tam da hayalleri kendisine ulaşacakken bir han odasında üniforması ve yalnız gülümsemesiyle ölümü bekleyen Drago Giovanni.

Tatar Çölü otuz yılı anlatan bir roman. Romanın mekanları şehir ve kale. Kalenin kuzeyi çöl. Issızlığın ortasında yılları harcayan binlerce insan. Drago’yu anlatırken, onun düşüncelerini ve bu düşüncelerdeki eksiklikleri, hataları da aktaran anlatıcı. Romanın kimi yerlerinde belki’li, belirsiz anlatımlar -belki’li, belirsiz anlatımlar anlatılan kişi/ zaman/ mekanın önemli olmadığını, önemli olanın yaşanılan anda hissedilen duygu ve düşünceler olduğunu göstermektedir-, kaleyle insana ve sisteme yönelik sorgulama…

Eğer Kafka okudunuzsa, Canetti ve Camus’u da okuma dünyanıza ekledinizse mutlaka Buzzati’nin Tatar Çölü’nü de bu dünyaya eklemelisiniz. Drago Giovanni, size sizi sorgulatacak bir karakter çünkü. Onu okurken kendi dünyanıza dönüp neyi beklediğinizi soracaksınız. Hemen mi başlarsınız, dört ay sonra mı, hayatınızın sonuna kadar mı beklersiniz ya da siz bilirsiniz.

Neyi bekler insanoğlu, alışkanlıkların bildik rahatlığını kaybetmemek için mi beklemeyi tercih eder, ya da geleceğini umduğu tek bir önemli anı, olayı, başarıyı, önemsenmeyi… yaşamak için mi beklemeye kendini mecbur eder?

Drago’yu okurken kendinizi okuyan okurlardansanız -benim gibi- sanırım bu kitabın sonunu bir kez daha okumalısınız, bir kez daha, bir kez daha…

Buzzati 1972’de ölmüş. Kimimiz doğmadan önce ya da doğduktan sonra… O İtalya’da biz Türkiye’de. Acaba tahmin edebilir miydi eseri yıllar sonra Türkçeye çevrilecek , Türkiye’de okunacak, hem de kendisi öldükten sonra? Ne tuhaf! Yazmak işte bu yüzden güzel. Önemli olan; yazarın, kimin okuduğunu bilmesi değil, bir gün, hiç bilmediği bir coğrafyada dahi okunabileceği ihtimalinin olması ve oradaki okurun eserin yazarını merak edeceğini bilmesi. Okur, merak eder çünkü.

 


[1] Tatar Çölü, Dino Buzzati, çeviren:Hülya Tufan, İletişim Yayınları, İstanbul.

Trackback URL

  1. 3 Yorum

  2. Yazan:Kürek Mahkûmu Tarih: May 9, 2010 | Reply

    ..her yatılı okul öğrencisi gibi etüt akşamlarında sokaktan geçen insanların mutlu ve özgür olduklarına inanmaktadır. Göreve giderken hissettiği şey, mutluluğun onun hayatının dışında bir yerlerde olduğu ve kendisini yalnız, mutsuz hissettiğidir. Hayata ait en küçük detaylarda hep kendisini diğerleriyle karşılaştıran Drago kendi hayatını kayıp, yalnız, mutsuz, ağır olarak nitelendirmektedir.

    Peki kale ne anlama geliyor tüm bu insanlar için? Kale, kale bir takıntı, beklenen serüvenin gerçekleşeceğine inanılan yer, gizli bir kibirin yansıması, umut, kahramanca bir yazgının beklentisini körükleyen… yer ve aslında kale, edilgence beklemenin, hayatı sana verilecek olduğunu sandığın önemsenmenin kilidini açacak olduğuna inandığın bir sürünceme, zamanın dingince akarken bildik şeylerden, yüzlerden, hareketlerden, eylemlerden, alışkanlıklardan oluşan kozasının güvenli hapishanesi, bir aldatmacanın süslü hayallerle cilalanmış ve kananı kendisine zincirleyen hediye paketi olarak sunuluşu, hiçbir şey yapamadığın, değiştiremediğin bir sistem… kale insanın kendisini adadığı hiçliğin sembolü, yitik bir adadır.

    Nihayet bir gün, kuzeyden hareket eden bir karartı görünür, hayal, kuruntu, alışkanlık olan şey gerçeğe dönüşür ve bu, kalenin en önemli olayı olur. Rahatlarlar, boşuna beklemedikleri ve nihayet bir işe yarayacakları için. Ancak tam da hayaller yakınken hissedilen duygu onu karşılamaya cesaret edememek, yeniden hayal kırıklığına uğramamak için hiçbir harekete geçememek olur.

    Allah’ın cezası hayatım boyunca hep bir şeyleri yanlış yaptığımı biliyordum zaten… Yatılı okuldayken boğaz köprüsünden geçen otobüslerin birinin içinde olma hayali kurardım. Herkes çok mutluydu bense mutsuz.

    Allah’ın cezası hayatım boyunca hep ileride iyi bir şeyler olacağına inandım… Kendi saçma “kale”mi yıllar boyunca ince eleyip sık dokuyarak inşa ettim. Bazen ben bazen de başkaları beni bu “kale”den çıkarmak istedi. Karşıma fırsatlar çıktı ama ben hep bir şeylerin arkasına sığınmayı bildim ve salakça bir hayat yaşadığımı bilmeme rağmen “huzurlu, güvenli ve tanıdık” “kale”mi terkedemedim.

    Yine de bu yazı suratımda tokat gibi patladı. Hani sınavın kötü geçtiğini bilmene rağmen sonuçların açıklanması gibi. Kitabı okumak istiyorum aslında ama belki daha sonra. Daha fazla tokat yemeye cesaretim yok.

    Biliyorum. Yarın yine aynı “kale”nin içinde olacağım.

  3. Yazan:cb Tarih: May 9, 2010 | Reply

    uzun zamandır elime bir roman almadığımı fakrettim oysa ki derin anlamları içeren bir roman okumak ne büyük zenginlikmiş.son zamanlarda sanırım ben de siyasi yazıların çöl manzarasından muaf bozkırını izlerken kendi kendimi öğütmüşüm…bu yazı iyi oldu, elime Zweig’in Satranç’ını aldım bile.

    suzan’ın yazılarını da çok özlemişim aynı güçlü ve naif kalem,yüreğine sağlık.

  4. Yazan:Kadim Selim Tarih: May 9, 2010 | Reply

    Buzzati’nin yazın soy ağacı Poe ve Dostoyevski’ye uzanıyor. Bir de zamanının (1930 ve 40’lar)gerçeküstücülük akımını hesaba katacak olursak… Buzzati’nin Kafka okuyup okumadığını bilemiyorum; ancak kesinlikle dönemin yoğun gerçeküstücülüğünden etkilenme var. Hatta ilk dönemlerinde bağlı olduğu gerçekçiliği bırakıp buna yöneliyor. Kendisini dünyaya duyuran ismin ise Camus olduğu (oyun çevirileri) biliniyor. Fakat iyi bir yazar, eninde sonunda ortaya çıkar.

    Poe, Dostoyevski ve Kafka izleğine sahipseniz, Buzzati’nin de bu gövdeye eklemleneceğini göreceksiniz. Tatar Çölü, kesinlikle büyük bir roman. Tatar Çölü’ndeki sorgulamaları devam ettirmek isteyenler için yazarın öyküleri de şiddetle tavsiye edilir. Lakin Tatar Çölü, sıradan bir edebi eser değil; bir bildiri. Hepimizin ortak hikayesi: Şan ve şeref beklentisi içerisinde, kendisinin seçilmiş olduğuna imanı tam, parlak bir hayat beklentisi. Ve sessizce sönen birer yıldız.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin